Candan Yıldız
Kızıl Goncalar'ın yapımcısı ilk kez konuştu: Sekülerler kötü gösterilmeye şerbetli, diğer taraf 'bir dakika' diyor
Kızılcık Şerbeti’ne şerbetlenmişti ki toplum, Kızıl Goncalar girdi hayatına… İsmi de manidar… Besteci Amir Ateş’in “Resulullah Efendimize ithaftır” dediği “Bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın, kurulur kalplere sevda otağın, kim bilir hangi gönüldür durağın” bestesinin sözlerinden adını alması ihtimal dışı değil.
Yüzleşmeye mesafeli olan toplumu yüzleşmeye çağıran bir dizinin adının, hızla duyulması kaçınılmazdı; zira baskılar, yasaklamalar, para cezaları ardı ardına geldi. Çatırdamış toplumsallığa, ‘efendiler’ dünyasına ‘kontrollü’ olarak işaret eden Kızıl Goncalar, Türkiye’nin konuştuğu, arkadaş ortamlarına konu olan, siyasetin de işin içine girdiği bir fenomene dönüştü.
RTÜK sansürledi, para cezası kesti. Aile Bakanlığı çekimlerin yapıldığı Darülaceze’yi yasakladı, İsmailağa Cemaati hop oturup hop kalktı, çocuk yaşta evlilik, kız çocuklarının eğitim sorunu gibi konuları işlemesine rağmen KADEM “kötülüklerin dine ve dindarlara fatura edildiğini” savundu.
Ez cümle, dindar-muhafazakar, laik-seküler zihin dünyalarının kılcal damarlarında gezinmeye çalışan, karşılaşmalara, gri alanlara hayat tanıyan, dindar/seküler taraflılığını ‘her kesimin iyisi de var, kötüsü de var’ dengesinde tutmaya çalışan, her kesimden eleştirilere muhatap olan diziyi, dizinin fikir sahibi Faruk Turgut’la konuştuk.
Akıl, muhakeme, irade, çıkar, siyasal güç, kadın -erkek eşitsizliği, vicdan, kız çocukları, laiklik, 28 Şubat, imam hatipler, tarikat ve cemaatler, ‘Yetmez ve evetçiler’ derken ‘bir derdim var’ diyen Faruk Turgut’a bırakıyorum sözü…
"Türkiye sosyolojisine kafa yoruyorum; politik bir geçmişim var"
Faruk Turgut kim, nedir derdi?
18 yaşında sektöre reji asistanı olarak girdim. Aile şirketimiz vardı, Uzman Film… Yeşilçam’da uzun dönem çalıştım. En büyük idealim yönetmen olmaktı. 27 yaşında yönetmen oldum, on üç sinema filmi çektim. Yeşilçam’ın krize girmesiyle özel televizyonlara işler yaptım.
90’larda şarkıcı, türkücü dizileri yapıldığı için Ebru Gündeş, Sibel Can, İbrahim Erkal, İbrahim Tatlıses’le diziler yaptım. Uzun süre Aydan Şener’le çalıştım. Türkan Hanım’ı (Türkan Şoray) ulusal kanallardan birine dizi yapma konusunda ben ikna ettim. Gözlerinde Son Gece…
2005 yılından sonra yönetmenliği bıraktım, yapımcılığa başladım. Yapımcılığa başladıktan sonra da daha kreatif, daha özel işlerin peşine düştüm. Bu anlamda Haziran Gecesi özel işlerimden biri oldu. Sonra Hanımın Çiftliği, İffet…
Sektörde starların egemen olduğu dönemde daha farklı şeyler yapacağım diye romantik komedilere yöneldim. Çilek Kokusu, Erkenci Kuş…
Başarılı işler oldu. Sonra, özellikle Kore, Japon, Amerikan formatı dizilerin taklitlerinin çok da Türkiye gerçeklerine uymadığını, seyircinin bu tarz işlere ilgisinin gittikçe azaldığın fark ettim. Karakterlerle empati kurma konusunda seyircinin ciddi sorunlar yaşadığını fark edince daha güncel, Türkiye’nin sosyolojisine dönük işler yapmam gerektiğine karar verdim. Pandemi döneminde Netflix’te yayınlanan Bir Başkadır da tetikleyici oldu.
Faruk Turgut ‘ne iyi iş yapar’ın kokusunu iyi mi alıyor, toplumu iyi mi tanıyor?
Toplumu iyi okuduğumu söyleyebilirim. Politik bir geçmişim var sonuçta… Sol düşünceye sahip bir insanım. Bunu da hiçbir zaman inkâr etmedim.
Muhalif bir tavrım var, senelerden beri de bu tavrımı sektördeki herkes bilir. Yaptığım işlerde de mümkün olduğu kadar bu yapıya dönük işler yapmayı tercih ederim. Hanımın Çiftliği de dönemin en önemli işlerinden biriydi. Orada da çok ciddi yatırımlar yaparak Adana’ya gittim. Orhan Kemal’in 1950’lerde kurduğu o dünyayı bire bir Adana’da yaşatarak etkili bir şey yaptığımı düşünüyorum.
Türkiye’de sosyolojik gerçeklik üzerine çok kafa yoruyorum. Özellikle de kutuplaşmanın bu kadar derinleştiği, insanların artık ayrı ayrı mahallelerde yaşadığı, gittiği restoranları bile ayırdığı bir dönemde ne yapmalıyım, yaptığım işle topluma bir mesaj verebilir miyim? Bu kutuplaşmanın, inatlaşmanın, birbirini dışlamanın önüne geçecek bazı önermeler yapabilir miyim diye kafa yorduğum çok oluyor. Kızılcık Şerbeti, özgün, hayalimde şekillendirdiğim bir şeydi… Özellikle senaristlerimizin olağanüstü bir başarısı tabii.
Senaristleri nasıl buluyorsunuz? Bir ekip mi? Farklı toplumsal kesimlerin temsiliyetinin tek bir zihin dünyasından çıkması zor çünkü…
Kızılcık Şerbeti’nin iki majör senaristi var. Melis Civelek ve Zeynep Gür. Onların fikir aldığı ya da danıştığı bir grup var. Çünkü onlar da seküler bir dünyadan geliyorlar. Muhafazakâr tarafı bilen birilerinin de ekibe dahil olması gerekiyor ki yanlış yapmayalım. Melis ve Zeynep, Yasak Elma’yı da yazdılar. Altı sezon devam eden bir iş. Çok başarılı bir iş çıkardılar. Bir de benim Melis Hanım'la diyaloğum çok eskilere dayanıyor. Eski televizyon yöneticisi. Kadın meselesi ve televizyon seyircisi analizleri olağanüstü iyidir.
Kızılcık Şerbeti fikri benden çıkmış olsa da karakterleri onlar meydana çıkardı. Kızıl Goncalar ise tamamen farklı.
Bize ait olmayan hikayelerden toplum sıkıldı, ben de sıkıldım. Artık bütün derdim şu olmaya başladı, aslolan içerik… İçerik etkili olmadığı zaman, projenin gücü olmadığı zaman, o oynamış bu oynamışın da çok da önemli olmadığını fark ettim. Kızılcık Şerbeti sektörel anlamda da bir devrimdir. Hiçbir star oyuncunun olmadığı, belirli dönemlerde, belirli karakterlerin öne çıkarak etki yarattığı bir iş oldu. Büyük oyuncuları bir araya getirme gibi bir derdi olmadan proje, kendi adına çok başarılı bir noktaya geldi.
Kızılcık Şerbeti’ni iki sezondur izliyoruz. RTÜK onu da görmezden gelmedi. Dizide AKP dönemi zenginleşen bir aileyle üst orta sınıf seküler bir ailenin kültürel yaşamda, gündelik hayatta karşılaşmalarını ve çatışmalarını görüyoruz. İkinci sezonda o çatışmaların sertleştiğini seyrediyoruz. Bu dizi sizin için yeterli olmadı mı ki Kızıl Goncalar’ı yarattınız ?
[caption id="attachment_535913" align="aligncenter" width="786"] Dizide Sadi karakteri[/caption]
Kızılcık Şerbeti’nin tadını aldım. Ben 40 yıldır bu işi yapıyorum. Mesleki kariyerimin herhalde artık son noktasına gelmiş durumdayım. Dizinin geri dönüşleri o kadar muhteşem ki, sokakta Kızılcık Şerbeti’nin yapımcısıyım dediğimde bana olan teveccühün keyfini o kadar yoğun hissetmeye başladım ki… Benim bundan sonra yolum bu olmalı dedim. Gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim; 63 yaşındayım. Para ile pulla bir derdim yok. Hayatımı, bütün geleceğimi buradan kazandım. Buradan kazandıklarımı yine sektöre yatırıp bu ülkeye karşı, Cumhuriyete karşı borcumu ödemem gerektiğini düşünerek hareket ediyorum. Herkesin yaptığını ben de yapabilirim. Ben de o yolları çok iyi biliyorum. Senede üç-dört orta karar dizi yapabilirdim, şükreder otururdum. Ama benim böyle bir derdim yok. Benim bütün meselem yaptığım işlerin geri dönüşünü almak. Sokağın reaksiyonunu hissetmek…
"Kızıl Goncalar benim için onur işi"
Sokaktan ne alıyorsunuz? RTÜK’ün ya da herhangi bir cemaatin tepkileri var mı sizce sokakta?
Genelde seyircinin olağanüstü bir ilgisi ve sevgisi var. Hem sosyal medyadaki mesajlar hem bize gelen mesajlar hem de sokakta temas ettiğim insanlarda bunu çok net hissediyorum. Bunu sadece ben değil, senaristler, oyuncular hissediyor. Herkes bu geri dönüşten o kadar çok mutlu oluyor ki ve o kadar çok motive oluyor ki bu doğal olarak işe yansıyor. Bunun tadını zevkini yaşayıp gördükten sonra şunu fark ettim, benim yolum artık böyle olmalı.
Bunları görmemezlikten gelip, aynı şeyleri dönüp dönüp yapıp farklı sonuç beklemenin de çok doğru bir sonuç veremeyeceğini hissederek daha farklı, daha özel, daha bizden işler yapmaya çalışıyorum. Türk toplumuna ayna tutmam gerektiğini, bu sosyolojiyi iyi anlayıp ona göre hikayeler kurmam gerektiğini fark ederek bu yola düştüm. Kızıl Goncalar, inanın benim için onur işi, çok çok severek, çok çok mücadele ederek bu işin içine girdim. Hatta bir sürü arkadaşım bir sürü dostum bu kadar şeye gerek var mı, ülkenin bu koşullarında bu kadar riski almaya gerek var mı dediğinde ben de almam gerektiğini düşünüyorum dedim.
"400 kişi ekmek yiyor; kanalı da düşünmek zorundayım"
Otosansür yapıyor musunuz?
Vallahi çok yapmadım iki bölümde. Ama tabii şunun farkındayım. Bu işten 400 kişi ekmek yiyor. Bu oyuncular bana inanıp, güvenip bütün sezonunu bana emanet ettiler ve bu insanların sezonlarının heba olmaması, evlerine sorunsuz ekmek parası götürmesi gerektiğinin de farkındayım.
Sırf kendi egom için bazı şeyleri, bu kadar insanın emeğini, geleceğini yok saymam pek mümkün değil. Tabii bundan sonra ne yaşayacağımı bilemiyorum. Şu bir ayda yaşadıklarım farklı şeyleri de düşünmeme neden oluyor.
Burada kanalı da düşünmek zorundayım. Sonuçta ben prodüksiyon şirketi olarak yapmam gerekenleri ziyadesiyle yapıyorum ama kanalın riski daha da büyük. Sonuçta her hafta ciddi bir reklam kaybı var. Yayın yapılmaması, oraya bir belgeselin konulması kanal için çok ciddi bir handikap. Üst üste cezalar alıp ileride kanalın başka bir boyuta gelmesi de beni düşündürüyor. Doğal olarak bütün bunları düşündüğümde kanal bu konuda benden bir şeyler talep ederse onların bu talebini yok sayamayacağım aşikar. Onun için elimden geldiğince çok da durduğum yerden uzaklaşmadan derdimi anlatmanın peşindeyim.
Şöyle bir noktaya gelirseniz ne olur? Kanal baskı ve sansüre direnemezse diziyi dijital platforma taşır mısınız?
Taşımam çünkü insanlar dijitalde çok büyük bir özgürlük olduğunu varsayıyorlar. Şunu unutuyorlar. Geçen yıl bir yasa çıktı, artık dijitaller de RTÜK kontrolünde. Onun için benim bunu alıp da herhangi bir dijital platforma götürmem çok bir şeyi değiştirmez.
Geleneksel medyanın topluma ulaşma gücünü düşündüğümüzde, daha çok insana ulaşmak gibi bir derdiniz var mı, dijitale bu nedenle mi soğuk bakıyorsunuz?
Bugüne kadar dijitale hep mesafeli durmuş bir insanım. Dijitale iş yapmayı sevmiyorum. Ben reaksiyonu anında almaktan yanayım. Diziyi o akşam oynattığımda sosyal medyanın o anki tepkisi benim için çok belirleyici ve önemli.
"Yurtdışı satışlar ve Youtube geliri olmasa kanaldan alınan parayla dizi yapılamaz"
Dijitalde öyle değil tabii…
Sabah aldığın reyting çok önemli. Dijitale iş yaptınız. 10 bölüm, bir paket halinde size iş veriliyor. Bir sene, bir buçuk sene uğraşıyorsunuz. 10 bölüm yapıyorsunuz, veriyorsunuz, dijital platform onu ne zaman isterse yayına sokuyor, heyecanınız kalmıyor, coşkunuz kalmıyor, geri dönüşü alamıyorsunuz. Reaksiyonun hangi boyutta şekillendiğinin farkına varmadan bir iş yapıyorsunuz. Üstelik şu anda arşivin gücüyle ayakta duran bir yapımcıyım. Ben eğer şu anda Kızıl Goncalar, Kızılcık Şerbeti gibi işler yapabiliyorsam bu benim arşivimin, geçmişte yaptığım dizilerin bana sağladığı olanakla mümkün oluyor. Ben bu dizileri hâlâ yurtdışına satabiliyorum, Youtube’dan ciddi gelirlerim var. Şunu özellikle bilmenizi istiyorum ne Kızılcık Şerbeti ne Kızıl Goncalar… Kanaldan alınan parayla dizi yapılmıyor. Çünkü artık Türkiye’de yurtdışı satışı olmazsa, Youtube gelirleri olmazsa bir dizinin bütçesel anlamda dengesini kurmak mümkün değil. Onun için de ben arşivimin daha güçlü olması adına, gelecekte daha etkili ve daha iyi işler yapabilmem adına yapacağım işlerin ulusal da olmasına inanıyorum.
Gelelim Kızıl Goncalar’a. Proje nasıl doğdu? Kendisini Müslüman Feminist olarak tanımlayan isimler de var mı senaryo ekibinde?
Müslüman feminist varsa da ben bilmiyorum. Sonuçta benim muhatabım Necati Şahin, onunla oturup konuşuyorum. Necati'nin ekibinde kimler var, kimler yok o konuda bilgim yok. Necati’yi çok uzun zamandır takip eden bir yapımcıyım. Necati daha önce neler yaptı? Vatanım Sensin… Türk televizyonlarında bence çığır açmış, çok özellikli işlerden biri… Sonra Necati Kulüp dizisini yazdı. Kulüp’ün birinci sezonu Netflix'in şu ana kadarki en etkili işlerinden biri bence, Bir Başkadır’ın dışında. Onun ötesinde Atatürk’ü yazdı. Necati çok özel ve önemli bir yazardır. Necati, son dönemde ulusala çok iş yapmaktan yana olmayan bir yazar. Çünkü artık dijitale çalışmak, senarist ve yönetmen, oyuncu için büyük avantaj.
Çünkü oluyor bitiyor…
45 dakikadan 10 bölüm… Reyting derdi yok. Zamanla yarışmıyorsunuz. Her hafta senaryo vermek gibi bir zorunluluğunuz yok. Necati'nin de tavrı bu yöndeydi. Her fırsatta hadi Necati bir şey yapalım diye ikna etmeye çalışıyordum.
O dünyadan mı geliyor Necati Şahin?
O dünyaya çok hakim. Necati’nin ailesi o yapıyı birebir hâlâ yaşayan bir aile… Konya’da etkili ailelerden birinin çocuğu ve çok donanımlı entelektüel, kendini çok geliştirmiş ve cidden farklı düşünen bir senarist. Sonra işte onu mu yapsak, bunu mu yapsak diye konuşurken ben de tam o dönem Kızılcık Şerbeti’nin tadına varmışken, onun geri dönüşlerinin tadına varmışken dedim ki Necati gel şunun bir level üstüne geçelim ve daha etkili bir şey yapalım. Ülkenin sosyolojisine ayna tutalım. Farklı şeyler hissettirelim insanlara… Önce çok gönüllü değildi. Sonra bir gün beni aradı, bir şey buldum dedi. Tabii biz bu arada film izliyoruz, kitap okuyoruz. Ben de o dönemde İran sinemasına kafayı feci takmıştım. Seyrettiğim filmlerde şunu çok net görüyordum; sosyolojik olarak gidişat İran’ın gidişatıyla paralel şekilleniyor…
İran İslam Devrimi’nin bir benzerinin yaşanacağı gibi mi?
Yok… Baskı anlamında… Türkiye’de İslam devrimi olacağına inanmıyorum da… Oradaki baskının bir benzerinin yavaş yavaş Türkiye’de şekillendiğini hissediyorum. Çünkü başka alt birimlerin, öyle ya da böyle yönetime bir etkisinin olduğu somut bir gerçek… Onun için İran filmleri, oradaki karakterler, oradaki yapı… Sonuçta benim aklıma bir şey geldi. Necati ile paylaştım. Necati bir düşüneyim dedi. Düşündü ve döndükten sonra dedi ki bir şey buldum. Necati bana hikayeyi anlattı ve çok etkilendim. Olağanüstüydü… Hemen bunu yapıyoruz dedim. Tabii şu da bir gerçek. Türkiye bir seçime gidiyor. Millet İttifakı meselesi var. Her halde biz de böyle bir umutla acaba Türkiye’de bazı şeyler değişir beklentisiyle, acaba Kızılcık Şerbeti’nde yaşadığımız süreç belirli bir siyasal değişimden sonra farklı bir boyuta kayar mı diye daha cesur davranalım dedik ve bu işe meylettik.
Seçimlerin öncesindeydi yani bu proje?
Tabii. Necati aradı seçimlerini sabahı; devam mı tamam mı diye sordu. Devam dedim. Sonra biz yola koyulduk. Tabii hikayeler çok iyi geliyor, senaryo çok iyi geliyor. Okuduğum her şey bana çok büyük haz veriyor. Özellikle Meryem’i oynayacak oyuncu çok çok önemliydi. Benim çok farklı bir Meryem bulmam lazımdı. Piyasada her işte olan oyuncuların dışında, biraz kenarda kalmış birini bulmam lazım diye düşünerek Özgü Namal’a gittim. Özgü İstanbul dışında yaşıyordu. Kendine farklı bir hayat kurmuştu. Biraz da bu işlere mesafeliydi. Çok da dizi yapma derdinde olan biri değildi. O da olursa dijitale yaparım diyordu.
Özgü’ye hikayeyi anlattım. Şaşırdı, çok sevdi ama tabii kaygıları vardı. Sonra birkaç görüşmeden sonra Özgü ikna oldu. Özgü’yü ikna ettikten sonra Levent rolü çok önemliydi. Levent'i bulmak gerekiyordu. Levent içinde işte o dönem aklıma Özcan Deniz geldi. Özcan da aslında çok ulusala iş yapmak istemiyordu. Çünkü Özcan’ın şu anda çok yoğun bir sahne hayatı var ve sahneden de iyi para kazanıyor.
İnsanlar bu işe gelirken çok büyük fedakarlıklar yaparak geldiler. Yani hem Özgü hem Özcan. Yoksa o paralar başka yerlerde kolay ve rahat kazanılır ki…
Haziran Gecesi'nden kalan Özcan'la ve Hanımın Çiftliği’nden kalan Özgü ile olan hukukuma binaen rica ettim. Size ihtiyacım var dedim. Onlar da sağ olsun projeye evet dediler.
İş orada bitmiyor, Bunu kim çekecek en önemli şey… Ömür (Atay)’ü çok severim. Ömür’le daha önce çok iş yaptım. Oturduk, konuştuk. Onun da tereddütleri, kaygıları vardı. Sonra o da ikna oldu. Sonra biz cast meselesine geçtik. O konuda hiç mütevazı olmayacağım. Cidden benim cast yeteneğim çok iyidir. İnandırıcı, gerçek insanları bir araya getirmeye özen gösteririm.
[caption id="attachment_535919" align="aligncenter" width="418"] Yönetmen Ömür Atay[/caption]
"Darülaceze'nin kapısına adap dikip bizi sokmadılar"
Darülaceze mekânlardan birisiydi…
Gerçekçi ve reel olsun diye… Doktor Levent bir devlet hastanesinde çalışıyor. Çok modern şaşalı bir mekan olmasın diye daha özellikli Darülaceze olsun istedik.
Doktor Levent’in idealizmine de uygun, özel hastanede çalışacak hali yok…
Aynen…Darülaceze’yi yeniden dizayn ettik çekim için.
"Bir tarafı güzelleyip diğer tarafı lanetlemek gibi bir derdimiz yok"
Hiç o süreçte sorun çıktı mı, zira o mekanları artık bakanlık yasakladı. Senaryoyu görmüşlerdi değil mi öncesinde?
Dizinin konusunu biliyorlardı. Oradaki insanların bize olan yaklaşımıyla ilgili en ufak bir dert olmadı. Yardımcı oldular. Çok da destek oldular. Biz gittiğimiz mekanlara çok ciddi emek verip para yatırdığımız için o mekanları güzelleştirdik. Darülaceze’nin daha önceki o koridorunu görseniz hiç alakası yok. Darülaceze'de en çok mutlu olan insanlar orada kalan yaşlılardı. Çünkü bizle çok iyi vakit geçiriyorlardı, oyuncularla temas ediyorlardı, bir diyalog vardı. Oranın yetkilileri de bizden çok memnundu. Sonra birinci bölümün tanıtımı girdi, reaksiyonlar gelmeye başladı. Arkasından birinci bölüm girdi. Bir anda RTÜK inceleme başlattı. Lafını duyan işte hem Milli Emlak hem de Darülaceze’nin bağlı olduğu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı… Kadından sorumlu ama işte… Aslında bize madalya vermesi gerekirken, Türkiye’nin en hassas noktalarına dokunan bir diziyi kız çocuklarının eğitimi, çocuk yaşta evlilik gibi konulara değinen dizi... Apar topar, anlamadan dinlemeden ne olduğunun farkına varmadan bir anda kapının önüne bir sürü adam dizip biz içeri sokmadılar. Yani Darülaceze’ye… Sonra tamam dedik, yeni yerler yaparız dedik ve gereğini yaptık. Bir de şunu anlamak da o kadar zorlanıyorum ki, hem Kızılcık Şerbeti’nde hem de Kızıl Goncalar'da meseleyi mümkün olduğu kadar objektif anlatmaya özen gösteriyorum. Türkiye'nin öyle veya böyle bir gerçeği var, sosyolojik gerçeği… İnsanlar ikiye bölünmüş ve birbirleriyle olan temasları çok sınırlı. En azından birbirlerini anlayıp birbirlerinin dertleriyle biraz dertlenip insanların kılığına, kıyafetine bakmadan, vicdanına, kalbine, yüreğine dokunarak bir şeyleri çözümlemesi gerektiğini düşündüğümüz için bunları yapıyoruz. Yoksa bir tarafı güzel, diğer tarafı lanetlemek gibi bir derdimiz yok.
"Seküler kesim gocunmuyor, rahatsız olmuyor"
Bunu yapsaydınız dizi tutar mıydı?
Benim hayata bakışım, hayatta duruşum belli. Ben 28 Şubatı da yeri geldiğinde dizimde eleştirebilme hakkını kendimde görüyorum ve onun da bir yanlış olduğunu hissedip diziye koyuyorum. Laik seküler bir ailenin çocuğuyla olan ilişkilerini, son dönemde proje çocuk meselesinin, sınav meselelerinin ailelerde nasıl travmalara neden olduğunu az çok gözlemlediğim için onu bile koyabiliyorum ve eleştiriler getirebiliyorum. İşin tuhafı da şu tabii. Bu taraf (Seküler kesim) hiç alınmıyor, gocunmuyor, rahatsız olmuyor, yanlış gösteriyorsun demiyor. Her toplulukta iyiler de vardır, kötüler de olur. Ben insan anlatıyorum. Ben genelleme yapmıyorum ki, tornadan çıkmış gibi bütün muhafazakârlar aynı şekilde mi yaşıyor, aynı şekilde mi hayata bakıyor? Yani bütün eleştirileri veya değerlendirmeleri aynı mı? Orada da iyi insanlar var, burada da iyi insanlar var, orada da kötüler var, burada da kötüler var. Başka türlü dramayı nasıl kuracaksınız? Dramayı kurmanın temel mantığı iyilerle kötülerin birbiriyle olan çatışması üzerine kurulur. Bu Shakespeare'den bu yana hep böyle. Bunu anlatamamak veya seyrettiğini anlayamamak, okuduğunu yorumlayamamak kadar kötü bir şey yok. 15 dakika ya da bir sahneyi izleyip dizi üzerine yorum yapan o kadar çok insan gördüm ki dehşete düşüyorum. Biraz sabırlı olun, okuyun, araştırın, görün, seyredin. Bu adamların derdi ne diye biraz dertlenin. Sonra yorum yapın. Biz her türlü eleştiriye açığız. Ben yanlış ya da farklı anlatıyor olabilirim. Sen de daha iyisini anlat. Sen de o taraftan bir şey anlat. İşin duygusuna, estetiğine bakmadan, yansıttığı ve hissettirdiğine bakmadan tamamen önyargılarla bir sahnenin yarattığı etki üzerinden bir bombardımana geçip karşı tarafı linç etmeye soyunmak da çok adil ve vicdanlı bir durum değil. Hele hele inançlı insanların bunu yapıyor olması dehşet verici….
"Efendi Hazretleri ifadesi formüle etmenin yollarını arıyoruz"
Siz şöyle bir dönemde dizi yaptınız; cemaat ve tarikatların güçlendiği, sadece iktisadi değil siyasal olarak da güçlendiği bir dönemde dizi yaptınız. Zenginliklerinin saklanamadığı, örtülemediği, çocuk yaşta evlilikler meselesinden tutun da cemaat yurtlarındaki yangınlar, cemaat yurtlarındaki çocuk istismarlarına kadar ki bu çocuk istismarı meselesi sadece muhafazakâr kesimin derdi olamaz. Laik kesimin de derdi… Öyle bir dönemde yaptınız ki, riskli bir bölgeye girdiniz. Nedense ilk ses İsmailağa Cemaati’nden geldi. Sizce bu cemaat neden üstüne alındı?
Bilmiyorum… Biz bu projeyi çalışırken herhangi bir cemaat buradan kendine bir paye çıkarmasın ya da bunlar bizi anlatıyor gibi bir algıya sebep vermesin diye çok titiz bir çalışma yaptık. Mesela giyimleri, işte başlarına taktıkları…
İsmailağa bundan niye alındı bilmiyorum ama bizim kılık kıyafetimize baktığınızda İsmailağa’nın kılık kıyafetiyle hiç uzaktan yakından ilişkisinin olmadığının çok net anlaşılması gerekiyor. Ben çok hakim değilim ama arkadaşlarım epey araştırdı. Bizim ilk birinci bölümde gösterdiğimiz zikir sahnesi şu anki cemaat yapılanmalarındaki zikir törenlerinin dışında… Biz mümkün olduğu kadar Faniler diye kendimize özel bir tarikat kurduk. Türkiye’deki tarikat gerçeğini, her yerden parça parça bir şeyler alarak kendimizce bir tarikat anlatmaya özen gösterdik.
Ama Efendi Hazretleri ifadesi var, Mahmut Ustaosmanoğlu’nu çağrıştırıyor…
Efendi hazretleri ama onu hiç göstermiyoruz ve hiçbir zaman da göstermeyeceğiz.
Onların terminolojisi ama…
Demek ki biz de hata yapmışız. Ya da arkadaşlar fark etmeden dizinin içine koymuş olabilir. Ama buradan algıyla kendilerinin anlatıldığı varsayımını çıkarıyorlarsa bilemem ama inanın biz bilinçli bir şey yapmadık. İsmailağa’yı anlatalım gibi bir derdimiz hiç ama hiç olmadı. Bu ülkenin tek gerçeği İsmailağa mı? 50 tane tarikat var ve o tarikatların hiçbiri üstüne alınmadı. Tabii biz de bunu kendi içimizde sorguluyoruz. Yani biz İsmailağa’yı rahatsız edecek veya kendilerinin anlatıldığı iddiasını sahiplenmelerinin altında yatan ne diye? Biz de kendi içimizde bir sürü sorgulamalar yapıyoruz. Özellikle Efendi Hazretleri meselesine katılıyorum, onu biz de fark ettik. Onu da şu anda formüle etmenin yollarını arıyoruz. Çünkü bizim derdimiz belirli bir zümreyi ya da kişileri anlatmak değil. Bir ülkenin sosyolojisine ayna tutup bazı gerçeklerin tartışılmasını istiyoruz.
Şundan kaçmak mümkün mü; tarikat dediğimiz kapalı yapılar, her dönemde ekonomiyle, devletle, siyasetle ilişkileri olan yapılar. Refah Partisi döneminde Erbakan Başbakanlık’ta iftar yemeği vermişti. Tarikat ya da cemaat gerçeğine dokunurken tepkiden kaçmak mümkün mü?
Tabii ki mümkün değil. Televizyonda haber olarak verildiğinde insanların reaksiyonu belirli oranda kalırken biz olunca bunu 3-5 kat daha yukarıya çekmenin mantığı da yok. Tabii bizim en büyük şanssızlığımız bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı’nın tarikat ve cemaatleri STK olarak tarif ettiği konuşmanın dizinin oynadığı haftaya denk gelmesi. Türkiye’nin bir gerçeği var. Bu yeni oluşan bir şey değil. Bu sosyolojinin öyle ya da böyle bu ülkeye dayattığı bir şey var. Bunu yok saymanın bir anlamı yok. Anlayalım. Ben tarikatta herkesi kötü mü gösteriyorum. Meryem, sağ duyuyu, ahlakı, dürüstlüğü temsil eden en önemli karakter. O yapı içerisinde büyümüş, o yapının ahlaki değerleriyle hayatı yorumlayan bir karakter. Şimdi Meryem’in bu tavrını olumlamaları gerekirken Meryem’in börek meselesinden ötürü gösterdiği tepkiyi negatife çeviriyorlar.
"Meryem karakteri ahlak ve vicdanı tartıştırıyor; ilk defa böyle bir kadın karakteri var"
Kadının dürüstlüğü, vicdanı temsil etmesinden duyulan bir rahatsızlık olabilir mi?
Sanmıyorum… Kızılcık Şerbeti’nde daha modern, son dönem ekonomisinin onlara sağladığı katkılarla farklı bir yaşam süren muhafazakâr bir ailedeki giyim-kuşam, türban dizaynıyla Meryem’im türban dizaynı çok farklı. Cemaat yapılanması içindeki giyimi dikkat ederek yarattığım bir tipoloji var. İlk defa ekranda böyle bir kadın karakteri ve Türkiye’nin en önemli oyuncularından birinin oynadığı bir karakteri bu şekliyle sunuyorsun diye teşekkür edilmesi gerekirken, üstelik dürüstlük, ahlak, vicdanı tartıştıran bir karakter ortadayken vay efendim börek, tereyağı, zeytinyağı…
İkinci bölümde de bunu yapan insanı o tarikat cezalandırıp gereğini yapıyor. Bu kadar ön yargıyla, seyrettiğini yorumlamakta zorlanan insanlarla bazı meseleleri konuşmak çok zor.
O kılık kıyafetle sizin yapılanmanızın içinden çıkmış bir karakteri en iyi şekilde sunuyorum. Çünkü ben objektif olmaya özen gösteriyorum. Onun bu tarafı anlaması gerekiyor. Bunun da o tarafı anlaması gerekiyor. Sonra ne yapıyorum? O kadını getirip 28 Şubat meselesine bir şekilde bağlıyorum. Ve o akıllı kız… Dizi de bir önerme var. P=Q sahnesi…
O sahnede o kadar büyük bir zekâ var ki o kadar büyük emek var ki. İki ya da üç günde yazılan, insanlar otursun da seyretsin mantığıyla yapılan bir şey değil. Her sahnesi, her satırı, her diyaloğu çok düşünülerek hazırlanmış bir şey. Biz Türkiye’ye ayna tutuyoruz. Katı seküler Kemalist kesime de eleştiri getiriyoruz. Bir dönemin yanlışlarının ülke siyasetine etkileri ortada. Keşke bunlar olmasaydı ülke de bunları yaşamasaydı diyoruz. Bunlara bir özeleştiri getirilmesi gerekiyor. Artık birilerinin bunları açık yüreklilikle konuşması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da ekranda gösterip gündem yaratmanın derdindeyiz. Ama maalesef böyle anlaşılamadık.
"İki tarafta birlikte yaşamanın yolunu bulacak, dizinin mottosu bu"
Cüneyt karakteri de mesela Meryem karakteri gibi o da vicdanı, sabrı ve sukutü temsil eden bir karakter. Cüneyt karakteri İsmailağa Cemaati’nde yetişmiş, sonrasında deist olduğunu açıklayan Talha Hakan Alp mi? İlahiyatçı Mustafa Öztürk böyle olabileceği tahmininde bulunmuştu.
Mustafa Bey sağ olsun diziyi seyretmiş. Yaptığı yorum çok hakkaniyetli bir yorum değil. Ben de kendimi birebir kendisine anlatmak istedim. Telefonda konuştuk.
[caption id="attachment_535918" align="aligncenter" width="902"] Kızıl Goncalar-Cüneyt karakteri[/caption]
Mustafa Öztürk yorumunda “Dizide tarikatlar eleştiriliyor ama muhafazakarlık övülüyor. Dizinin iktidar tarafından desteklenmiş olabileceğini” söyledi.
Ben birilerinin aparatıymışım gibi bir algıyla yorum yapmış. Ben böyle bir adam olmadığımı ona da anlattım. Benim o kadar da bildiğim bir dünya değil o yüzden dönüp Necati’ye soruyorum, böyle mi diye… O da hayır diyor, kendi geldiği dünyadan bir karakteri anlattığını söylüyor.
Mustafa Bey iki bölüme bakarak öyle yorumluyor. Ama Cüneyt karakterinin ilerleyen süreçte neler yaşayacağını insanlar bilmiyor ki… Derdimiz şu, bu iki taraf bir biriyle temas edecek, birbirini daha yakından tanıyıp anlayacak. İki taraf da bir şekilde asgari müşterek de uzlaşmanın, birleşmenin birlikte yaşamanın yolunu bulacak. İki dizinin de mottosu bu. Ülke bunu tartışacak. Bu konuda yetkili insanların bu konuda bir fikri oluşacak, gereği de yapılacak diye düşünüyorum. Bu meseleye ayna tutup toplumun önüne getiriyor muyum? Getiriyorum. Ondan sonrasını sosyologlar, psikologlar, siyasetçiler, insanlar oturacak, konuşacak, tartışacak. Bir de tarikatları kapattık, yok ettik demekle olmuyor. Geçmişte bunun çok örneği var.
Evet 28 Şubat bin yıl sürecekti…
Oldu mu yani? Yasakladık, kapattık diye bir şey olmuyor. Onun için öyle veya böyle bir ortak noktanın bulunması, bir uzlaşının oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
Hala karakterinin dizideki ideal Müslüman olmasıyla ilgili ne diyorsunuz?
O feminist, muhafazakâr sol Müslümanı temsil ediyor. Bu karakterlerin hepsinin hayatta birebir karşılığı var.
"Yetmez ama evet'çiler de özeleştiri vermeli"
‘Yetmez ama evet’i neden diziye soktunuz? 2010’da 12 Eylül’le hesaplaşma olarak sunulan anayasa değişikliğiyle ilgili süreçte bazı kesimler, liberaller nefret öznelerine dönüştürüldü zira…
Sonuçları ortada… Ben de bunu eleştiriyorum.
Ama baba ve kız ilişkisi üzerinden onlar hâlâ nefretin özneleri gibi sunulmuyor mu?
Baba karakteri ‘Yetmez ama evet’çilerin o dönemde yaptıklarının bugünkü sonuçlarını bir şekilde belirlediğine inanıyor. Onun açılımı olacak ilerleyen bölümlerde. Baba ile kız oturacak, bu konular konuşulacak. Bütün bunlar anlatılacak. Baba ile kız bir noktada uzlaşacak. Biz bilinçli olarak buralara dokunuyoruz. Toplumun sinir uçlarına dokunduğumun farkındayım ama bunların konuşulması lazım. ‘Yetmez ama evet’çilerin hiç mi günahı yok. O döneme ilişkin özeleştiri yaptıklarında hangi noktadalar acaba. Eminim farklı düşünüyorlar şu anda. Hayal ettikleri gibi bir şey gerçekleşmedi bu ülkede.
"Yetmez ama evet, Sezen Aksu'yu ne noktaya getirdi"
‘Yetmez ama nefreti’ de bir sorun değil mi, 21 yıllık iktidarın bütün yükünü onlara yüklemek haksızlık değil mi?
En büyük savunucularından biri de Sezen Aksu’ydu. Türkiye’nin en önemli ozanı, sanatçısı şarkı yazmıyor, sahneye çıkmıyor. Bu önemli bir şey değil mi? Sezen Hanım’ı ne noktaya getirdi. Onun için ben herkesin geçmişiyle ilgili bir şekilde özeleştiri yapıp yüzleşmesinden yanayım. Ben kendi adıma nasıl özeleştiri yapıyorsam ki ben burada küçük bir kırıntıyım. Bir cesaretle gündeme getirip insanların bu konuları konuşmasını, tartışmasını tercih ediyorsam, birileri de özelleştirmesini yapmalı bence.
Dizide sekülerler daha kötü gösteriliyor yorumlarına ne dersiniz? İşte vicdansız laik anne, evlat edindiği çocuğun sorumluluğunu almıyor üstelik yurt dışına gidiyor…
Drama diyeceğim yine. Bir tarafta Meryem var diğer tarafta Levent var. Meryem'in hayatında kocası var. Levent’in hayatında karısı var. Şimdi hikâyenin temel meselesi Levent’le Meryem’in bir araya gelmesi. Bunların etrafındaki karakterlerin çok da olumlu olmaması gerekiyor ki süreç içerisinde bunların bir araya gelmesine sebep olacak durumlar yaratmanın kolaylığı sağlansın.
"Sekülerler kötü gösterilmeye şerbetli, diğer taraf bir dakika diyor"
En radikal şeylerden bir de Meryem ve Levent’in evlenmesi olur herhalde?
Çok keskin bir yerden başladı ikisi de… Yavaş yavaş birbirlerini tanıdıkça ikisi de başka bir noktaya gelecek. Ana merkezdeki oyuncuları belirli bir noktada buluşturabilmem adına, onların çevresindeki insanların drama gereği negatif olması gerekiyor ki seyirci bu insanların bu ilişkilerine onay versin. Yoksa reddeder, kimse de seyretmez. Sekülerler zaten bu ülkede dizilerde o kadar kötü gösteriliyor ki onlar bu anlamda şerbetli. Mini etek giyersen tecavüze maruz kalırsın… Gece dışarıda olursan şöyle olursun…. Dizilerde kullanılan kadın motiflerine baktığınız zaman tipoloji hep böyle. Yıllardan beri bütün dramalarda ihanetleri kim yapıyor, sekülerler yapıyor. Sekülerler üzerinden hikaye anlattığınızda bu ülkede hiçbir dert yok. Sekülerler bu konuda gayet de anlayışlı bir hale gelmiş durumda. Diğer tarafı anlattığında ise o bir dakika ne oluyor diyor. Kızılcık Şerbeti’nde Nursema karakterinin aile baskısından çıkıp birey olarak kendi öz meselesine, haklarına sahip çıkar hale gelmesiyle muhafazakâr dünya içerisinde bir çığır açtığımızı düşünüyorum.
[caption id="attachment_535921" align="aligncenter" width="739"] Meryem ve Levent karakteri[/caption]
Artık çok Nursemalar var…
Mesela ben kızı ‘Yetmez ama evet’çi yapmasam, baba ile diyaloğu gayet iyi olsa aile içi çatışmayı nereden kurgulayacağım. O zaman klasik, babanın istemediği erkekle birlikte olan bir kızla babanın çatışmasına döneceğim. O zaman da dümdüz klasik bir öykü olacak.
"Mağduriyet donelerinin ortadan kalkmasına çabalıyorum"
Ama şöyle bir şey de yok mu, muhafazakâr kesimin bitmeyen bir mağduriyeti var. Bu dizide de mağdur edildiklerini düşünüyor, RTÜK devreye giriyor, yasaklar konuyor, mekanlar engelleniyor.
Evet kullanışlı bir alan var ve her şekilde bu kullanılıyor. Kullanılabilir bazı donelerin ortadan kalkmasına dönük çabam da bu yüzden. Kızılcık Şerbeti bunun için yapıldı. Türbandı, kılıktı kıyafetti… Türkiye'nin böyle bir meselesinin artık olmadığını düşünüyorum. Bu konuda da her türlü hak verilmiş durumda. İnsanlar nasıl giyinirse giyinir, nasıl yaşarsa yaşar. Ortak vatan, asgari müştereklerde birlikte yaşamanın yolunu bulmak gerekiyor.
Gerçekten olamaz diyeceğimiz şeyler görecek miyiz dizinin ilerleyen bölümlerinde?
Müsaade ederlerse göreceğiz. İlk gün ne düşünüyorsam şu anda da aynı şeyi düşünüyorum. Şu yaşadıklarım bende en ufak bir olumsuzluk ve negatif bir algı yaratmıyor. Ben inandığım şeyleri yapma yolunda hızla ilerleyeceğim ama ülkenin konumu, koşulları, siyasi atmosferi buna ne kadar müsaade edecek ona da bakacağım.
"Şehirli okumuz muhafazakârlardan olumlu tepkiler alıyorum"
Tarikat ve cemaatlere mesafeli, modernizmle barışık, özgürlükçü laiklikle derdi olmayan muhafazakâr kesimlerden ne tür tepkiler alıyorsunuz? Daha doğrusu AKP’ye oy veren farklı tonlardaki kesimlerin dizi özelinde nasıl ayrıştığını anlamaya çalışıyorum…
Çok iyi tepkiler oluyor. Şehirli okumuş belirli konuma gelmiş muhafazakârların diziye yaklaşımı çok pozitif. Onlar anlamışlar ve doğru analizler yapıyorlar. Ahmet Davutoğlu’nu hayatımda tanımadım. Beni arayıp teşekkür etti. Karar gazetesi yazarları bu diziyi olumluyor.
Kırsaldan gelen kitlenin tepkileri ise farklı… Bu ayrışma siyasette var zaten… Beni hedefe koyanlar Yeni Şafak ve Yeni Akit… Eleştiri olabilir ama işin linç noktasına geliyor olması çok kötü.
Nasıl etkileniyor oyuncular bundan?
Etkilenmemeleri mümkün mü…
Hayal edelim RTÜK yok, mahalle baskı yok… Daha radikal bir dizi görebilir miydik, görebilir miyiz?
Sanata sansür olmamalı. İnsan fikrini özgürce çıkıp anlatabilmeli. Bunun alıcısı varsa seyredeni varsa aslında seyirci bunun en temel belirleyici unsuru. Beğenirse izler beğenmezse seyretmez. Bu kadar izleniyorsa demek ki bu bir ihtiyaç. Kızılcık Şerbeti’nin, Kızıl Goncalar’ın bu kadar yüksek reyting almasının temel nedeni toplumun öyle veya böyle bu tarz işleri olan ihtiyacı. Çünkü ben şunun farkındayım; Türkiye muhalefetinin bazı şeyleri çok net dillendirip etkili bir durum ortaya koyamamasından ötürü, Atatürk’ün bir lafını dizide zikrettiğimizde olay oluyor. Neden? Çünkü insanlar aç, bunları duymak istiyor. Duyamadığı noktada da kızgınlıkla, tepkiyle reaksiyonla başka şeyler yapıyor.
Muhalefetin yapamadığını dizi mi yapıyor?
Valla öyle… Levent karakteri diyor ya, ‘köylü dediğin insanı yok sayma, köylü dediğinden Aşık Veysel çıkar.’ Bu laf o kadar çok şey anlatıyor ki. CHP’nin bir dönem seçmeni küçümsemesi vs. Bidon kafalı demek, makarna demek, kömür demek… Bunlarla bir yere varılmadığı ortada.
TIKLAYIN: Kızıl Goncalar’ın 3. bölüm 3. fragmanı yayınlandı