İbrahim Turhan
Ciddiyet…
İstiklal Savaşımızın lideri, Cumhuriyetin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi M. Kemal Atatürk’ü saygı ve şükranla anıyoruz. Atatürk, bu yönleriyle bütün milletin ortak değeri olarak tarihe geçmiş bir kişiliktir. Atatürk’ü bu tarihsel kimliğinin ötesinde tarih üstü bir varlık, hele ideolojik siyasetin bir öznesi hâline getirmek Atatürk’e yapılacak en büyük saygısızlık, en büyük haksızlıktır. Geçmişte 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta ve hatta adeta bir tek adam yönetimi niteliğine bürünmüş haliyle bugünkü sıkıntılarımızın temelinde yatan Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde örneğini gördüğümüz üzere, toplum mühendisliği projelerini onun adını kullanarak meşrulaştırmaya çalışmak her şeyden önce onun düşüncelerine ihanettir. Atatürk’ü ideolojik siyasetin, toplum mühendisliğinin ve dogmatizmin bir öznesi değil, bugünlerde çok ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğüm milletçe beraberliğin ortak bir unsuru olabilecek tarihsel bir şahsiyet olarak algılamak, onun yaşarken ifade ettiği kendi görüşlerine uygun olan bakıştır.
“Ben manevi miras olarak hiçbir değişmez hüküm, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”
“Ben romanda herhangi bir tarih dönemini anlatmıyorum, bir toplumun çağdan çağa yansıyan dinamiğini belirtmeye çalışıyorum.” Büyük Usta Kemal Tahir, bence başeseri kabul edilmesi gereken Devlet Ana romanını böyle tanımlıyor. Bu dinamiğin unsurlarından biri, Anadolu halklarının siyaset düşüncesini çarpıcı biçimde ortaya koyan bir atasözüdür ve kitapta geçer; “ya devlet başa, ya kuzgun leşe…”
Bu atasözü, “Türk tiyatrosunun Shakespeare'i” olarak da nitelenen Orhan Asena’nın epik tiyatrosu Kanuni Sultan Süleyman Dörtlemesi’nin üçüncü kitabının da başlığıdır. Sultan Süleyman’ın oğulları arasında, babaları henüz hayattayken, onun ardından tahta hangisinin geçeceğine ilişkin yaşanan çekişme, daha şanslı görülen Bayezid’in saray entrikalarıyla önce Amasya sancağına sürülmesine yol açmış, sonra da babasıyla girdiği çatışmayı kaybederek sığındığı İran Şahı’nın sarayında babasının adamları tarafından idam edilmesi gibi trajik bir biçimde sonlanmıştır. Böyle ürkütücü çağrışımları olan ve tarihin kanlı sahnelerinden, acı siyaset günlerinden ilham alan bu atasözü; başarmak için ölümün bile göze alındığını belirtmek için, “öyle bir işe girişiyorum ki beni ya imrenilecek duruma yükseltir ya da batırır, yok eder” anlamında kullanılır.
Türkiye, 24 saati aşan bir süredir bu atasözünü hatıra getiren tuhaf bir durum yaşıyor. Cumartesi sabahına, 16 ay önce yine benzer bir hafta sonu kararı ile göreve getirilen Merkez Bankası başkanının görevden alındığını öğrenerek başladık. Sabık başkan, aslında elinden geldiğince Hükümetle uyum içinde bir görüntü sergilemişti. TCMB’nin 2018 Ağustos krizinde yüzde 24’e kadar çıkarmak zorunda kaldığı politika faizini 1.575 baz puan düşürmüş, artık resmi istatistiklere bile yansıyan enflasyondaki artışa karşın eksi reel faiz verme pahasına uzun süre faiz artırmaya yanaşmamış, Ocak’ta 50 milyar olan iç varlıkların 230 milyarın üzerine çıkmasına izin vererek para politikasını uyumlu hale getirmişti. Hatta düşük faizin kur üzerinde oluşturduğu baskıyı azaltmak için Merkez Bankası rezervlerinin piyasada “arka kapı operasyonu” olarak tabir edilen şeffaf olmayan biçimde kullanılması taleplerine bile karşı çıkmadı. Anlaşılan, Para Politikası Kurulunun Eylül toplantısında 200 baz puan faiz artırmasının faturası ona kesildi. Kulislere sızan bilgilere göre hiç de şık olmayan bir biçimde görevden azledildi.
Daha bu şoku sindirememişken pazar akşam saatlerinde Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın Instagram hesabında duyurduğu istifa gündeme bomba gibi düştü. Üzerinden saatler geçtikten sonra kendi partisinin içinden Bakana yakın isimlerin sosyal medya hesaplarından yayınladıkları “bırakıp gitme” mesajları sayesinde istifanın gerçekliği dolaylı yoldan doğrulanabildiyse de şu an itibarıyla kabul edilip edilmediği meçhul. Daha vahimi, devlet geleneğine yakın geçmişte İç İşleri Bakanı tarafından kazandırılan bu sosyal medya istifası kurumuyla ilgili Cumhurbaşkanlığından en ufak bir açıklama yapılmamış olması. Hukuk ciddi biçimde uygulanıyor olsa, şu anda bakanlığa resmen vekalet edilmesi bile mümkün değil.
Aile bireylerinin ve yakınların yönetimde üst konumlarda yer almasının yol açtığı sorunlara bir örnek yaşıyoruz. Ülke yönetiminde kurumsallaşma yerine aile şirketi mantığının yeğlenmesi, eninde sonunda bu yöntemi tercih edenlere de zarar veriyor. Tabi bizi ilgilendiren ülkemizin gördüğü zarar. Pazartesi akşamı basının karşısına çıkan AK Partisi sözcüsünün de açıkça belirttiği üzere bu sistemde bütün kararlar tek bir makamın takdirindedir. Öyle ki kişisel ve tek taraflı bir irade beyanı olan istifa için bile o makam konuşmadıkça hiç kimse bir yorum yapamamakta, tarafsız olan küçük bir kısım dışında basın-yayın organları bu gelişmenin haberini bile yayınlayamamaktadır.
Sorumluluk makamında farklı yüzler görülse de yönetim aslında tek elden yürütülmektedir. Yaşanan sorunu tetikleyen gelişmelerin Ekim ayındaki PPK toplantısı öncesinde faiz artırımı niyetini açıklayan ekonomi yönetimine karşı gösterilen hiddetten kaynaklandığına ilişkin söylentiler durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Yönetimde en küçük görüş ayrılığına, geçici ve kozmetik de olsa, taktik amaçla da yapılsa farklılıklara hiç müsamaha gösterilmemektedir.
Şeffaflığın, özgürce yayın yapan tarafsız basının olmadığı yerlerde kaçınılmaz olarak kulis dedikoduları ve fısıltı gazetesi gündemi belirler. Çeşitli kanallardan sızan bilgilere göre anlaşılan para politikasına ilişkin dogmatik kanaatler belirleyici olmayı sürdürmektedir. Bu yapıdan normalleşme, rasyonelleşme beklemek olmayacak duaya amin demek anlamına gelir. Arada geçici iyileşmeler, kısa süreli parlamalar görülse bile ne yazık ki bugünün dünden daha olumlu olduğunu düşünmemize olanak verecek bir veri görünmemektedir. Yarına ilişkin umutlar da giderek azalmaktadır. Sorun, bu yönetim yapısının, bu anlayışın kendisindedir.
Bu aşamadan sonra yönetimde yer alan isimlerin şu ya da bu kişi olmasının, göstermelik faiz artışlarının, süslü sözlerin kalıcı bir etkisi olacağını sanmak büyük bir yanılgı olur. Büyük bir üzüntüyle kaleme aldığım bu yazıya uygun düşen başlık ise, yazıda üç kez geçen ve büyük eksikliğini çektiğimiz bir kavramdır: Ciddiyet…
Yazıyı Instagramda yer alan istifa duyurusunun son cümlesiyle bağlayalım; Allah sonumuzu hayreylesin…