Tayfun Atay
Reklam insanlar, reklam yaşamlar, reklam yayınlar
Sosyal medyada zebil miktarda ortaya saçılan yazılı-görüntülü mesajlarla, “orası yanıyor burası yanıyor” diye açılan çoğu yersiz-mesnetsiz etiketlerle kendini göstermeye çalışan insancıklardan, kerli ferli ve sureti haktan görünen dev medya kuruluşlarına kadar açılan yelpazede bir “reklamsal” işleyiş olduğunu sezmiyor musunuz biraz?.. Ve günlerdir yangın yerine dönmüş memlekette sözüm ona yangınların üstesinden gelme yolunda yapılan yayınların içten içe, alttan alta, sezdirmeden ayıktırmadan o yangınlara nasıl körükle gittiğini ayırt edebiliyor musunuz?
Ömrünün 40 yılından fazlasını üniversiteye hasretmiş biri olarak naçizane, öğrenci adaylarına da onların ebeveynlerine de sesleniyorum: Üniversite tercihlerinizi cafcaflı, janjanlı, laylaylom’lu şekilde ekranlardan önünüze sürülen reklamlarla ters orantılı olarak yapın! Unutmayın, kalitesiz üniversite reklama sığınır.
Önceki cumartesi Gazete Pencere’de Gönç Selen şahane bir yazı sundu bizlere. “Gölgeler ve Gerçekler” başlıklı yazı, reklamcılık sektörünün içinden biri olarak Selen’in özeleştirel motivasyonla reklamın ve reklamcının gerçek yüzünü Turizm Bakanlığı’nın İstanbul tanıtım videosu dolayımıyla sergileme girişimiydi.
Nedir reklamın ve reklamcıların gerçek yüzü?.. Gönç Selen sözünü hiç sakınmaksızın belirtiyor: Yalan, örtbas ve ahlâksızlık.
Çünkü, diyor Selen, reklam yalan söyler ya da gerçeklerin üzerini örter. Reklamcılık, “insan en kolay kendini kandırır” düsturu uyarınca hareket eder. İyi reklamcı, ahlâksızdır, çünkü ne yaptığının farkındadır; ben bu ürünün kötü yanlarını nasıl gizlerim, iyi yanlarını nasıl parlatırım, hatta kötü yanlarını bile nasıl iyiymiş gibi gösteririm sorularına cevap bulmaya ve bunu hepimizi ikna edici biçimde servis etmeye çalışır. Reklam ve reklamcı, mevcut kapitalist sisteme hizmet eder ve bu bakımdan reklamcı, tetikçidir. İyi reklam, gerçekliği en iyi şekilde makyajlayandır; bu doğrultuda reklamın iyisi-kötüsü olmaz sözü de yanlış bir klişedir. Çünkü iyi reklam ve reklamcı, kötünün iyisi değil, kötünün en kötüsüdür; gerçekliği, yanlışlığı, kötülüğü en başarılı şekilde gizleyip bize bunların “iyi-doğru-güzel” olduğu yalanını yutturduğu için…
Selen’in yazısından benim çıkardığım özet-sonuç böyle. Yaşadığımız hayatın içinde başucunda tutulması gereken bir yazı bu. Çünkü, Selen’in yazdıklarını kendimce insanlık halimize değgin olarak daha geniş çerçeveye oturtma arzusuyla diyebilirim ki reklamın ve reklamcılığın hayatımızın içinde belirli ve yönlendirici bir etkiye sahip olmaktan öte bir durumu var bugün. Kanımca reklam artık hayatın kendisi olmuş durumda! Yani insan, reklam olarak var; siyaset ve siyasetçi reklam olarak var; eğitim ve üniversite reklam olarak var; sağlık ve doktor reklam olarak var; ilişkiler-aşklar-evlilikler, arkadaşlıklar-eşler-sevgililer reklam olarak var.
Ve belki çok acı bunu söylemek ama salgın, yangın, felaket, kıyamet, bunların hepsi reklam olarak var.
Değersizlikleri pazara sürme işi
Reklam, tüketim kapitalizminin kalbi. İnsanlığı, “düşünüyorum, o halde varım” anlayışından “tüketiyorum, o halde varım” anlayışına çıkaran kültürel-endüstriyel pratik… Evveliyatında “mağara”dan neşet etmiş insanı, “mağaza”yı hayatının nihai olmazsa olmazı kılmaya sevk etmiş bir narkotik…
Ve bilmekten çok görünmenin hayatın olağan akışı haline geldiği bir dünyada herkesin ne kadar emek verip alın teri döktüğünü değil de ne kadar “satış”ı olduğunu, ne ölçüde pazarlanabilir olduğunu dert edip bu uğurda ha bire “özçekim”, daha doğrusu “özmaske” üretmeye sabitlendiği plastik varoluşumuzdan sorumlu bir problematik…
Reklam, elbette Selen’in yazdıklarından da destek alarak kaydetmek gerekirse, Özdemir Asaf’ın şu dizelerinin yaşamın tek ölçüsü haline gelmiş olmasının müsebbibi:
“Güzel çirkinliklerle, çirkin güzellikleri
Değerlendiremeyen saraylar kuruluyor.
Değerlileri satıp tüm değersizlikleri
Pazara sürmek için pazarlar kuruluyor.”
Halk beni böyle ‘satın aldı’…
Madem söz “saray”a geldi, oradan devam edelim!..
Yukarıda kaydettik ya insan reklam olarak var, siyaset de siyasetçi de reklam olarak var diye… Bu bağlamda en çarpıcı örnek, Tayyip Erdoğan’ın yıllar önce Mehmet Barlas’ın bir söyleşide kendisine yönelttiği yağlı-ballı “şahane “ bir soruya verdiği cevapta karşımıza çıkar.
Barlas’ın sorusu şuydu:
“Çok insancılsınız, çok sıcakkanlısınız, ailenize düşkünsünüz, birlikte olunduğunda bal gibi, tatlı adamsınız. Fakat meydanda çok sert oluyorsunuz. O, siyasetin gereği mi?”
Erdoğan’ın soruya cevabı da aynen şöyle:
“Benim o meydandaki dilimi halkım çok iyi anlıyor. Ve bu dili de iyi yakaladı. Bu dili satın aldı [altını ben çizdim]. Tayyip Erdoğan’ın bu dilini meydan satın aldığı içindir ki muhabbet aramızda, yani o gönüller arasındaki ilişki var ya… …”
Evet, cevabın akışında Barlas’ın da araya girmesiyle halk karşısındaki performansını “alım-satım” ilişkisine indirgemiş siyasi liderin bu “iktisadi” terminolojisi insani bir muhabbet ve “gönüller-arası ilişki”ye doğru rota kırsa da dilin kemiği yok, söz ağızdan çıkmış bir kere. Elbette Barlas’ın sorusundaki değerlendirmesi de hayli tartışmalı olsa da burada konumuz gereği onu sorgulamaksızın alalım: “Bal gibi tatlı adam”, siyasi arenada bir sertlik abidesine dönüşüyorsa, soruya verilen cevabın ışığında karşımızda bir pazarlama stratejisinden başka bir şey yok demektir. Bu strateji tutuyor ve siyasetçiyi, pardon “ürün”ü halka, pardon “müşteri”ye sular seller gibi satıyorsanız, bunda ısrar sürdürülür elbette. Böylece Barlas’ın “bal gibi tatlı adam”ı bir “reklam insan” olarak iktidar bekası için aynı pazarlama stratejisine dayalı yol almaya, dolayısıyla halkın satın aldığı bir “ürün” olarak yaşamaya devam edecektir.
Üniversitelerin ‘burs zokası’ reklamları
Şu ara üniversitelere yerleşme derdinde olan çocuklarımızın ve onların ebeveynlerinin önüne sürülen ve beni ömrümü geçirdiğim “üniversite” kurumu adına tiksindiren reklamlara baktığımda da nasıl tatsız bir “reklam yaşam” içinde ömür tükettiğimizi düşünmeden edemiyorum!..
Hiç utanıp sıkılmadan, çocukları adeta üniversiteye değil sirke, tefekküre değil temaşaya, öğrenmeye değil eğlenmeye davet edercesine şekillenen bu reklamlarla öğrenci toplamaya değil “müşteri” avına çıkmış bezirgânlar en çok neyi vurguluyor, dikkat edin: İlk üç, ilk beş, ilk bilmem kaç tercihe yüzde şu kadar bu kadar burs!..
Neden, çünkü akademik yetkinlik, eğitim-öğretim kadrosu olarak yeterlilik, yayın zenginliği, kurumsallaşmış olmak ve diğer bakımlardan içler acısı hali ve de pandemi bahanesiyle korkunç bir kıyıma uğrattıkları akademisyenleri gözden uzak tutmak zorunda olup, geriye de üniversite adına bir şey kalmayınca, varsa yoksa burs… Özde de “bastır parayı verelim diplomayı” düzeyine indirgenmiş bir ticari ilişki.
Gel de Selen’in satırlarından esinlenme! “Ben bu kurumun kötü yanlarını nasıl gizler, iyi yan olarak da burs zokasını nasıl yuttururum” ahlâksızlığıyla üretilmiş zehirli davetiyeler var karşınızda “üniversite tanıtımı” adı altında…
“Orası yanıyor burası yanıyor, tıkla tıkla tıkla!..”
Gelelim yazının en zor yanına ve salgınla-yangınla beslenen “reklam yayınlar”a…
Sosyal medyada zebil miktarda ortaya saçılan yazılı-görüntülü mesajlardan, “orası yanıyor burası yanıyor” diye açılan çoğu yersiz-mesnetsiz etiketlerle kendini göstermeye çalışan insancıklardan, kerli ferli ve dahası sureti haktan görünen dev medya kuruluşlarına kadar açılan yelpazede de benzeri bir “reklamsal” işleyiş, itki, içerik olduğunu sezmiyor musunuz biraz?..
Öncesinde salgının olduğu gibi şimdi yangının da nasıl başka mecraların, kurumların, insanların, insancıkların, büyük şöhretlerin ve sadece 10-15 dakikalığına meşhurların yararına araçsallaştırıldığını içiniz acıya acıya hissetmiyor musunuz hiç?..
Ve şu haftalardır yangın yerine dönmüş memlekette sözüm ona yangınların üstesinden gelme yolunda yapılan yayınların içten içe, alttan alta, sezdirmeden ayıktırmadan o yangınlara nasıl körükle gittiğini ayırt edebiliyor musunuz?..
Nasıl mı?.. Aşağıdaki şekildeki gibi…
Reklamla yanan ormanlar
Ekranda günlerdir yanan ormanlar karşısında iktidarın aczini, çabaların yetersizliğini, insanların çaresizliğini size aktarıyorlar; yangın bölgesinden yayınlar yapıyorlar; telaşlı-endişeli ses tonları, yüz jestleriyle konuşuyorlar; uzman konuklar, orman mühendisleri, ekolojistler, iklim bilimciler davet edip onları konuşturuyorlar. Ne kadar güzel, yapıcı ve yararlı!.. Mesela TEMA Yönetim Kurulu Başkanı’nı izliyorum, anlatıyor neler yapılmalı, neler yapılmamalı uzun uzun, çırpına çırpına… Vurguluyor, bu ölçüde bir yangın daha önce karşımıza çıkmadı, böylesi bir ilk diye. (Öyle, çünkü artık küresel ısınmanın eşiğinde değil, içindeyiz. Yeryüzünde sıcaklık on yıllardır bilim insanlarının dilinde tüy bitercesine söyledikleri üzere insan marifetiyle 1-2 derece arttı. Küresel ısınmanın bir sonucu olarak küresel orman yangınlarına yelken açtık, gidiyoruz.)
Sonra sözü “bal”la kesiliyor TEMA Başkanı’nın, çünkü reklam saati geldi çattı!..
Ve hepsi, gayet iyi bilindiği üzere (üretim süreçleri ve muhtevalarıyla olduğu kadar paketlenmeleriyle de) küresel ısınmanın irili ufaklı sorumlusu endüstriyel mamuller tüketim iştahımızı kamçılamak üzere art arda karşımızda: Deodorant reklamı, şampuan reklamı, duş jeli reklamı, ağda reklamı, fondöten reklamı, saç boyası reklamı, deterjan reklamı, enerji içeceği reklamı, otomobil reklamı… Böyle uzayıp gidiyor.
Küresel ısınmaya bağlı orman yangınlarına ilişkin “içi kanaya kanaya” yayın yapanlar, o küresel ısınmaya yol açan kapitalist işleyişe, onun hep daha fazlasını istemeyi vazeden tüketimci ereğine bizleri koşullama üniteleri olan reklamlarla varlığını sürdürüyor.
Kıyametin sebebi, yayıncının ekmeği yani!..
Sonuçta yangın üzerine yapılan ve “içimiz yanıyor, ormanlarımız yanıyor, köylerimiz-insanlarımız yanıyor” çığlıklarıyla sürdürülen programların arasına alınan reklamlarla o yangınlara ve yeni yangınlara körük olmaktan başka bir şey yapılmıyor maalesef!..
Gönç Selen kardeşimiz nasıl sözünü hiç sakınmamışsa, biz de onun gibi sözümüzü sakınmaksızın noktalayalım:
Ne kadar reklam, o kadar yangın…
Ne kadar reklamcı, o kadar korona.