İskender Özturanlı
Grevsiz yaşamak mı? Örgütlü toplum mu?
Grevsiz yaşamak, topluma sunulmuş özellikle “toplum olma hali”nin çözülmeye başladığı seksenli yıllarda popüler olmuştur. Bireysel rekabet ve insanı birer yatırım vesilesi olarak gören bakışla Grev bir kaos hali olarak resmedilmiştir.
Batıda kişi başına şirket değerlerine sunulan değerin verimlilik eğrileriyle ölçüldüğü bu yeni düzende, ne 1850’lerde uygulanan işyeri demokrasisi, ne de sendikal mücadele kalmıştı. Sosyalist ülkelerin piyasa rejimlerine dönüşmesiyle Batı kapitalizmi toplumsallık olmadan yaşanan bir şirket-birey rejimini alternatifsizlik olarak sundu. Kamusal hizmetlerin hızla özelleşmesi ile sendikal mücadele de grev hakkı da sadece kamu işletmelerinde yaşanan bir gerçeklik oldu. Bu çok kritik. Çünkü, günümüzde popülist sağın devlete karşı doğrudan halk diye pazarladığı, kamuda çalışmanın bir konfor, bir elitizm olarak yerle bir ettiği bir dönem yaşatıyor. Siyasetin devlete örgütlü çöreklenmesi de buradan başlamıştır.
Bizde ise bu sürecin fazlası yaşandı. İşçi sınıfı sözcüğünü neredeyse bir kuşağa yoğun korku ile sindiren 12 Eylül darbesi ve yarı-diktalı Özal yıllarıdır. Evren’in bütün konuşmalarında, bütün programlarda üç şey hep oldu; grevler, öğrenci boykotları ve sokak yazıları. Bugün sağ rejimlerin korkusunun bu kitlesel eylemler olduğu gerçeği o günlere dayanır. Hafızalara bir dikta rejimini tarafından kazınmıştır, çünkü.
Erdoğan önce İBB’de sonra da ülkeye kendilerine yakın sendikalarla işçilere ve emekçilere ait her türlü talebin güdümlü hale geldiği bir dönem getirdi. Belediye döneminde, sendikasızlaştırma, hizmet özelleşmesi, taşeronlaştırma ve yandaş sendika modeli, sonraki dönemin ipuçlarını taşıyordu aslında. “İktidara geldiği 2002'den beri 15 greve yasak getiren Erdoğan, 12 Temmuz 2017'de, “Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz” demişti. (kaynak www.sol.org.tr)
Sosyal Demokrasi ve grev
Geçtiğimiz günlerde Kadıköy ve Maltepe belediyelerinde, artarda gelen grevler ile alevlenen tartışmaya bakalım. Sonunda anlaşmaya oldu ama bu grevleri sosyal demokrasinin neoliberalizmden kopması adına bir imkân gibi görüyorum.
Soldaki belediyeler, sağ belediyeler gibi sadece hizmet-bilanço-verimlilik üçgeni ile yürüyemez; bu bünyedeki şirketler, kamu belediyeciliği adına işyeri demokrasisini kurma, bölüşümü adaleti adına bunu bir kalkınma modeli olarak genele geliştirebilir. Burada teknisyen bir yapılanma yerine siyasal tercihlere pusulalara ihtiyaç var. Teknisyen-taktisyen bakış anlıktır, günlüktür, rotasızdır. Tam tersine, sendikalar, birlikler veya örgütlenmiş topluluk sadece ücret aşamasında değil, her anda birer müzakere aktörü olarak siyaset tarafından güçlendirilmeli.
Belediye işçilerine hizmeti vermemek adına, aldıkları ücretin yüksekliği adına itiraz eden eski liberal dogmanın yeniden ortaya çıkışı da ilginç. “Ben şunca şeyler okudum, ben işsizken ya da senin kadar ücret alıyorken, sana bu ücret neden yetmiyor” türünden popülist versiyon, bir kere kendi örgütsüzlüğünü ve güvencesizliğini zımnen kabul ediyor. Ülkedeki genel ücret politikasının dünya sıralamasında diplerde gezindiğini adeta kanıtlıyor. Sonra kafa emeği ile kol emeği arasındaki gerilimin pandemi ve otomosyon çağında ilkine ihtiyacı artırarak gitmesi gerektiğini ıskalıyor. Çetin işlerdeki emek sömürüsü de cabası. Öte yandan şirket hiyerarşisi piramidinin meritokratik rüyaları ağırlıklarını kaybetti. Ayrıca en tepe ile en alt arasındaki ücret dilimindeki farklar, sistemin kendisini tehdit etmeye başlıyor. Bugün özel sektörün de mesafeleri kapatmak adına çalışıyor.
Bir de “benim vergimle” diye başlayan uzun bir retorik var ki evlere şenlik. Bu sitemleri yapanların vergilerini toplumsal adalet adına nasıl ortaya koydukları ciddi bir muamma. Ayrıca vergi, maliyeci tabiriyle zor alımdır. “Benim vergimle” diye başlayan üst perdedeki söylemin bunu bir gönüllü veriş olarak sunması tuhaf. Burada durum başka. Kazancına göre veriyor musun arkadaş? Elbette ki hayır.
Gelelim en büyük şehir efsanelerinden birine, “grevlerin, kargaşaların hep sosyal demokrat belediyelerde olmasına” dönük bir siyasal kampanya var. Bizzat Erdoğan tarafından yürütülen 89 dönemine, çöplere atıfta bulunan kampanya bu algıyı kuvvetlendiriyor. Burada hak ve adalet arayışını meşrulaştıran bir dünya görüşüne, sosyal adalet ve vicdan anlayışına doğrudan tahrip eden bir yaklaşım var. Ülkemizde sağı güçlendiren solun nefesini kesen dokunuşlardan birisi bu. Bir benzeri, Avrupa’da popülist sağ, solu hedefleyen kampanyalar da yaptı. Solun yönettiği bölgelerde mülteci haklarını, çok kültürlülük anlayışını halka krizin nedeni, kendi işsizliğinin gerekçesi olarak sundu. Bunda başarılı da oldu. Trump da bunu kullanmıştı, hatırlayacaksınız.
Sosyal adaletten taviz vermeye zorlanan CHP, belediyelerinin elindeki en büyük güç kendi geleneğini yeniden çalışması kadar, gelen kuşakların güvencesizliği üzerinden inşa edilecek büyük bir siyasal eksene ve programa olan ihtiyaçtır.
Popülizmin aşılması adına sol bir popülizme duyulan yeni bir karşıtlık eksenine olan ihtiyaç ve hizmetin bu siyasal tercih üzerine yoğunlaşmasıdır bahsettiğim. Yerelden başlayabilir. Zaten oradan başlayacaktır.