Tayfun Atay
Fetret ve Fetih:“Doğru değerlendirilmeli Osmanlı!..”
Memleketi yıllardır kutuplaşma içinde mahvetmiş dinbaz iktidar sahiplerinin kurnaz mı kurnaz bir stratejileri var. Onlar sözüm-ona Osmanlıcılıklarında sadece 15’nci yüzyılın ikinci yarısından 16’ncı yüzyılın ikinci yarısına kadar sürmüş dönemi allayıp pullamaktan öte bir retorikle çıkmıyorlar ortaya. 600 yıllık imparatorluğun sadece yüz yılına endeksli ve onun şahikası “Fetih”i parlatarak bir “Osmanlı bezirgânlığı” yapıp duruyorlar
“osmanlı ki bir tarihin okyanusu
fütühat kaftanı her dem belirgin
oysa kımıltısız bir devletin tarihle tenakuzu
çatlamış bir zamanın solgun nakşında tedirgin”
(murathan mungan, Osmanlı’ya dair Hikâyat)
Takvim yapraklarında bugünün (5 Temmuz) tarihten payına düşene baktığımızda, Sultan I. Bayezid’in (Yıldırım) taht kavgasına tutuşmuş dört oğlundan biri olan Osmanlı şehzadesi Musa Çelebi’nin 1413 yılındaki vefatını bulmak mümkün… Dolayısıyla 5 Temmuz, bizde “Fetret’in sonu”nun yıldönümü olarak okunabilir.
Musa’nın, kardeşi Mehmet’e Sofya dağları eteklerindeki “Çamurluova”da (Samakov) mağlubiyeti ve bir rivayete göre bataklıkta ölü bulunması, bir diğer rivayete göre kendi adamları tarafından vurulması, son bir rivayete göre de kardeşinin onu yakalamak için görevlendirdiği Saruca Paşa tarafından vurdurulması ile tamamlanan saltanat mücadelesiyle Osmanlı’da 11 yıllık Fetret Devri son buldu.
Kardeşinin kesik başı önüne getirilen Mehmet Çelebi’nin “kendini zapt edemeyerek ağladığı” kaynaklarda belirtilir. O, önce kardeşine ah etmiş, hemen ardından da I. Mehmet olarak tahta cülus etmiştir. Aslında zaten Fetret’in başından beri (1402) Amasya merkezli olarak Anadolu’daki Osmanlı topraklarında hâkim konumdadır o, ama işte Rumeli’de hakimiyet kurması uzun zaman ve bol kan almıştır. Akan kanda Musa’nın yanı sıra diğer iki kardeş Süleyman ve İsa da kapsam dahilindedir.
Fetih Osmanlı da Fetret değil mi?
Devam etmeden bir es vererek şu notu düşelim: Memleketi yıllardır “Cumhuriyet-Osmanlı”, “Batı-Doğu”, “modernlik-muhafazakârlık”, “Laiklik-Müslümanlık”, “Atatürk-Abdülhamid” kutuplaşması içinde mahvetmiş madrabaz ve dinbaz iktidar sahiplerinin uyanık mı uyanık, kurnaz mı kurnaz bir stratejileri var. Onlar sözüm-ona Osmanlıcılıklarında sadece aşağı-yukarı bir yüz yıllık (15’nci yüzyılın ikinci yarısından 16’ncı yüzyılın ikinci yarısına kadar sürmüş) dönemi allayıp pullamaktan öte bir retorikle çıkmıyorlar ortaya (“Kuruluş” mitos ve fantezilerine dayalı kurmacaları dışta tutuyorum burada). 600 yıllık bir imparatorluğun sadece yüz yılına endeksli ve onun şahikasını oluşturan “Fetih”i parlatarak bir “Osmanlı bezirgânlığı” yapıp duruyorlar.
Yere göğe koyamadıkları koskoca Osmanlı’nın nasıl aynı zamanda yüzyıllar boyunca “kofkoca” bir yapıya dönüştüğünü bilmezden-okumazdan-söylemezden geliyorlar.
Feth’i abartılı-hastalıklı bir siyasi performansla gözümüze sokuyorlar, ama işte Fetret’i görmezlikten geliyorlar.
Biz ise diyoruz ki Fetih ne kadar Osmanlı ise Fetret de o kadar Osmanlı’dır.
Osmanlı zaferleri kadar yıkımlarıyla da Osmanlı’dır.
Modernist padişah II. Mahmud’un torunu ama dedesine nazaran mutaassıp ve sofu II. Abdülhamid Osmanlı olduğu kadar;
Timur karşısında bozguna uğramış Bayezid’in 1402’den itibaren Rumeli’de 8 sene 2 ay 10 gün hüküm sürmüş büyük oğlu, kuvvetli mi kuvvetli ama aynı zamanda zevkusefa düşkünü ve içkici Süleyman Çelebi de Osmanlı’dır.
Osmanlı, bitmiş bir hayata talip olmuştur. Sonrasında da yüzyıllarca bunu anlamakta zorluk çekmiş, olup bitenler 18’nci yüzyıl sonu-19’uncu yüzyıl başında kafasına dank ettiğinde de iş işten geçmiştir
“İyi ki öldün Timurleng!”
Böylece Süleyman Çelebi üzerinden döndük Fetret’e, oradan devam edelim!..
Osmanlı’da Fetret yahut “Fâsıla-i Saltanat” devrine yol açan, bilindiği ama bizim sözüm-ona Osmanlıcı dinbaz iktidar sahiplerinin de genelde suspus olduğu üzere, Türk-Moğol melezi Timurleng (Aksak Timur) karşısında Sultan I. Bayezid’in Ankara Çubukova’da 1402’de uğradığı bozgundur.
Timur, 1402’den 1403’e 10 ay kadar Anadolu’yu yaktı-yıktı ve elbette yaklaşık 100 yıllık Osmanlı’yı da yerle yeksan etti. Karşısındaki zayıf ve çürük Bizans duvarını zorlaya-yıprata ha bire “ganimetlenmiş” bir beylik/devletin Balkan fütuhatından devşirdiği kaynakların göz kamaştırıcı etkisiyle Anadolu’ya ordusunu akıtan bu müthiş adamın pratiği, Osmanlı açısından tam anlamıyla “El mi yaman bey mi yaman” deyişine karşılık gelir.
Fakat kaydedilmesi gereken bir başka nokta, Osmanlı’nın Timur’un varlığı ile yıkıma uğrasa da onun yokluğuna da çok şey borçlu olduğudur.
Alacağını aldıktan, yıkacağını yıktıktan sonra 1403’te Anadolu’dan payitahtı Semerkand’a çekip giden ve 1405’te bu defa Çin’e ölüm kusmak üzere hazırlıklar içindeyken kendisi ölümle buluşan Timur’un ardından oğulları ve torunları arasında kendini gösteren paylaşım savaşı, en çok Osmanlı’nın işine yaramıştır.
Bayezid’i yenerek esir alıp, Anadolu’daki diğer beylikleri de kendisine bağlılık temelinde canlandırmış Timur’un ölümüyle bu beylikler “istinat” noktalarını kaybetti ve kaynakların kaydettiğine göre Birinci (Çelebi) Mehmet de bundan fazlasıyla istifade etti.
O halde Osmanlı mevzubahis olduğunda “lanet olası Timur” demek kadar “İyi ki öldün Timur” demek de icap etmektedir!..
“Gavur İzmir”, Timur’la Müslüman oldu!
Timurleng fetihçi değil yağmacı idi ve bu nedenle Anadolu’da kalıcı olmadı. Bununla birlikte geçerken not düşmek gerekir ki “Gâvur İzmir”i “Gâvur”luktan çıkarıp Rodos Şövalyeleri’nden alan ve daha içeride bir “Müslüman İzmir” kurmuş Aydınoğulları’na “ilhak eden” (veren) de Timur’dur.
Elbette bunun öncesinde sekiz gün taş taş üstünde koymamacasına yağma ve katliam yapıp “Gâvur İzmir”i kendince “temiz-pak” kıldıktan sonra bu ilhakı gerçekleştirmiştir.
Yani İzmir’i Osmanlı’ya hazırlayan Timur’dur.
İşte böyle, dinbaz uyanıkların adeta “Karıştırma, dalgana bak” dercesine hasıraltı ettikleri nice “çapraz-gidiş”le doludur Osmanlı söz konusu olduğunda tarih sayfaları!..
Anadolu’da “3 Osmanlı” dönemi
Benzeri bir başka çapraz-gidiş de yine Fetret’te ve Yıldırım Bayezid’in en büyük oğlu Süleyman Çelebi’ye ilişkin karşımıza çıkar. Fakat onu aktarmadan önce bu tarihsel kesiti zihinlerde biraz daha netleştirelim!..
Timur bozgunu sonrası Sultan Bayezid’in üç oğlu arasında bölünmüş bir “3 Osmanlı” ortaya çıkmıştır: Edirne’de “cülus etmiş” Süleyman’ın Osmanlı’sı; Amasya’da idareye hâkim Mehmet’in Osmanlı’sı; Bursa-Balıkesir’de taht iddiasındaki İsa’nın Osmanlı’sı…
Musa ise bu süreçte babası ile birlikte Timur’a esirdir (tabii bir de oğul Mustafa [sonrasında Düzmece Mustafa] var ki o hususa yer darlığı nedeniyle burada değinemiyoruz).
Bayezid ölünce Timur, Musa’yı babasının cenazesini Kütahya üzerinden Bursa’ya götürmek üzere azat eder. Sonrasında ise Musa’nın kardeşi Mehmet’le birlikte Bursa’daki diğer kardeşi İsa’ya karşı ittifak ettiği, ardından aynı şekilde Edirne’deki Süleyman’a karşı ittifak ettiği kaynaklarda kaydedilmekte. Burada detaylarını aktaramıyoruz, ancak sonuçta Musa ile Mehmet’in ittifakı ile önce İsa, sonra da Süleyman, kardeşleri tarafından kelleleri alınarak tasfiye edilmişlerdir.
Ardından biri Rumeli’de (Musa) diğeri Anadolu’da (Mehmet) kafa kafaya kalan iki kardeşten de Mehmet, yukarıda kaydettiğimiz gibi Musa’nın kafasını gövdesinden ayırarak tahta oturdu ve kendisiyle aynı adı taşıyacak torunu II. Mehmet’in önüne, Fetret’ten Fetih’e yolu açan isim oldu. (Elbette “Fetret” deyince Şeyh Bedreddin Hadisesi’ni kaydetmeden de geçmemek gerekir ama bu başlı başına ve kapsamlı değerlendirme talep eden konuya okurumuzu zorlamamak adına bu yazıda yer veremiyoruz.)
İçkici Şehzade’nin Mevlid aşkı
Şimdi gelelim Bayezid’in büyük oğlu Süleyman’a ilişkin “çapraz-gidiş”e.
Dönemin tarih anlatılarına baktığımızda aslında en güçlü-kuvvetli ve istidat vaat eden isim olarak Bayezid’in büyük oğlu Süleyman Çelebi karşımızdadır. Gelgelelim Süleyman, zevkusefa düşkünü ve içkicidir. Kaynaklarda kardeşleri Musa ve Mehmet karşısında mahvına da bunun sebep olduğu kaydedilmektedir.
Bununla birlikte içki düşkünlüğü en büyük zaafı olarak kaydedilen Şehzade Süleyman’a Mevlid’i borçlu olduğumuzu işaret eden veriler de karşımızdadır.
Bu topraklarda resmi İslam’ın da halk Müslümanlığının da en temel yapı taşlarından olduğu söylenebilecek “Mevlid”i (Mevlid-i Nebevi yahut Vesilet-ün Necât) şair Süleyman Çelebi, kendisiyle adaş olan Bayezid’in büyük oğlu Süleyman tarafından zapt edilmiş Bursa’da 1409’da yazdı. O, sonrasında da bu içkici şehzadenin Edirne’deki sarayında himaye, ihtimam ve ikram üzere olmuştur.
Böyledir; Hayyamî dille, “Bir elde kadeh bir elde Kuran // Bir helaldir işimiz bir haram” diyesiye yol almıştır Osmanlı esas itibarıyla!..
Dolayısıyla, bu topraklarda Müslümana yüzyıllar boyu dinî neşe ve coşku veren Süleyman Çelebi’ye medhüsenalarda bulunurken Bayezid’in kadeh düşkünü olduğu için tahtı kaybettiği zikredilen büyük oğlu Şehzade Süleyman’ın hakkını teslim etmeden yol almak da haksızlık olur!..
Fetret’ten Fetih’e…
Denilebilir ki Fatih Sultan Mehmet, bir dereceye kadar kucağında kardeşlerinin kesik başlarını biriktirmiş dedesi I. Mehmet’in “düzleştirdiği” arazide Bizans surlarına doğru, “Fetret’ten Fetih’e” yol tutmuştur. Öte yandan “arazinin pürüzsüzlüğü”nde, yukarıda vurguladığımız üzere, Timurî Moğol gailesinin son bulması kadar, Avrupa’nın en batısında Fransa ve İngiltere arasında sürmekte olan Yüz Yıl Savaşları’nın katkısını da zikretmek gerekir. Esas itibarıyla Batı, birazdan aşağıda değineceğimiz üzere yeni bir hayatın doğum sancıları içindedir ve kimsenin Bizans’ı görecek-düşünecek hali yoktur.
Böyle bir manzarada Fatih aslında dedelerinin 100 yıldır sürdürdüğü bir mücadelede “gol vuruşu”nu yapmıştır denilebilir. Pratikte İstanbul çoktan düşmüştü çünkü. Bakın, Fatih’le aynı devirde yaşayıp onun tarihini yazmış Tursun Bey bunu ne kadar açık-seçik ifade ediyor: “… Yüz nice yıl İslam memleketi ortasında din-i batıl üzere hayli memleket hükm ederdi ki başbuğuna Rum Kayzeri derler. Bu itibarla İslam arazisi ortasında bir yanık gibi duruyordu. Ve dahi Osmanlı diyarı arasında nazik bir sevgilinin yanağında ben misalinde idi.”
Fatih, “Sevgilinin yanağındaki ben”i izale eden operasyonun cerrahıdır; bununla birlikte Osmanlı diyarının ötesinde uzaklarda olup bitenlere kayıtsız, içine-kapanık bir padişah gibi de görünmemektedir. Öyle olsaydı önde gelen bir Rönesans figürü olan Bellini ile ne mesaisi ne muhabbeti olurdu. Kim bilir o belki de anlamıştır “gideni ve gelmekte olanı” ama gelenin bir parçası olabilecek nitelik, zihniyet ve pratik onun en tepesinde olduğu beşerî coğrafyanın ekonomi-politik işleyişinde yoktur.
Kanuni’nin göremediği…
Batı’da “parası olanlar”ın (tüccar burjuvazi) “savaşanlar” (feodal soyluluk) ve “dua edenler” (Katoliklik) karşısında yükselişi sonucu Rönesans’la, Matbaa Devrimi’yle nihayet Yeni Dünya’nın Keşfi ile geri dönülmez şekilde bir yeni yaşam döngüsünün içine girerek yeryüzünün fethine yöneldiği bir zamanda Osmanlı İstanbul’u fethetti. Bu elbette mevziî, mahalli veya “içeriden” bir yaklaşımla önemli bir dönüm noktası, bir başlangıçtır. Ama dünya-tarihsel yaklaşımla olsa olsa sonun başlangıcı sayılmak gerekir.
Osmanlı, bitmiş bir hayata talip olmuştur. Sonrasında da yüzyıllarca bunu anlamakta zorluk çekmiş, olup bitenler 18’nci yüzyıl sonu-19’uncu yüzyıl başında kafasına dank ettiğinde de iş işten geçmiştir. Söz gelimi, Prof. Ahmet Yücekök’e kulak verilecek olursa:
“Avrupa’daki çekişmelere, kargaşalıklara ve istikrarsızlıklara bakan Kanuni Süleyman, Avrupalılarda mevcut olmayan karşılıklı saygının ve toplumsal disiplinin onları daima geride bırakacağını yorumlamaktaydı. Onun disiplinsizlik dediği şey, açılan yeni ticaret yolları, yapılan icatlar ve üretim ilişkilerindeki farklılaşmalar sonucu toplumda beliren çıkar sahiplerinin, kendilerini kısıtlamak ve sınırlamak isteyen siyasal yapıya [feodal aristokrasi] karşı verdikleri meşruiyet savaşlarıdır. Avrupa’da Kralın şövalyelerine dayak atan burjuvaları kendi itaatkâr tebaası ile mukayese edip küçük gören Kanuni Süleyman eğer torunları Vahidettin ve Abdül Mecid’in başlarına ne geleceğini görebilmiş olsaydı herhalde hayret ve dehşetten dona kalırdı.”
Aslında Prof. Yücekök’ün Kanuni’nin göremediği “değişen dünya” bahsinde böyle maharetle yazdıklarının bir başka maharetle ve eşsiz bir edebi tatla ifadesinden başka bir şey de değildir Murathan Mungan’ın yazımızın başındaki dizeleri: Tarihin okyanusunda “fütühat [yağma/ganimet/gaza] kaftanı her dem belirgin” ama “kımıltısız bir devlet” (bir karasal çiftçi imparatorluğu) olarak o tarihle “tenakuz” (çelişki) içinde duran Osmanlı, (okyanus-aşırı ticaret imparatorluklarınca) “çatlamış bir zamanın solgun nakşında” hakikaten taa 1453’ten başlayarak “tedirgin” mi tedirgindir.
Rönesans ressamı Bellini’nin önemi ve değeri, o tedirginliği Fatih tablolarında Sultan’ın gözlerinde aksettirebilmesiyle de bağlantılı olsa gerektir!..
Son söz, elbette söz başında olduğu gibi yine bizim dönemimizin, kuşağımızın “Şair-i Azam”ından gelecektir:
“doğru değerlendirilmeli osmanlı
doğru değerlendirilmeli düvel
çıkarılan sonuçlar görülmeli herkesçe müşahhas”
(Murathan Mungan, O.d.H.)