İskender Özturanlı
Çin, Komünist Hipotez: Üç Dünya Teorisi
“İnsan ırmağı oradaki taşların
farkına vararak geçmeli” Deng
Çin Komünist Partisi 100 yaşını kutluyor. Bu uzun tarih esasında Mao’nun “Pratik ve Çelişki Üzerine” adlı eserinden ilhamla temel ve ikincil çelişkilerin konjonktürel olarak sürekli değiştiği ve mücadele stratejilerinin, taktik yönetim anlayışlarının da sürekli dönüşüme uğramak durumunda kaldığı uzun bir tanıklığı veriyor bize. Çelişkilerin sürekli değiştiği bir tarihsel akış içerisinde elbette, düşman, müttefik ve yön de değişiyor. Bugün ÇKP’nin hatta Çin Halk Cumhuriyeti’nin hangi içsel özellikleri değişirse değişsin hâlâ bir komünist parti olarak kalmasının, rejimin de komünist olarak hâlâ devam edebilmesinin ön koşulu ve güvencesi de tamamen burada gizli.
Çin tarihinde uzun yüzyıllar ve büyük dönüşümler olan devasa bir ülke, büyük bir halk. Bizde pek bilinmeyen ve pek de ilgilenilmeyen müthiş bir siyasal tarih vardır burada.
Uygarlık ve zenginliğin beşiği olmaktan, dünyanın en yoksul ve sömürülen ülkesi haline gelmenin, oradan da antiemperyalist savaşlar ile ardı ardına ulusal kurutuluş mücadelesi vermeye geçiş, bir evredir. Ardından bu ulusal kurutuluş savaşından tarımsal bir kalkınmayı bölgesel servet ve gelir eşitsizlikleri SSCB’den daha ileri komünist modelle sentezleyerek sanayileştiği, teknoloji ve bilim aşamasına geçiş. Burada yer yer “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” motto’sundaki temel komünist önermenin bile zorlandığı “komünist hipotez” en sonunda bir kültür devrimi modeli ile kırılmış ve bambaşka sulara doğru dönmüştür.
Mao’nun ölümüyle 1978’de Çin bir karşı kutup olarak mücadele ettiği “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” ve onun güdümünde olduğunu iddia ettiği başka sosyalist ülkelerle olan mücadelesini temel çelişki olarak yeniden tanımladı. Zamanında çok tartışılan ve adına Üç Dünya Teorisi denen bu teoriye göre, emperyalist ülke ABD ile sosyal emperyalist SSCB aynı kategoride, baş düşmanlar olarak duruyorlardı ve bunlara karşıt olarak, kendisini sosyalizmi geliştirme yolundaki bir ülke olarak tanımlayan Çin pekala, emperyalist olmayan ikincil kapitalist ülkelerle sınai, ticari hatta siyasi ilişkiler kurabilecekti. Bu ilk kritik eşikti.
KEDİNİN RENGİ Mİ FAREYİ YAKALAMA BECERİSİ Mİ?
Deng’in giderek sisteme hakim olmaya başladığı yıllar geldi, kendisinden önceki dönemden bir devr-i sabık yaratan Deng, Mao’nun en son eşinin de dahil olduğu dörtlü çeteyi mahkûm ettirdi. İdama mahkûm olan Jiang Qing’in cezası ömür boyu hapse çevrildi ama kadın cezaevinde intihar etmişti. Deng bu sistemsel otoriterleşme dalgasıyla birlikte hiç de beklenmeyen başka bir şeyi daha yaptı. ÇKP kongresindeki meşhur konuşmasında, yoldaşlarına, kültür devrimi ve merkeziyetçilikten çok çektiklerini, artık kedinin rengini tartışmaktansa kedinin fare yakalama becerisine odaklanmaları gerektiğini söylemişti. İlk başta bir oksimoron gibi görünen ve “piyasa sosyalizmi” adı altında başlayan bu süreç, bugün artık güçlü ve emperyal bir “devlet kapitalizmi” olarak adlandırılmakta.
Kültür devriminin kendisinde hayal kırklığı yarattığını söyleyen Deng, neoliberal dönem tarafından sıklıkla kullanılacak, bu dönemi tamamen piyasaya bağımlı olmadan götürebilmek için esasında tek taraflı olmayan hamleler de yapmıştı. Piyasa zalimdi, bunu sonradan görmüştü, bir tür lüzumsuz kapitalist meritokratik söylemlerden sonra bunu 1985’lere gelindiğinde şöyle açıklayacaktı:
“Canla başla sosyalizmin inşası için emek harcamamızın biricik sebebi sosyalizmin kapitalizme kıyasla üretici güçleri daha hızlı geliştirmesi değil, esasen kapitalizm ve diğer sömürücü sistemlerin bağrında yatan hırs, yozlaşma ve adaletsizliğe ancak sosyalizmle öldürücü darbe indirilebileceğidir.”
Ancak gene de, “sosyalist ekonominin temellerinin atılmasını takip eden yıllarda üretici güçlerin gelişimini mümkün kılacak politikalar üretmekte başarısız kalındığını düşünüyor, Mao’nun üretici güçleri ihmal etmesinden yakınıyordu.
Aslında Çin’de ne olmuştu? Ünlü ekonomik coğrafyacı Peter Dicken tarafından “global shift” diye tarif edilen bu dönemde küresel kapitalizme, ülkesinin geniş topraklarından gelen doğrudan yatırım imkanını, birer serbest endüstri bölgesi tanımı altında kocaman ve tıkır tıkır işleyen limanları ve liman şehirlerini, sosyalizmin diyalektik ve bilimsel materyalizmi ile yetişen nitelikli emek gücünü muazzam ölçeklerle dünyaya sunmaya başlamıştı. Bu emek, henüz kapitalizmin cerbezeli ama kahredici tüketim, rekabet boyalarıyla henüz makyajlanmamış bir de devlet tarafından sıklıkla kontrol edilen ve baskılanan bir sistem ile on yıllarca hem büyüdü hem de kalkındı. Çin’de kapitalizm Sosyalizmin bir türevine mi dönüşmüştü? Yoksa sosyalizm üzerinde bir zafer mi kazanmıştı? Neoliberal goygoy döneminde ilkini söylemeye tereddüt edenler bugün daha açık yüreklilikle bu türev meselesini kabul ediyorlar.
Çin kapitalist sistemin piyasa dinamiklerinin ürettiği eşitsizlikleri, yoksullukları, adaletsizlikleri kıyılarda ve metropollerde biriken muazzam “artı-değeri” bir yandan küresel sermayeyi büyük kârlar halinde sunarken bir yandan da devletin ve eyaletlerin kestiği büyük meblağları, kırları sosyalist bırakarak telafi ediyor, tarıma müthiş devlet desteği sunuyor, kolhozlarda çoklu üretim ile bölgesel eşitsizliklerin ve piyasa ekonomisinin tahribatının önüne geçmeye çalışıyordu.
Bugün gelinen nokta ise daha farklı. Bugün Çin kendisini “orta düzey refahtan, modern topluma geçiş aşamasında” olduğunu söylüyor ve Batı’nın önünde dünyaya daha fazla açılma sloganıyla bir tür meydan okuyor.
Çin’in defoları var mı elbette var. Özellikle Uygur Türklerine uygulanan baskı ve ayrımcılık en başta gelenler arasında. Ama bu deneyim eşsiz bir deneyim ve biz Çin’i pek tanımıyoruz.