Selin Nasi
Bayramı bekler gibi beklemek
O gece bir türlü uyku tutmuyor. Aklım dolabın kulpunda asılı, kadife, yakası ve eteği beyaz işlemeli elbisede. Hele o rugan ayakkabılar. Bir görseniz… Pırıl pırıl, siyah, bilekten atkılı, burnu üzerinde çiçek deseni var, turunculu, pembeli. Tabanı kösele yepyeni ayakkabıların halıda dolaşırken kayması bir çocuk için ne keyif… Bir an önce sabah olsa da bayramlıklarımı giysem diye iç geçirirken uykuya dalıveriyorum.
Bir de bakmışım, gün aydınlanmış. Evin içinde tatlı bir telaş, bir koşuşturma. Büyükler ziyaret edilecek. O bayram ilk gün kime gidileceği karara bağlanmış. Şeker Bayramı’nda baba tarafına ilk gidildiyse, Kurban’da sıra anne tarafında. Yeter ki gönüller kırılmasın.
İki dirhem bir çekirdek giyimli halde arabaya binip yola çıkıyoruz. İlk durağımız pastane. Ben de babamla inmek istiyorum çünkü pastanede her bayram çocuklara şeker, çikolata ikram ediyorlar. Madlen kutumuzu gösterişli bir kurdeleyle süslettikten sonra bu kez istikamet Erenköy. Arabanın camından bayram ziyaretine giden aileleri izliyorum. Bir taraftan da kurban kesenlere denk gelirsem diye tedirginim biraz. Evvelki sene apartmanın arka tarafında gördüğüm, ağaca ayaklarından asılı, derisi yüzülmüş kurbanın görüntüsü aklımdan gitmiyor.
İşte geldik bile. Anneannemler on bir katlı apartmanın dokuzuncu katında oturuyorlar. Sık sık arızalanan asansör, o gün neyse ki iltimas geçiyor apartman sakinlerine. Boyum henüz asansörün butonuna yetişmiyor. Ama çok istiyorum uzanmak… Annem beni kucakladığı gibi parmağımın düğmeye basmasına yardım ediyor. Yüzümde muzaffer bir gülümseme.
Demir kapının önünde, kuş sesi çıkaran zile basıyoruz. Anneannemin kapıyı açmasıyla birlikte fırında pişen yufka böreği ve zeytinyağlı yaprak sarmanın tarçınlı, yeni baharlı kokusu yüzümüze üflüyor adeta.
Kucaklaşmanın ardından kapının hemen yanındaki salona alıyor bizleri. Akrabalar içeride sohbete dalmış bile. Dedem her zamanki koltuğuna kurulmuş. Kadınlar bayram sofrasının son hazırlıklarına yardım etmek için mutfakla salon arasında mekik dokuyor. Kuzenimle birlikte anneannemin düğme kutusuyla oynamak için yatak odasına kaçıveriyoruz gizlice. İrili ufaklı, şekil şekil, rengarenk düğmeler. Yere dizdiğimiz düğmelerin her biri farklı bir hayali boyuyor zihnimizde… Sıkılınca bu kez dikiş makinesinin yanında üst üste dizili Burda dergilerini karıştırıyoruz. O an için masallardaki prensesiz ikimiz de ve baloya gideceğimiz giysimizi seçiyoruz.
Derken sofraya çağırıyorlar. Şölen başlıyor. Ailenin tüm fertlerinin en sevdikleri yemekler pişirilmiş. Tabaklara “hatırım için” miktarında servis ediyor anneannem. “Hatırım için” o yıllarda bizim ailede geçerli olan standart bir porsiyon birimi. Zaman içinde, anneannem, sağlıklı beslenmek adına iştahımıza gem vuruyor olmamızı bir türlü kabullenemeyecek ve ısrarını kibarca geri çevirdiğimizde yüzünü düşürüp “Eh, yaşlandım tabii artık, eskisi kadar güzel yapamıyorum” diyerek nükleer kozunu da oynayacak. Ama o gün bunu çözecek yaşta değilim henüz. Hem zaten iştahlı olduğumdan anneannemin de favorisiyim.
Yemek faslı bitince kadınlar sofrayı kaldırırken erkekler tavla oynamaya başlıyor. Ailede kayınpeder GS’li, damatlar FB’li olunca, konu ister istemez futbola bağlanıyor.
Kadın okurlar n’olur alınmasın. 80’li yılların ilk yarısını anlatıyorum. İşte böyle bir arka planda güçleniyor kadın hareketi. O sayede bir sonraki nesil sofrayı birlikte kurup kaldıracak.
Kahvelerin dağılmasıyla birlikte bayramlaşmaya geçiyoruz. Önce gümüş tepside çikolata ve şeker dolaştırılıyor. Sonra hepimiz dedemin önünde sıralanıyoruz. Küçükler büyüklerin elinden öpüyor, büyüklerse birbirlerine sarılıp öperek bayramlaşıyorlar. Biz küçüklere el öptükten sonra bir de harçlık veriyorlar. Abur cubur satın alacak kadar. Hatırlıyorum… Harçlık almayı gururuma yediremediğim kadar büyüdüğüm ama saygısızlık etmekten de çekindiğim bir yaşta, bari aldığım parayı hak edeyim diyerek bir bayramda boyama kitabından boyadığım sayfaları hediye etmiştim aile fertlerine. Bir başka sefer de oyuncak orgla kendimce konser vermiştim. Sonraları bizler hediye götürecektik büyüklerimize.
Herkesin bayram denince gözünde bir resim canlanır. Benimkisinde kırmızı bonbon şekeri, kağıda sarılı Mabel çikolataları ve o salonda masanın bir ucundan bir ucuna herkesin bir yandan konuştuğu, bir yandan yemek yediği, birbirine bir şeyler uzattığı, kalabalık sofra var.
Belli bir yaşa gelince bayramların eski tadının olmamasından yakınıyoruz. Çünkü bayramın tadı en güzel çocuklukta çıkıyor. Hani Murathan Mungan “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” der ya. Aslında büyüdükçe dünyanın hep biraz kirli ve adaletsiz bir yer olduğunun farkına varıyoruz. Büyüdükçe, o masanın etrafındaki sandalye sayısı da giderek azalıyor. Göç eden çınarlarımız beraberinde yetiştikleri kuşağın değerlerini de götürüyorlar. Bugün hâlâ o gelenekleri yaşatmaya çalışanlar muhakkak vardır. Özünde tüm bu ritüellerin işlevi aileyi bir arada tutmak, değil mi zaten? Doğaldır ki tüketim çağının içine doğmuş çocuklar için “bayramlık”ın pek kıymeti olmayacak. Ama onlara güzel anılar biriktirecekleri ve bir zaman sonra özlemle hatırlayacakları bayramlar yaşatmak bizim elimizde.
Yalnızca çocukların değil, büyüklerin de en az çocuklar kadar bayramın gelmesini beklediğini ancak roller değişince anlıyor insan. Çocuklukta bayramlık giyecek olmanın heyecanını, yetişkinlikte sevdiklerimizle bir araya gelmek alıyor. Masadaki sandalyelerin sayısı azalmadan mümkün olduğunca bayramları birlikte geçirmek o yüzden çok değerli.
Sağlıklı, bereketli, mutlu, kalabalık bayramlara…