Tayfun Atay
Ya Rab, bizi zil-zurna iktidar sarhoşlarından koru!
Ramazan ayında olmanın dindar kesim üzerinde yarattığı hassasiyeti sömürerek, beka arayışında en çok medet umdukları kutuplaştırma-kamplaştırma siyasetini harlama arzusuyla yapıyorlar ne yapıyorlarsa. Tabii bir de şu ara ne yapsalar dikiş tutmayan; yolsuzluklarla, hukuksuzluklarla, tüyü bitmemiş yetim hakkına konmalarla ve büyük suçlarla lebâleb iktidar bohçalarının üstünü örtme çabası eşlik ediyor bu sözüm ona içki düşmanlığına… Evet, “sözüm-ona”, çünkü bir yandan da kendi bünyelerinde “abdestli viskiciler”den, namazında-niyazında “pudra-şekeri çekenler”den geçilmiyor!..
17 günlük “Kapanma”da tam bir şark kurnazlığıyla (ki buna aslında “dinbaz kurnazlık” demek çok daha doğru!) hukuku iğfal ederek keyfî bir hoyratlıkla fiilen işlerliğe sokulan içki yasağının 2013’e kadar izi sürülebilecek bir art alanı var.
Türkiye’yi bir “kimlik çığlığı”, bir yaşam-biçimi çırpınışı temelinde 2013 Haziran’ında Gezi direnişine çıkaran toplumsal hareketliliğin nedenleri arasında en çok bunun hemen öncesinde kamuoyu gündemine gelen bir takım iktidar uygulamaları ve bunları işlerliğe sokarken kullanılan ötekileştirici nefret söylemi dikkat çeker.
“İçeceksen evinde iç”ten, “evde de içme”ye!..
2013 yılı mayıs sonunda o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, alkol satışlarıyla ilgili yeni yasal düzenleme doğrultusunda şiddetlenen tartışmalar bağlamında yaptığı konuşmada önce milletvekillerine şöyle seslenmişti: "Fatih nesline böyle anlamlı bir yasa armağan ettiğiniz için sizleri kutluyorum."
Sonra kabına sığamayarak muhalefete yönelik devam etmişti: "İki tane ayyaşın yaptığı yasa, sizin için muteber oluyor da, inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?"
Ve son vuruşu da topluma dönük olarak şöyle yapmıştı: "Hiç kimse alkol düzenlemesini kimlik düzenlemesi haline getirmemelidir. Düzenleme, yaşam tarzına müdahale değildir. İçeceksen git alkolünü al, evinde iç."
Bir yandan kimliklere, yaşam tarzına müdahalede bulunulmadığını söylerken, diğer yandan insanlara gayet açık, "İçeceksen evinde iç" diyen siyasi iradenin bu ifade karmaşası, çok değil birkaç gün sonrasında patlayan Gezi olaylarında en çok akis bulan konuların başında geldi.
Yine de bu dinbaz-politik yaklaşım kendince sonuç almadı mı, aldı: İçki satışlarına sınırlama getirilmesinin yanı sıra içki reklamları, festivalleri yasaklandı. İçki satan sosyal mekânların ruhsat almasının önüne aşılamaz engeller çıkarıldı. Pek çok şehirde ya da şehirlerin semtlerinde keyifle iki kadeh atılacak bir tane içkili yer bulunamaz oldu.
Böylece istenildiği kadar kimliğe de yaşam tarzına da kimin ne yediğine içtiğine de karışılmadı denilsin, özellikle 2013'ten itibaren bu ülke bal gibi bir kimlik ve yaşam-tarzı, yani "kültür" kavgası içinde sert bir kutuplaşma iklimine savruldu iktidardakiler sayesinde…
Bugün 17 günlük korona kapanmasını fırsat bilerek, bir yandan bu kapanmayı yüzüne-gözüne bulaştırıp adeta topluma “Kapanma” değil de “KapanMA!” telkininde bulunulmuşçasına her yer (sokaklar, sayfiyeler, plajlar) lebâleb dolu hayat devam ederken kapanmayı tekel bayilerine ve içki şişelerine dayatan iktidar pratiği, işte yukarıda özetlenen anlayış ve uygulama uzantısında bu yeni merhaleye vardı. Üstelik artık “içecekseniz evinizde için” tembihi ya da azarından da öteye geçilip “evde de öyle rahat rahat içemezsiniz, onu da size zehir edeceğiz” denme noktasına gelindiğini düşünmek, ileri sürmek mümkün!..
Dinbaz iktidar en çok içkiden ‘beslendi’
Hiç kuşkusuz Ramazan ayında olmanın dindar kesim üzerinde yarattığı hassasiyeti sömürerek Gezi’den bu yana giderek kökleştirdikleri ve beka arayışında en çok medet umdukları kutuplaştırma-kamplaştırma siyasetini harlama arzusuyla yapıyorlar ne yapıyorlarsa. Tabii bir de şu ara ne yapsalar dikiş tutmayan; yolsuzluklarla, hukuksuzluklarla, tüyü bitmemiş yetim hakkına konmalarla ve büyük suçlarla lebâleb iktidar bohçalarının üstünü örtme çabası eşlik ediyor bu sözüm ona içki düşmanlığına…
Evet, “sözüm-ona”; çünkü bir yandan da kendi bünyelerinde “abdestli viskiciler”den, namazında-niyazında “pudra-şekeri çekenler”den geçilmiyor.
Öte yandan en çok içkiden beslenerek, onun üzerinden elde ettikleri vergilerle, artık sarhoşu oldukları iktidar koltuğunda bunca yıldır oturuyorlar. Çünkü, yukarıda kaydedilen tüm engellemelere, baskılara, caydırma-bezdirme girişimlerine karşın bu ülkede insanlar yine de ellerinde şişeler-kadehler, ama kendilerini-hadlerini bilerek, olgunlukla, medenice, kimseye zarar vermeden içmeyi sürdürdüler; caddelerde, sokaklarda, meydanlarda, parklarda, bahçelerde. Bu arada tabii korkunç vergiler, fahiş zamlar ve biraz da içki içen insana yönelik yaratılan “şeytanlaştırıcı” dilden kaynaklı olası saldırılar korkusuyla evlerde kendileri rakı, bira, şarap imal etmeye başlayanlar da oldu.
Her ne olursa olsun, sonuçta memleket insanı ne içkisinden ne de evde değil dışarıda içmekten, içkinin bir sosyalleşme vasıtası ve sohbete-muhabbete vesile olduğunu düşünmekten vazgeçti. Öyle ki iktidar belediyeleri arasında yeterince gelir elde edemeyenler, bütçelerini denkleştiremeyenler, hiç yüzleri kızarmadan ufak ufak içki ruhsatı konusundaki tavırlarını gevşetip içkili yerlerin açılmasına riyakârca göz yumar bile oldular.
Dolayısıyla dinbaz iktidar, kendisine en etkin ekonomik girdiyi bu memleketin en çok lânetleyip nefret kustuğu, "ayyaş-alkolik" diye yaftalayıp aşağıladığı, "İçeceksen evinde iç" diye azarladığı kesimlerinden sağladı. Kendi hedef kitlelerini oluşturan dindar-muhafazakârlar nezdinde siyaseten ve göstermelik yasaklarla sanki içkiye karşı hareket ediyormuş izlenimi vermeye çalıştılar ama ekonomik olarak alabildiğine "içkiden beslendiler".
Belki de yıllardır yere göğe sığdıramadıkları, cahilce bir takıntı ile din, dindarlık, İslamcılık bahsinde mihrap yaptıkları Sultan II. Abdülhamid'in yolundan gittiklerini düşünmektedirler, kim bilir?!..
Sultan Abdülhamid de içerdi!
Yukarıda kaydettiğimiz şekilde, alkol satışına ilişkin düzenlemeleri, “Fatih nesline anlamlı bir yasa armağanı” diye değerlendirenlere hatırlatmak gerekir ki Fatih’in atası olan sultanlar da içerdi, torunu olan sultanlar da içerdi. Ve Osmanlı'da Panislamizm siyasetine ve halifelik kurumuna hayatiyet kazandırdığı iddiasıyla iktidar sahiplerince baş tacı edilen Sultan Abdülhamid de içerdi.
Devlet İslami, kendisi de halife olmasına rağmen Abdülhamid, şarap ihracatı konusunda da her türlü kolaylığı sağlamış bir padişahtır. Hatta şarap satışından "rüsum" almanın "Beytülmal-i Müslimin için tasavvur bile edilemeyeceği" çıkışında bulunan paşalara, bu gibi tartışmalara girmemelerini tembih etmiştir.
Fakat daha önemli bir ayrıntı vardır onunla ilgili… Prof. Dr. Kemal Karpat’a göre, bugün siyasi dinbazlığın kendisine adeta tarihten bir "pusula" yaptığı Sultan Abdülhamid bile içkiye o kadar uzak değildi. Gençliğinde içki de eğlence de "aşk" da bol miktarda vardır onun... Ve bu "sefih" hayatın kendisine zarar vereceği, hekimi tarafından uyarı babında söylenince, ancak o zaman içkiyi bırakmıştır.
Bununla birlikte, saltanat sürdüğü 33 yıllık dönemde, yemeklerden önce ara sıra sakinleştirici niyetine bir kadeh şampanya içtiği de ona dair not edilenler arasındadır.
İslam’da içki yasağının sebebi
Peygamber Muhammed'in İslam'a davete başlamasından (610) Mekke'den Medine'ye Hicret'in dördüncü yılına kadar on beş yıl boyunca Müslümanlar bol bol şarap içtiler. Hatta Prof. Neşet Çağatay'a kulak verilecek olursa içkiyi özendiren âyetler dahi düşmüştür o yıllarda kutsal kitaba. Mesela Nahl sûresinin 67'nci âyeti: "Size hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden içiririz; onlardan müskirat ve iyi rızık yapar, güzel güzel beslenirsiniz. Bunda aklı erenler için ibretler vardır".
Bu, Hicret'in dördüncü yılına kadar böyle. Sonrasında bilindiği üzere tedrici şekilde şarap yasağı gelir. Fakat belli ki yasağa sebep, Müslümanların içiyorlarsa da ağızlarına-burunlarına içmeyi becerememelerinden kaynaklanmıştır. Söz gelimi Abdurrahman b. Avf, verdiği bir ziyafette konuklarına şarap ikram eder ve herkes sarhoş olur. O sarhoş halleriyle akşam namazını kılmaya kalktıklarında içlerinden öne çıkıp imam olan biri, Kâfirun sûresini baştan sona "lâ"sız okur. Bu "rezalet" üzerine Nisa sûresinin 43'üncü âyeti iner ve orada "Ey inananlar! Sarhoş olduğunuz zaman, söyleyeceğinizi bilecek hale gelinceye kadar namaza yaklaşmayınız" buyrulur.
Sonrasında içki gene içilmeye devam edilir ama aynı şekilde ağzına-burnuna içmeyi bilmeyenlerin yediği herzelerin ardı arkası kesilmez. Ve şu olay, tam bir dönüm noktası olur: Medine'de İtban b. Malik'în evindeki ziyafette Mekkeli bir "muhacir" olan Sa'd b. Ebi Vakkas yiyip içip sarhoş olunca kendi soyu-sopu ile övünen, bu arada "Ensar"ı, yani Medinelileri kötüleyen şiirler-kasideler döktürmeye başlar. Tabii orada bulunan ve Sa'd kadar sarhoş olan Medineliler bunu kaldıramaz ve aralarından biri, yedikleri deve etinin koca kemiğini kafasına geçirerek onu kan revan içinde bırakır. Sonrasında Sa'd, şikâyetçi olmak için Peygamber'e gittiğinde orada bulunan Ömer, olan biteni dinledikten sonra devreye girerek, "Ya Rabbî! Bize şarap hakkındaki emrini açık ve kesin olarak bildir" diye yakarır.
Sonuç, Maide sûresinin içkiyi yasaklayan 90-91'inci âyetlerinin inişidir. Bu arada o zamana kadar içmiş olanlara da 93'üncü âyette af çıkar.
Görünürde dini-bütün, gerçekte içki güm-güm!
İçki mevzubahis olduğunda İslam'ın doğuş döneminde vaziyet budur. Kim bilir, belki de Araplar ağzına-burnuna içmeyi becerebilseydi, zil zurna olup deve kemikleriyle kafa-göz yarmadan “müskirat ile beslenebilselerdi”, Yaradan’dan böyle bir ayet nazil olmayacaktı!..
Neyse, İslami hükümler üzerine tartışmayı da spekülasyonu da “ehl-i şeriat”a bırakıp devam edelim ve sadede gelelim: Bugün laik bir Cumhuriyet’te gayet ölçülü, düzeyli ve zarif şekilde, kimseye zarar vermeden, ağzına-burnuna içmeyi bilen insanlara bu tercihi, keyfi ve hakkı yasaklayan bir saray rejimi var. Ve/fakat, heyhat, bu "Saray"a sinip oralarda danışmanlığa-sözcülüğe soyunmuş, görünürde dini-bütün, gerçekte “içki-gümgüm”, isimlerini zikretmeye değmez olanlar da var. Dedik ya, "abdestli-viskiciler"…
Kimliğini, yaşam-tercihini saklamadan, kadehini dürüstçe-yüreklice kaldırmak mekruh, ama iktidar saflarında olup gizli gizli, sinsi sinsi kadeh yuvarlamak makbul! Yeter ki “beka”dan yana, emre amade ol!..
Nasıl, Hazreti Ömer, “Ya Rabbi, bize şarap hakkındaki emrini bildir” mi demişti?..
Biz de diyoruz ki:
Ya Rabbi, sen bizi zil-zurna iktidar sarhoşu olanlardan koru!..
(REFERANSLAR: Kemal Karpat, "Modern Bir Müslüman Hükümdarın Zuhuru: II. Abdülhamid", İslam'ın Siyasallaşması içinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2001, s. 282-293; Neşet Çağatay, 100 Soruda İslâm Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972, s. 235-237.)