Candan Yıldız
Zeynep Altıok: Sivas katliamının yaşandığı gün, öldürülenlerin çoğundan yaşlı, bugün de babamdan büyüğüm!
Tam 30 yıl önce... Bir katliam milyonların gözü önünde yaşandı.
Binlerce kişi, bir pogromu çağrıştırırcasına Sivas Madımak otelini ‘Yakın’ diye bağırıyordu.
Otel ateşe verildi... Yaşları 12 ile 66 arasında değişen 33 insan öldürüldü. 124 sanıklı dava sürecinde firari sanıklar yönünden iki dava zaman aşımından düştü.
Bazı hükümlüler ‘affedildi”. Bazı kaçak firarilerin (Cafer Erçakmak) 18 yıl aranırken Sivas Emniyeti’ne 500 metre mesafedeki evinde yaşadığı ve 2011 yılında evinde öldüğü ortaya çıktı. Dönemin önemli tanıkları dinlenmedi, bazı kaçak firariler için iade talebi dahi yapılmadı.
O katliamda babası Metin Altıok’u kaybeden Zeynep Altıok’la firari sanıklar Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş'ın yargılandığı davadaki zaman aşımı kararını, 30 yıllık adalet arayışını konuştuk.
Sivas’taki cehennemin yaşandığı dönem Refah Partisi’nden belediye Başkanı olan Temel Karamollaoğlu’nun tanık olarak dinlenmesini istediklerini belirten Zeynep Altıkok, “bir ifade dahi vermedi, muhalefet ortaklığı içerisine girene kadar sosyal medyada dahi bir başsağlığı, bir üzüntü, bir tenkit ifadesi olmadı” sözleriyle eleştirisini dile getirdi.
“Temel Karamollaoğlu ifade dahi vermedi”
Zaman aşımını ilk duygunuzda korktuğumuz başımıza geldi dediniz mi? Umudunuz var mıydı adil yargılama konusunda?
Umudum yoktu. Çünkü 2013 yılında aynı şekilde beş firari sanık üzerinden devam eden davamız da zaman aşımına uğratıldı. Zaman aşımı kararı alındıktan sonra zamanın başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı olan kişi ‘hayırlı olsun’ demişti.
Zaten geçen yıl ve bu yıl, kişiye özgü, keyfi bir ‘af’ talimatıyla iki hükümlü hem de müebbet hükümlüsü; elindeki benzin bidonuyla suçu sabit olan kişi serbest bırakıldı. Şimdi 30 yıl boyunca devam eden davanın bütün seyrinin içerisindeki akıl almaz nitelikteki birçok detay bize adaletin umduğumuz adalet gibi gelmeyeceğini işaret ediyordu.
O yüzden önceki davanın emsali gibi bu davada da zaman aşımı kararının verileceğini, bunun için gün sayıldığını biliyorduk. Bu sürece gelene kadar sadece bir dakika süren dava oldu; erteleme ile, oyalamayla… Ama biz elbette mücadeleyi hiçbir zaman bırakmamız gerektiğinin bilinciyle sözümüzü söylemeye, taleplerimizi iletmeye devam ettik.
Nitekim seçim süreci devam ederken son duruşmalardan birinde avukatlarımızın taleplerinden biri Temel Karamollaoğlu'nun dinlenmesiydi mesela. 30 yıl geçmiş, bugünkü siyasetin aktörlerinden biri olarak, üstelik de kendisini muhalefetin aktörlerinden biri olarak tanımlayan bir kişinin, kilit isimlerden biri olduğu davayla ilgili bir ifade dahi vermediğini, çağrı olduğu halde mahkemenin bunu oyalayarak onu oraya getirtmediğini de gözlemliyoruz. Yani o kadar çok katmanlı ve önümüze gelen çok karmaşık da olsa net bir tablo var ki bir sürpriz olmadı. Bu davayı, belki birileri kendi çıkarı nezdinde rafa kaldırıyor olabilir ama nasıl ki 30 yıldır taşıyorsak, ömrümüz oldukça da adalet talebiyle taşımaya devam edeceğiz.
“Anayasa Mahkemesi başvurumuzu 10 yıldır gündemine bile taşımadı”
Bizim için değişen bir şey olmadı. Sadece değişen tek şey, göz göre göre söylediğimiz her şeyin oluyor olması. Hukuk ve adalet adına da bir adım, bir arpa boyu yolun gidilemiyor olması. Daha çarpıcı bir başka tarafı da, 2013’te zaman aşımına uğrayan davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmek için iç hukukun tüketilmesi koşulu var. Türkiye'den olağanüstü başvuru sayısı olduğu için böyle bir uygulamayı Türkiye özelinde koymuş durumdalar. Bilinçli olarak Anayasa Mahkemesi 2013’ten bu yana dosyayı (ilk zaman aşımı davası) gündemine bile taşımadı.
“Karamollaoğlu ‘o insanlar yanmadı pencereyi açsalardı boğulmayacaklardı’ demişti”
Temel Karamoğlu o dönem belediye başkanıydı. Temel Karamollaoğlu ile o döneme ilişkin hiç konuştunuz mu?
Kişisel olarak bu konuyla ilgili bir muhataplığım olmadı ama şöyle bir muhataplığım oldu. Zaman aşımı kararından önceki süreçte, medya henüz biraz daha az bağımlı, ana akım medyanın en azından 2 Temmuz’da bizlerle röportaj yaptığı günlerde katıldığımız canlı yayınların birinde ve bir kaç defa başka şekillerde, kendisi canlı yayına telefonla bağlanarak benim anlattığım konuyla ilgili kendi görüşlerini, yorumlarını paylaştı. Örneğin bunlardan bir tanesinde ‘oradaki insanların yanmadığını, pencereyi açsalardı boğulmayacaklarını’ söyledi.
Dolayısıyla şimdi ‘ben orada yatıştırıcıydım, olaylar öyle değildi’ diyerek bir aklama çabası içerisinde olan bir insana, elbette ki onlar gibi, ya da şu anda devam eden davanın hukuki kavrayışı gibi davranmayız.
Biz hukuk yoluyla ve hukuki beyan ve hukuki soruşturma yoluyla mücadele eden ve konuşan insanlarız. Dolayısıyla o günden bugüne kadar hiçbir zaman mahkeme önüne gelip de o günkü aklayıcı rolünü izah eden ya da o günkü kamu görevi sebebiyle tanıklıklarını, neyin ne olduğunu anlatmadı. Bundan kaçındı, canlı yayınlarda mağdur konuşurken bağlanarak gayretkeş açıklamalar yaptı. Muhalefet ortaklığı içerisine girene kadar sosyal medyada dahi bir başsağlığı, bir üzüntü, bir tenkit ifadesi olmadı.
Ama 2 Temmuz’un yıldönümüne ilişkin tweetleri var Temel Karamollaoğlu'nun...
Muhalefette olmaya başladığından beri… Son birkaç yıldır tweet atıyor ama bu süreçteki samimiyetin gerçekçi olabilmesi için 30 yıl öncesinden bugüne kadar geçen zamanda sayısız defa talep edildiğinde ifade vermeyi, bildiklerini aktarmayı, aydınlatıcı olmayı, yanı sıra da başsağlığından tutun da tenkit ve bir daha olmaması için yapıcı mesajlar vermeyi üslenebilirdi. Bu tutum bile bence neden ifadeye gelmekten imtina ettiğinin göstergesi gibi…
“Siyasi cinayetler, adaletsizlik, katillerin salıverilmesi; bir izlek bir akıl”
Sivas Katliamı dava sürecinde bu kalkışma şeriatçı bir odağın eylemi gibi gösterildi. Ama Çorum, Maraş katliamlarından da biliyoruz ki devletin kontrolünde olan katliamlardı. Bu süreç bu yöndeki bir şüphenizi güçlendirdi mi? Çünkü Almanya iade talepleri konusunda önce DGM’leri, sonra idam cezasını gerçekçe göstererek iade taleplerini reddetti. 99 yılında idam cezası kaldırıldı, DGM’lerde artık yok.
Dönem dönem Alevi toplumuna yönelik ayrıştırıcı, nefret kültürünü yerleştiren tutum sebebiyle inançlar üzerinden, mezhepler üzerinden yaratılan çatışmalar, zaman zaman piyonlar, azmettiriciler, kullanışlı aktörlerle yaratılan acılar var. Ama bütün bunların yanı sıra ne ilginçtir ki Sabahattin Ali’den Tahir Elçi cinayetine kadar gelen faili meçhul siyasi cinayetlerin tamamının adaletsiz kalmış olması, hiç birinin davasında bir arpa boyu yol gidilememiş olması ya da bütün bu öldürmelerin içerisinde birçok katilin ya şartlı salıverilmesi ya torba yasalarla sessiz sedasız serbest bırakılması ya da ‘şahsım affı’yla, yok yaşı çok ileridir, mağdurdur, denilerek azılı vahşi bir katilin, insan tutuşturan bir insanın affedilmesini uygun gören bir akıl, bir izlek bu…
“Kırmızı bültenle aranan sanık yakalandı ama Türkiye almadı”
Elbettteki bütün bunların azmettiricilerinin ya da bu sistemin içerisinde kimin nereden neyi kolladığının soruları var; hepimizin sorduğu ve sormaya devam edeceğimiz sorular. Ama şöyle de bir gerçeklik var. Almanya iade etmiyor değil biz de talep ediyor muyuz? Dava sürecimizde açıkça şunlar da yaşandı; kaçaklardan bir tanesi, Interpol tarafından kırmızı bültenlere aranan sanık, Polonya-Almanya tren sınırında yakalandı. Türkiye’ye deniyor ki işte bu Interpol’ün kırmızı bültenle aradığı sanık, bunun iadesi için başvurunuzu şu tarihle bu tarih arasında yapmanız gerekiyor. Ancak o süre içerisinde başvuru yapılmıyor. Adam çok enteresan bir şekilde elli bin Euro nakit kefalet ücreti ödeyerek serbest kalıyor.
2 Temmuz 1993 cumhuriyet rejimine karşı bir kalkışmaydı. Anayasal düzene karşı bir kalkışmaydı. ‘Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak’, ‘şeriat’ sloganlarıyla gerçekleşen bir karşı devrim girişimiydi, bir darbe girişimiydi. Bunun sanıkları ‘kocadılar’ denilerek serbest bırakılırken öbür tarafta tam iltisakı netleşmemiş, senelerce iddianamesi tamamlanmaksızın hapiste tutulan insanlara tanık oluyoruz. Gezi davasıyla ilgili karar mesela… Ne kadar adaletsiz, hukuksuz bir karar olduğu aşikarken, insanları yakarak öldürenler, işkence edenler, kadın cinayetlerini işleyenler, çocuk istismarcıları, işte her türlü vahşice eylemi uygulayanlar eli kolu serbest, tutuksuz yargılanarak dolaşabiliyorlar ya da ceza indirimlerinden faydalanabiliyorlar ya da çok haksız aflarla serbest kalabiliyorlar.
“Sanıkların arandığı yer avukatımızın ofisi oldu!”
Murat Sonkür, Eren Ceylan ve Murat Karataş… Firari sanıklardı ve yargılandıkları dava zaman aşımına uğradı ve yargılanmaktan kurtuldular. Bunlarla ilgili bilginiz var mı?
Adresleri bile belli. Ama bunca zamandır doğru belgelerle doğru taleple istenmediler. Sanıkların arandığı yer Türkiye’de bizim avukatımızın ofisi oldu mesela!
Interpol kırmızı bültenle ararken o adres Şenal Sarıhan’ın (Müşteki avukatı) bürosunun adresiydi.
Keza dinlenmesi gereken, o gün adım atmayan, kılını kıpırdatmayan asker, oradaki komutan, polis, emniyet müdürü, su sıkmayan itfaiye müdürü vs…. Planlayıcısı olmasa bile kolaylık sağlayan, fayda sağlayan, talimatla hareket eden kamu yetkilileri… Hiçbir tanesinin ifadesi yok, hiçbir tanesi doğru dürüst sorgulanmadı.
Bu davaya bir katkı sunabilecek kilit noktadaki hiçbir ismin bilgisine başvurulmadı. Ve 30 yıl geçtikten sonra, bir yüzleşme de olmadığı için, Temel Karamoğlu ile yüzleşmemiz hiç olmadı mesela, ama onun kendisiyle bir yüzleşmesi bence olmuştur.
Hukuki ve vicdani boyutuyla, bu gibi insanlık suçlarıyla ilgili yüzleşme mekanizmalarının hiçbirinin işletilmediği bir ortamdayız.
Katillerimizin adının, kurbanlarımızın, yitirdiklerimizin adıyla yan yana onurlandırıldığı bir anı köşesini kaldırtmak için başvurduğumuz mahkemelerden sonuç alamadık.
Sonradan Adalet Bakanı olacak Şevket Kazan sanıkların avukatı olmuştu…
Bizim avukatlarımızın baskıları sonucu avukatlıktan çekildiyse de açık ve net olarak sanıkların koşullarının iyileştirilmesi için onlara her türlü desteği sağladılar.
Onları savunan herkes, bakan, büyükşehir belediye başkanı, HSK üyesi, il başkanı, milletvekili, bürokrat vs. oldu. Sanıkları savunanların tamamı gibi katillerin de ödüllendirildiği bir sistemin içerisinde bu sonucu zaten en başından beri bekliyorduk.
“İtirafların da üzerine gidilmedi”
Hiç sanıkların ailelerinden size arayan oldu mu?
124 sanıklı bir davaydı. Tutuksuz yargılandıkları için kaçanlar oldu. Onların kaçışlarına yardım edenler oldu. Bu insanların gittiği yerler Suudi Arabistan üzerinden Almanya mesela…
Bu bile bir örgütsel girişim olduğunu gösteriyor. Söylemiştim 50 bin Euroluk nakit kefalet ücreti verebilmek bir kişinin harcı değil zaten.
Hatırlayacaksınız ‘örgütlu değildi’ derlerken itiraf, eve dönüş gibi yasalardan sonra gidip kendileri başvurdular. Örgütlü olduklarını söyleyerek yasadan faydalanabilmek için. İtirafların da üzerine gidilmedi.
Dolayısıyla zaman uzadıkça sahici tanıklıkların bile hafızasındakilere güvenilirlik zedelenir. Ben bile, bu acıyı birinci derecede yaşayan ve 30 yıldır bu işi takip eden bir insan olarak kendi hafızama tam güvenemezken bunları paylaşmaktan gocunan kişilere nasıl güvenelim.
Dolayısıyla, sahici bir adalet çıkmayacağını bildiğim halde, insanlık suçlarıyla ilgili gerçek bir tanımlamanın anayasada oluşabilmesi, bu davanın emsal olabilmesi ve daha başka acılar yaşanmaması için, işte ‘zaman aşımı’, ‘devlet sırrı’ gibi kavranların insanlık suçlarından ari tutulabilmesini içeren doğru bir tanımlama, bir kanun maddesi, bir anayasa maddesi oluşturulması ve uygulamada da bu yolun alınabilmesi ya da asıl daha güveneceğimiz adil, daha adaletli olacak bir sahici yüzleşme için bir şeyler yapılabilmesiyle ilgili kısmı benim için çok daha önemli.
Elbette pes etmişlik değil bu söylediğim ama hani biraz gerçekçi olarak bu davanın neye işaret ettiğini ve neyi taşıdığını da bilerek bu mücadeleyi sürdürmek lazım. Benim için artık bu saatten sonra on kişi daha yakalansa, elli kişi daha içeri girse, bu salınanlar salınmasa, yine aynı önemde bir dava olarak görürüm ve bu mücadelenin aslında hiç değilse bu anlamda bir iyiliğe evrilmesini temenni ederim. Bu mücadeleyi de bu yüzden sürdürmeye devam ediyorum.
“Özür beklediğimiz bir yapı değil; örgütlü kötülüğün piyonları onlar”
Bu 30 yıl içerisinde sanıklardan, onların ailelerinden hiç arayan, yüzleşmek isteyen, özür dilemek isteyen oldu mu?
Yok hayır. Zaten kafir diye tanımladıkları birilerini, cihat uğruna yok etmeyi ibadet ya da gönenç olarak gördükleri için, ‘biz de yanılmışız’ gibi şeyleri çok gerçekçi bulmuyorum. Çünkü öyle bir vicdanı olan bir insan sekiz saat boyunca öyle bir yerde bulunmaz ya da en ufacık bir şey yapmaz.
Dolayısıyla öyle bir şey beklediğimiz bir yapı değil. Bu ideolojinin ne olduğunu biliyoruz. Bu ideolojinin aktörlerinin cehaletin örgütlenmesiyle ve örgütlü kötülüğün teşvikiyle piyonlar olduğunun farkındayız. Hiçbir zaman suçluluklarından geri adım atmak adına söylemiyorum ama onlar sadece eylemciler. Yani yargı önüne taşınanlar elbette ki suçları sabit olan suçlu eylemcilerdir. Ama bu eylemcileri oraya yönlendiren, süren, azmettiren, bu olayı örgütleyen, planlayan, bir ay öncesinden bildiriler dağıtan, hedef gösteren, kaldırım taşlarını yol yapımı olmayan yerlere yığdırtan, gün içerisinde teşvik eden, müdahale etmeyen… Orada bir itfaiye bir ambulans kıpırdamıyor. Alev alev yanan bir otel içinde insanlar var. Bir tane polis bir adım öne çıkmıyor. Yine orada direnen iki otel görevlisini de ne yazık ki kıyımın kurbanlarına eklendiler. Dolayısıyla açık bir kalkışma…
“Rejim değişikliği o günden bugüne planlı bir şekilde yapıldı”
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında bir hukuk devleti olma yolunda demokrasiyi, cumhuriyeti iyileştirme, güçlendirme çabaları içerisinde aslında rejim değişikliğinin o günkü kalkışmadan bugün gerçekleşen rejim değişikliğine, ekonomik alandaki yoksunluktan, çöküşten, kötülükten, üretimin tamamen yok edilmesinden, insan haklarının, hak ve özgürlüklerin yok edilmesine kadar bütün ideolojik yapının adım adım o günden getirilip bugüne bağlandığının ve bunun sistemli ve planlı bir şekilde yapıldığının görülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu davanın bir başka rolü de budur. Büyük resmi görmediğimiz zaman aslında o ideolojik kalkışmayı örgütleyen aklın, iktidarın yönlendirmesiyle ilgili adımları görmeden hiçbir şeyin aydınlığa kavuşmayacağını da bilmemiz gerekir. Bu gericilik dediğimiz, şeri düzen dediğimiz usulde, zaten insan yakmak da, vurmak da öldürmek de mübah...
Kendi gibi inanmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi yaşamayandan herhangi bir şekilde tahrik olduğunda o kişinin canını alma özgürlüğünün tanımlandığı bir hukuk düzenimiz var şu anda…
Tahrik indiriminden yargılamanın usulsüzlüğüne varana kadar tamamen o gerici anlayışın kendini dayattığı, yaşam tarzına uymayan herkesi bi fiil cezalandırma özgürlüğünün meşru ve normal olduğu bir sistem tanımı içerisindeyiz. Ama bakarsanız her şey münferit! Hiçbir şey münferit değil!
“Cezaevindeki hükümlülerle ilgili rakamlar birbiriyle örtüşmedi”
Cezaevinde kaç hükümlü kaldı, kalanların hayatlarının kolaylaştırıldığı iddiaları da var, ne diyeceksiniz?
Kim serbest kim değili kontrol etme, takip edebilme koşulumuz yok. Biz Toplumsal Belek Platformu’nu kurduğumuzdan itibaren, özellikle de 2013’te zaman aşımı sürecinde Meclis’i ziyaret etmiştik. Tüm partilere eşit mesafede dururak sorularımızı, taleplerimizi, ihtiyaçlarımızı dile getirmiştik.
Bizi kabul eden partiler ve etmeyenler çok net bir şekilde bir resim ortaya koymuşlardı. O dönemki ziyaretimizin ardından milletvekilleri, CHP ve o zaman ki BDP, şimdiki HDP tarafından süreç içerisinde defalarca soru önergeleri verildi.
Kaç kişi tutukludur? Kaçı cezasını tamamlamıştır, hiçbirine yanıt alınamamıştır resmi makamlardan. Sonra milletvekili olduğum zaman bu soruyu yönelttim ve o zaman da bana bu sorunun kişisel olduğu ve bu soruyu soramayacağım şeklinde bir yanıt gelmişti. Adalet Bakanlığı’nın, insanlık suçuyla ilgili soru önergesi veren bir milletvekili, o insanlık suçunun içinde babası da öldürülmüş olduğu için, kişisel soru soramazsınız yanıtıyla karşı karşıya kaldı!
Benden sonra da arkadaşlarım bu önergeleri vermeye devam ettiler. Bu soruları veren milletvekillerine gelen cevaplarla, cezaevlerinden CİMER’e ya da cezaevine dilekçeyle gelen sorulara verilen yanıtlar hiçbir zaman örtüşmedi. Hep rakamlar üzerinde tutarsızlık olduğu için bunu hâlâ bilemiyoruz.
“O gün öldürülenlerin çoğundan yaşlı bugün ise babamdan büyüğüm”
Siz bu katliamı öğrendiğinize kaç yaşındaydınız?
23 yaşındaydım… Yani orada öldürülenlerin çoğundan yaşlıydım. Bugün de babamdan büyüğüm!
Acınızı deşmek anlamında değil ama o gün ve bugün arasında 30 yılda değişen ne sizin için?
Bugün Türkiye tutuklu gazeteci sayısının, fikir suçlusu sayısının en fazla olduğu ülkelerden biri…
Seksen öncesinden gelelim… Adaletsizlik hukuksuzluk hep var. Bugünün farkı bunun fütursuzca yapılıyor olması, açıkça yapılıyor olması. Mesela serbest bırakabilmek bir cümleyle… O zaman da serbest bırakıyorlardı birilerini ama bu kadar fütursuzca olmuyordu. Adaletsizlik, uzunca bir süredir bu ülkenin üzerine çöreklenmiş kara bir bulut.
İlk defa zaman aşımına uğrayan Sivas katliamı davası değil. Cevat Yurdakul cinayeti var. Uğur Mumcu cinayetinin hâlâ ucundan tutulmaya çalışılan yönleri var. Cumartesi Anneleri’nin kayıpları var. O gün o kayıpları sorgulamayan, kayıpların bulunması için adım atmayan bir sistem, her hafta rutine bağlamış bir şekilde neredeyse randevulu tutuklama ve ters kelepçe eylemliliği içerisinde!
Yani bazen yöntemler biraz değişiyor. Biraz daha futürsuzca görünürlük hali var. Maalesef izlek değişik değil. Bunun arkasında da elbette en temel unsur hukuk ama çok önemli başka bir boyut yüzleşme meselesi. Yani genç kuşaklara aktarılmayan bir tarih var. İktidarın, erk sahiplerinin kendi çıkarlarına göre yeniden yazdıkları tarih... O tarihe inandırılmış, yozlaştırılmış, popülizme esir edilmiş eğitimsizleştirilmiş, cahilleştirilmiş, sorgulamayan bir biat toplumu.. İşte o top ne kadar büyürse, o yumak sardıkça ne kadar daha büyük bir çile haline gelirse, o kadar karmaşıklaşıyor. Ama çilenin göbeği hep aynı...
“İki başı kapalı genç kızın ‘bizimkiler ne yapmışlar’ dediğini duydum”
Faillerin çocukları ne oldu. Bu tarihi okuduklarında nasıl yorumluyorlar nasıl değerlendiriyorlar? Böyle bir bilgi var mı sizde? Çünkü yüzleşmede bazı kuşaklar o sorumluluğu almak istemiyor.
Biz onlar gibi, tanımadığımız insanları itham etmek ya da bir takım var sayımlar üzerinden ithamlarda bulunmak gibi bir yöntemi izlemedik. Yanı sıra hiçbir zaman söyledikleri gibi intikam güden birileri de olmadık.
‘Kindar ve dindar nesil yetiştirme’ şiarıyla yola çıkan bir iktidardan, anlayıştan, ideolojiden bahsediyoruz. O kindar nesil, yakanların yarattığı alevleri daha iyi görebilsin diye çocuğunu omuzlarını alarak izlettiren babanın evladı.
O çocuk da bugün kadın cinayeti işliyor. O çocuk da bugün vakıflarda başka türlü suçlar işliyor ya da bugün işte sokak ortasında can almaya devam ediyor. Hekim öldürüyor.
Sivas 93 belgesel tiyatrosunu Genco Erkal sahneye koyduğu zaman bir olaya tanıklık etmiştim. İki tane, başı kapalı genç üniversite öğrencisi oyunu izlemeye gelmişlerdi ve sonra oyun çıkışında onların kendi aralarında konuşurken ‘Ya bizimkiler ne yapmışlar ama’ cümlesini kendi kulağımla duymuştum. Aslında benim için sanatın ne kadar dönüştürücü olduğunun ya da bir şeyi vicdanı emanet etmenin, kalplere, yüreklere emanet etmenin ne kadar dönüştürücü olduğunu işaret eden önemli bir saptamaydı. Kıymetlidir muhakkak… Ailelerin içerisinde bu kıymeti veren gençler de vardır. En azından olduğunu umut ediyorum. Ama seslerinin güçlü çıkması, adalet ve yüzleşme açısından önemli olurdu tabii ki.