Kubilay Kaptan
Bir Tablonun Anlattıkları “Boğa Güreşi”
Francisco Goya 1746 yılında, İspanya’da fakir bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bir keşiş onu yanına almış ve yeteneğini fark etmesiyle beraber Goya’nın yetişmesini üstlenmiştir. Goya’nın 13 yaşında iken Zaragoza’ya geldiği kabul edilmektedir. Zaragoza’da bir Donjuan hayatı yaşadığı gibi, bir hançerle dolaşması ve Madrid’te bir bıçaklama olayına adı karışması yüzünden İtalya’ya kaçmıştır. 1771’de geri döndüğünde kiliselere freskler yapmaya başlamıştır. Ayrıca Velazquez ve Rembrandt’ı kendine örnek almıştır. Sanatçı daha çok İspanyol halk hayatını, boğa güreşlerini, karnavalları, haydutları, bayram alaylarını, renkli, dramatik ve karakterize bir biçimde resmetmiştir. Serbest anlatımı, acı bir şekilde karakter yakalayışı doğa yorumu yoluyla kazanılmıştı. Yaptığı yorum, onun konusu üzerindeki düşüncesini de yansıtmaktadır. Güçlü gözlem ve yorumlama gücü Goya’nın sanatının temel taşlarını oluşturmaktadır.
Goya, baskı resim serisine başladığında 53 yaşında ve kariyerinin olgunluk aşamasında bir saray ressamıydı. Madrid’te serserilerden dilencilere, sonradan görme zenginlerden saray görevlilerine kadar herkesi tanıyordu. Ancak sanatçının asıl tanıma süreci, İspanya’nın Fransaya karşı sürdürdüğü bağımsızlık savaşının etkisiyle ve kapalı saray çevresinden çıkmasıyla başladı.
Kilise ise resimlerinde ona her zaman ilham kaynağı olmaya devam etti. Çünkü bir sanatçı için ilham her zaman dışarıdan, “öteki” olandan gelir. Tıpkı Caprichos 43’teki rüya da biyolojik bir ‘sayıklama’ ile dışarıdan gelmektedir. Oysa akıl uykuda kalmayı teşvik ederken, rüya metni ise aklın çizdiği yolun dışına çıkmayı, akıl-dışılığa veya yeni bir uyanma noktasına dikkatleri çekmektedir.
Bugün bile İspanyollar bir boğa güreşini seyrederken azgın boğanın karşısında matadora ilham vermek için hep bir ağızdan “Oley” diye bağırırlar. Tarihte “üç büyükler”, dedikleri ressamlarına (El Greco, Velázquez, Goya) da aynı coşkuyla selâm gönderirler: “trimvula!” İlginç olan şu ki, İspanyolların bu kanlı güreşi de üç aşamalıdır. Önce boğa kızdırılır sonra çileden çıkarılır, sonunda kitlenin şehvet arzularının doruğa çıktığı bir aşamada trajik şekilde şişlenerek öldürülür. Goya’nın hikâyesi, dili maskelemeden, dilin kovuğuna girerek altını oymaya çalıştığı ölümle ilgili olan bu son sahneye çok benziyor. Sanatçının erken dönem resimlerinde boğa güreşlerini çizdiği kompoziyonlar olmakla birlikte, Türkçeye Boğa Güreşi adıyla çevrilen bu resminde boğanın ölüm anına odaklanmış. Birazdan matador tarafından şişlenecek olan boğa, korku dolu bakışlarıyla ölümü beklerken, gözlerini dehşetengiz bir şekilde sonuna kadar açıyor.
Bu resimde boğa gerçek bir ölüm anını yaşarken, sanatçının biraz sonra göreceğimiz eserinde, batıl inançlara esir olan ve karanlığın şeytanla bedenleşeceği boğa, absürt şekilde görünür hâle gelmektedir.
Günümüzün Batı sanatı, hiç kuşku yok ki sırça sarayından, çıkıp kalabalığa karışarak ‘yüksek sanat’ olmayı bırakmış, aristokrasinin ve kilisenin yüksek dünyasına giden yol olmaktan çıkmıştır. Oysa Goya’nın yaşadığı zamanda bunların ikisinin de yüksek yaşama yönelik içsel bir yol olduğu düşünülürdü. Nitekim Goya’da bu yolu kullandı. Ancak sanatçının baskı resimlerine başlama yaşı, sanatın hangi çağ ve hangi döneminde olursa olsun, herhangi bir ressamın bağımsız düşünüp hareket edebilmesi, toplumsal olaylara karşı tavır alarak acımasız eleştirel tutumunun başlangıç aşamasını da oluşturmaya devam etmektedir.