Tayfun Atay
Ronald’ın koynundan çıkmıştır Donald!
Reaganizm’in 1980’ler başında önünü açtığı yoldan 30 küsur yıl sonra 2016’da, neoliberal küreselleşmeye dayalı sayısız ekonomik, politik, askeri ve çevresel sorunun etkileşimsel birikimi eşliğinde, tüm bunların baş sorumlusu olan siyasi coğrafyada ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı-düşmanlığı, İslamofobi, elit-nefreti, zenginlik ve evanjelizmin ‘can alıcı’ izdivacından post-truth Trumpizm çıktı
Trumpizm’in izi Reaganizm’e kadar sürülebilir. Hatta bu bakımdan “Dr. Frankenstein ve canavarı” benzetmesi dahi önerilebilir.
Avrupa’da en karakteristik temsilcisi Margaret Thatcher, Türkiye’deki karşılığı da Turgut Özal olan “Reagan Çağı”, birbiriyle mutabakatı aslında hayli zor ve sorunlu olan, biri ağırlıklı olarak ekonomik diğeri ağırlıklı olarak kültürel iki ideolojik anlayışın “muhabbeti” ile karakterize olur. Bunlar neoliberalizm ve neo-muhafazakârlıktır.
Kabaca tariflemek gerekirse neoliberalizm, 1960’lardan itibaren ABD başta olmak üzere dünyanın en zengin-gelişmiş ülkelerinde kârların hızla düşmesine, özellikle imalat sanayinde kendini gösteren krize çözüm, yani büyük-ölçekli bir kapitalizmi kurtarma operasyonu olarak 1980’lerin başında işlerliğe sokulmuş ekonomi-politik yönelimdir. Neo-muhafazakârlık ise zenginler dışında tüm insanlık için büyük bir sorun teşkil eden bu yönelimin hasarlarını özellikle yoksulların gözünde flulaştırma yolunda “kültürel” mahiyette bir perde çekme girişimi.
Liberal ekonomi-muhafazakâr kültür ve bir taşla iki kuş!
Siyaset bilimi ve sosyoloji terminolojisinde “yeni sağ” olarak da karşımıza çıkan bu ekonomik olarak liberal (refah-devleti karşıtı) toplumsal olarak muhafazakâr siyaset, kârları yükseltip sermayeyi rahatlatma hedefiyle her tür kamusal denetimden muaf şekilde kapitalizmin özgürce (“liberal”) at koşturmasının önünü açtı. Bunu yaparken 1960’lardan beri yükselişteki özgürlükçü, aykırı, protest, savaş-karşıtı, anti-statükocu, hak-arayıcısı kültürel-toplumsal hareketleri (“68”) bastırma yolunda ahlâkçı ve şoven mahiyette muhafazakârlığı alabildiğine kışkırttı.
Bu, bir bakıma bir taşla iki kuş vurmaktı. Çünkü hem kapitalizm-karşıtı toplumsal hareketliliğin karşısına bir kültürel-ideolojik bariyer olarak neo-muhafazakârlığı koyuyor hem de zenginliği gözeten ekonomi politikalarına işlerlik kazandırırken bundan en çok etkilenecek yoksul emekçi sınıfların kafasına tüm sorunların kaynağının o sorunu yaşayan insanların kendileri, daha doğrusu onların yaşam tercihleri olduğu fikrini sokuyordu.
Sözgelimi sorun, 1960-70’lerin radikal-özgürlükçü, aile değerlerini hiçe sayan, komünal eğilimli “Hippi”leriydi. Sorun, alıp başını gitmiş feminist hareket, “yuva”sını terk etmiş, anneliğe yabancılaşmış kadınlardı. Sorun, eşcinsel örgütlenmeler, kürtaj-hakkı savunucuları, dini kıyıya itmiş seküler zihinli entelektüeller, “evrimci çığırtkanlar”dı!..
Şirketlere-işletmelere vergileri azaltan; ücretleri aşağı çekerken halkın sırtına vergiler bindiren; sendikaları dağıtıp her şeyi özelleştiren, temel yaşam kaynaklarını metalaştıran neoliberal sistem, bütün bunların mağduru kitlelere işte bu sistem-karşıtı oluşumları ve onların dayanağı olan düşünsel, kültürel, kimliksel (etnik-ırksal), cinsiyetsel ve cinsel farklılık ve çeşitlilikleri “lanetli ötekiler” olarak işaret edip “toparlanma” çağrısında bulunmaktaydı. İşte bu “toparlanma çağrısı”nın adıdır neo-muhafazakârlık.
Bu arka-plân üzerinde durulmaksızın bugün ABD’de demokrasinin mabedi sayılan Capitol Hill’i ırkçı-faşizan-evanjelik motivasyonla ve ellerinde “Mesih Kurtarır” (Jesus Saves) pankartları, üzerlerinde “Trump Ulusu” (Trump Nation) yazan tişörtleriyle basıp darmadağın eden Beyaz yoksulluğun ayaklanmasına nasıl gelindiğini anlamak mümkün olmaz.
‘Reaganizm’in kurgusal karşılığı olarak ‘Dallas’
Biraz nefeslenelim ve kendimizi politikanın ağırlığından popüler kültürün hafifliğine bırakalım; elbette, “Popüler, politiktir” şiarımız eşliğinde!..
Kanaatimce neoliberalizm ile neo-muhafazakârlığın 1980’lerden itibaren Reaganizm üzerinden imkân dahiline giren zorlu beraberliğini hiçbir şey dönemin popüler kültür başyapıtı Dallas’tan daha çarpıcı ve fantastik şekilde yansıtamaz.
1978’de başlayıp 1991’e kadar 14 sezon sürmüş dizi, zamanın ruhu/hayatın gerçeği olan neoliberal pervasızlığa o meşhur ve unutulmaz “Ceyar” (Larry Hagman) ile ayna tutarken, aynı ailenin küçük oğlu, “iyi çocuk” Bobby Ewing (Patrick Duffy) ile de ahlâkçı-gelenekçi neo-muhafazakâr mesaj vermekteydi. Hatta yukarıda çizdiğimiz çerçeveyle uyarlı olarak eklemek gerekirse, Bobby’nin karısı olarak ilk bölümden itibaren karşımıza çıkan ve 1960-70’lerin özgürlükçü kültüründen esinler taşıyan Pamela Ewing (Victoria Principal), Southfork Çiftliği’ne girdikten sonra bir yandan zenginlikle terbiyelenip mazbut bir eş olmaya evrilirken bir yandan da kayınbiraderi J.R’ın bireyci yırtıcılığı ve ahlâki düşkünlükleri karşısında bir denge unsuru olarak dizide seçkinleşecekti.
Mesaj netti: Neoliberalizmin yol açtığı tahribat ve hasarlar karşısında, elbette yanılsama yüklü bir “rehabilitasyon” ünitesi olarak neo-muhafazakârlık devrededir!..
‘Ceyar’ kurgusunun gecikmiş-gerçekliği: Trump
Dallas’la bağlantılı olarak gerçekten kurguya/kurgudan gerçeğe analojilerimize devam edelim: Neoliberal şiddet figürü Ceyar ile neo-muhafazakâr şefkat figürü Bobby’nin babaları, Souhtfork malikanesinin reisi, hem zıraî hem de sınaî kapitalist Jock Ewing (Jim Davis) karakteri, adeta Ronald Reagan temsili (doğrulaması-onaylaması) olarak seyrimizdedir.
İşte Ronald Reagan’dan bunca yıl sonra Donald Trump’la karşımızdaki siyasi pratik de bir bakıma J.R. Ewing temsilinin ABD siyasetinde doğrudan hayatiyet kazanmış hali olarak kaydedilebilir. Denilebilir ki Trump, “Ceyar”ın geç de olsa siyasi iktidara oynamış halidir! Baksanıza, kıymetli dostumuz Soli Özel’in Trump ve Trumpizm’in özlü ama seçkin bir analizini sunduğu yazısındaki şu tasvir, 1980’lerden aşina olduğumuz o ‘Muhteşem Ceyar’ı yankılamıyor mu:
“Dünyanın en etkili gücünün başında Rusya zenginleriyle kara para aklama ilişkileri olduğuna dair güçlü karineler bulunan; seçimlerde Rusya’dan destek aldığı iddiaları gittikçe güç kazanan, hakkında soruşturma sürdürülen yakın çalışma arkadaşlarının giderek kendilerini kurtarmak amacıyla bülbül kesilerek yasadışı işlerden ne ölçüde haberdar olduğunu ifşa ettikleri; devlet yönetmekten çok TV yıldızı gibi davranmayı seçen; okumayı, tartışmayı sevmeyen, etik kaygılar taşımayan şaibeli bir emlakçı var. Nefret etseniz de asla küçümsememeniz gereken…”
‘Cennet’ sanılan ‘Cehennem’: Neoliberal küreselleşme
Ama tabii “Ronald’dan Donald’a” iz sürdüğümüz yolda, “kurgusal uçuşlar” bir yana, daha nice hakiki hadise ve şahsiyet var ki onlarsız Trump’a varan yolu anlamak ve açıklamak hiç mümkün değil.
Bir kere 1989’dan başlayarak “Duvar”ın yıkılışı, “Demir Perde”nin yırtılışı, yani Sovyetler’in çöküşü ve “reel sosyalizm”in çözülmesiyle birlikte neoliberalizm zafer naraları eşliğinde hastalıklı bir özgüven tazeledi ve kibirlice yeryüzüne alabildiğine yayılma sürecine girdi. Reagan’ın halefi “Baba Bush” dönemine denk gelen bir “gelişme”ydi bu ve zafer naralarının en “rafinesi” de Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziydi: İnsanlık tarihi liberalizmin her şey karşısında nihai zaferiyle noktalanmış, adeta “Cennet” yeryüzüne inmiş ve adı da “Küreselleşme” konmuştu.
Tabii çok geçmeden bunların safsatadan ibaret olduğu, Irak ve Saddam krizi, ardından eski-Yugoslavya topraklarındaki iç savaş hali, soykırım/etnik temizlik pratikleri ile anlaşıldı. Yanı sıra, yeryüzünün sınıf temelli siyasal-ideolojik mücadelelerden, başta siyasal İslam olmak üzere kültür ve kimlik temelli siyasal-ideolojik mücadele, kutuplaşma ve çatışmalara savrulması; ek olarak kapitalizmin bağrında da “postmodern/post-seküler” dinamiklerin ön alması, zaten neoliberalizmle birlikte yürürlükteki neo-muhafazakâr harareti daha da artırdı.
Bu doğrultudadır ki Baba Bush döneminden itibaren evanjelik Protestanlığın siyasetteki ağırlığı, onun özellikle Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadına iyiden iyiye hâkim hale gelmesiyle artmaya başladı. Dünya konjonktüründeki dalgalanmalar, İran, Irak, Afganistan derken siyasal İslam’ın küresel-cihatçı tedhişe açılmaya başlaması, bütün bunlar da sürece katkıda kusur etmediler tabii!..
Can alıcı bir ‘izdivac’ın çocuğu: Trumpizm
Elbette bu 40 yıl içerisinde ABD’de Demokratlar’ın iktidarı da söz konusuydu; 12 yıllık Reagan-Baba Bush döneminden sonra sekiz yıllık Clinton dönemi var. Ama bu, dışarıda askeri maceralara ara verip bir parça içe kapanma dönemi olmanın ötesinde büyük bir değişiklik arz etmez. Neoliberal işleyiş devam etti.
Sadece kültürel ve (özellikle Obama dönemi göz önünde bulundurularak söylemek gerekirse) kimliksel (etno-ırksal) plânda farklı yönelim, öncelik ve teşvikler Demokratlar’ın iktidar dönemini karakterize eder. Fakat bunlar da neoliberalizmin öğütücü çarkları arasında sıkışıp kalmış yoksul çoğunluğun zaten hanidir hayatına kök salmış neo-muhafazakâr telkinlere daha da açık hale gelmeleri sonucunu doğurdu. Zengin ülkeler arasında sınıfsal eşitsizliğin en keskin hale geldiği ABD’de öfkeli Beyaz yoksulluk, bunun kök sebebini oluşturan Cumhuriyetçi-patentli neoliberal gidişatı değil, bu 40 yıllık süreçte “ara-nağmeler” olarak beliren Demokratlar’ın çok-kültürlülüğü, azınlık ve göçmen haklarını gözeten yönetim anlayışını sorumlu tuttu. Tabii bu hem El Kaide ve “11 Eylül patlaması”nın, hem de sonrasında Suriye savaşı ve IŞİD kâbusunun katalitik etkisinde ziyadesiyle pekişti.
Sonuçta Reaganizm’in 1980’ler başında önünü açtığı yoldan 30 küsur yıl sonra 2016’da, neoliberal küreselleşmeye dayalı sayısız ekonomik, politik, askeri ve çevresel sorunun etkileşimsel birikimi eşliğinde, tüm bunların baş sorumlusu olan siyasi coğrafyada ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı-düşmanlığı, İslamofobi, elit-nefreti, zenginlik ve evanjelizmin “can alıcı” izdivacından post-truth Trumpizm çıktı.
Evanjelik sofuluğun sefih Trump’la imtihanı!
Kürtaja, LBGTİ kimliğe, seks işçilerine, evlilik-dışı ilişkiye karşıtlık ve Siyahlara, Hispaniklere, göçmenlere, Müslümanlara yönelik ırkçılık, “İncil’le müjdelenmişlik” anlamına gelen evanjelizmi bugünün ABD’sinde karakterize eder. Trump’ın sahneye çıkmasında en önemli kitlesel-kültürel kaldıraç olarak karşımızdaki Başkan Yardımcısı Mike Pence de evanjelizmin ABD siyasetinde geldiği doruk noktasını simgeleyen bir figür olarak kaydedilebilir.
Fakat, heyhat, bir yanda aşırı sofu-ahlâkçı hassasiyetle kapısı kapalı odada bir kadınla yalnız kalmayı dahi zina itkisine yol açabileceği kaygısıyla reddeden Pence; diğer yanda kadın düşmanlığı ve düşkünlüğü, cinsel maceraları, ahlâki zaaflarıyla ayırt edilen Trump!..
Peki bu nasıl oldu?.. Oldu, çünkü evanjelikler için ırkçı nefret ve yabancı düşmanlığı cinsel ahlâktan da İncil’den de “Mesih”ten de demek ki daha önemli ve öncelikli imiş!..
Bu yüzden 2016’da zengin Beyaz azınlığın ve yoksul Beyaz çoğunluğun yanı sıra kadınlı-erkekli orta-sınıf iyi eğitimli Beyazlardan da oy alarak iktidara gelen Trump’ın arkasında onlar son seçimde de hâlâ durmayı sürdürdüler.
Buna mukabil özellikle Beyaz Amerikalı kadınların Trump’a 2016’da verdikleri destek onun 4 yıllık yönetim performansına bağlı olarak hemen hemen sıfırlandı (burada feminist hareketin de #Metoo hareketinin de katkı payını zikretmeden geçmemek gerek). Trump’ın seçimi kaybetmesinde bunun payı var. Ama elbette 2016’da anaakım siyasette, yani Demokratlar cephesinde aradığını bulamadığı için sandığa gitmeyen azımsanmayacak sayıda Afrika-Amerikalı ve Hispanik-Amerikalının bu defa can havliyle sandıkta soluğu almış olmalarının payı daha büyük olsa gerek.
Artık ‘Ceyar’ kesmez, ‘Hitler’ verelim!
Neticede bugün dünyada bir küresel dehşet haline yol açarcasına doğal çevre ile cebelleşme noktasına gelmiş neoliberal çığırından çıkmışlığın, neo-muhafazakârlıktan da öte giderek neo-faşizmle buluşmuş tezahürü olarak Trumpizm, ABD’de yolun sonuna gelmiş gibi görünüyor.
O yüzden bu aşamada Trump üzerine “Ceyar” benzetmesinde bulunmak da kesmez! Şu ara onun hali olsa olsa yeryüzüne yapıp ettiklerinden sonra yenilip kaybettiği noktada, kendini bir odaya kapatıp tek başına yapayalnız hayatına son verme noktasına gelmiş Hitler’le bir analojiyi daha çok hak ediyor. Baksanıza, onun sefahat ve ahlâksızlık dolu özgeçmişini bugüne kadar paranteze alabilmiş Pence bile nihayetinde bu son aşamada ona sırtını döndü.
Reagan’dan Trump’a, Özal’dan Erdoğan’a…
ABD’de “Ronald’dan Donald’a” açılmış 40 yıllık yelpaze, kapitalizmin “neoliberal-muhafazakâr” çaresizliğinin resmi olarak okunabilir. Bu ekonomi-politik ve kültürel-ideolojik (dinsel) serüvenin elbette bizim bu topraklara has, “yerli” ve “millî-manevî” karşılığı da başlangıcında 1980’lerden itibaren Turgut Özal’ın yer aldığı, 2000’lerden bu yana da Tayyip Erdoğan öncülüğünde süre gelen serüvendir.
ABD’de Reagan ne ise Türkiye’de Özal oydu. Ve ABD’de Trump ne ise Türkiye’de Erdoğan odur. Elbette yerel, tarihsel-kültürel-dinsel özgüllükler eşliğinde…
Tabii ABD örneğine nazaran bizdeki, gerçi aşağıdan yukarıdan yolun sonu gözüküyor olsa bile henüz tamamına ermemiş bir serüven.
Kuşkusuz bu serüveni yazacağımız günler de gelecektir.
(Referanslar: Jonathan Neale, Amerika’nın Derdi Ne? - Güçlü ve Zengin Elitler Amerika’yı Nasıl Değiştirdi ve Şimdi Dünyayı Nasıl Değiştirmek İstiyor? (Çev. Arhan Nur), 2004; Nancy Lindisfarne-Jonathan Neale, “Trump, Pence ve Evanjelikler”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 32, 12 Ağustos 2018; Soli Özel, “Trump ve Trumpizm”, Cumhuriyet PA7AR, Sayı: 31, 5 Ağustos 2018.)