Tayfun Atay
Kullan-At Toplumu, Korona’ya karşı!
Her şeyi iflah olmaz tüketim çılgınlığı içinde kullanıp atmaya dayalı insan pratiğinin bir sonucu Pasifik Okyanusu’nun ortasında artık kıta büyüklüğünde olduğu için “Yedinci Kıta” diye söz edilen korkunç bir çöp yığını yaratmak oldu. Diğer sonucu, “üretim”, “kâr”, “büyüme” diye “sihirli”, ama aslında zehirli tabirlere tutkuyla, temel yaşamsal kaynakları (toprak, hava, su, fauna-flora) yeryüzüne ölümü indirircesine tüketmek oldu. Ve nihayet sonuç, böylesine tüketici bir doğa-zararlısı haline dönüşmüş insanı bağrından dezenfekte etme yolunda doğanın, “Yeter” feryadı eşliğinde işlerliğe soktuğu Korona oldu
Sosyal medyada “Gardrop Gurusu” olarak tanınan stil danışmanı Hande Can’ın “can alıcı” sözleri tesadüfen düştü önüme. MAG Dergi’ye verdiği röportajda Gouroux (Guru) isimli şirketiyle marka danışmanlığı, “styling”, “ev ve marka styling” gibi hizmetler verdiğini belirten, yeni projelerinden bahseden, bu arada Dior başta olmak üzere sevdiği markaları (Ortiz, Silvia Tcherassi, Khaite) sıralayan Can, mevzu pandeminin modaya etkileri bahsine gelince bakın neler söylemekte:
“Pandemi doğanın bir tür ‘yeter’ feryadıydı aslında. Moda ve modadan kaynaklı tüketim çılgınlığı ile maalesef dünyaya çok tahribat verdik. Pandemi moda sektöründe uzun yıllardır tartışılan sürdürülebilirlik kavramının önemini ortaya koydu.”
Ardından, pandemi-sonrası normalleşme süreci gerçekleşse dahi moda ve tüketim bağlamında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da söyleyen “gardırop gurumuz”, tüketim çılgınlığı içinde bir kesim belki hâlâ görülecek olsa bile artık esasen daha çok etiket okuyan, ihtiyacı haricinde fazla bir şey almaktan kaçınan, karbon ayak izine göre (yani doğal çevreye verdiği zararı gözetip bundan kaçınarak) hareket eden bilinçli bir tüketicinin ortalıkta olacağını kaydediyor.
Nuh nebiden bir ses: İhtiyacın kadar tüket!
Bir taraftan meta fetişizminin şahikası sayılabilecek marka adlarının art arda iştahlıca sıralanıp sonra tüketim çılgınlığından söz ediliyor olması yazım hatası gibi gelebilir ya da en hafifinden bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyebilirsiniz. Yine de ben bu sözlere dudak büküp geçmemek ve onları iyi niyetle geliştirmekten yanayım.
Hande Can diyor ki artık ihtiyacından fazla bir şey almaktan kaçınan tüketiciler karşımızda olacak.
İhtiyaç kadar tüketmek... Ne kadar uzakta bıraktığımız, adeta tarih-öncesinden, Nuh nebiden kalma bir ses gibi geliyor değil mi? Üstelik moda endüstrisinin içinden, özdüşünümsel, belki bir ölçüde de özeleştirel mahiyette…
Hande Can’a 2021 moda trendleri hakkında merak edilenleri sormak üzere röportaj çağrısında bulunulmuş ama o, 2000’ler öncesinin de çok öncesine, hatta denilebilir ki asırlar öncesine dönüş sayılabilecek mahiyette bir cevap üretmiş. “İhtiyaç için tüketim”den söz ediyor olmanın başka izahı yok çünkü. Çünkü ihtiyaç için tüketim, insanlığımızın kadim zamanlarında kalmış, bugünün tüketim kapitalizmi-kültürü, yani stil danışmanımızın deyişiyle “tüketim çılgınlığı” dünyasında çoktan unuttuğumuz bir tutum, bir alışkanlık, bir “haslet”.
Bu çerçevede hanidir kütüphanemin raflarında dinlendirdiğim ama geçen hafta bir seminer vesilesiyle yeniden ilgiye açtığım, insanlık tarihinde alışverişin kültürel serüveni üzerine notlarımı burada Pencere’mden de paylaşmak geldi içimden!...
Çatalhöyük – Obsidyen – Takas
Konya Ovası’ndaki Çatalhöyük, Anadolu’nun tarih-öncesi üzerine araştırmalarda bulunan arkeolog ve antropologlarca yeryüzünde ortaya çıkmış ilk kent yerleşimlerinden biri kabul edilir. Başta tarım (çiftçilik-hayvancılık) olmak üzere insanlık tarihindeki sayısız kültürel atılıma öncülük etmiş bu belde, ticaretin de ilk ortaya çıktığı yerlerden biridir.
Günümüzden 8500 yıl öncesinde Çatalhöyük ve çevresi, “taş devrinin petrolü” sayılabilecek bir madde yönünden oldukça zengindi. Obsidyen denilen ve yanardağ lavlarının ani soğuması ile oluşan bu parlak volkanik taş, yontma ve cilalı taş devrinde pek çok aletin, ok ve mızrak uçlarının ve de süs eşyalarının yapımında kullanılan değerli bir madde idi.
O zamanlar hâlâ aktif bir volkan olan Hasan Dağ’dan obsidyen çıkaran Çatakhöyüklüler, üreticilik ve zanaatkârlığın yanı sıra Van Gölü çevresinden Adana Ovası’na ve Suriye, Filistin, Mezopotamya’ya kadar açılan geniş bir çevrede ticari faaliyet yürütmekteydiler.
Çatalhöyüklülerden bu değerli taşı alanlar, karşılığında avladıkları hayvansal ve topladıkları bitkisel yiyecek ürünlerini vermekte, yani takas etmekteydiler.
Günümüzden binlerce yıl önce Anadolu’nun orta yerindeki Çatalhöyük’te insanlar alışveriş yapmaktaydı ve takas yahut değiş tokuş, alışverişin ilk biçimiydi.
‘Bir Lokma Bir Hırka’dan, ‘Daha Daha Ne Alsak’a…
Takas ile alışverişin insanlık tarihinin çok uzun bir dönemine damga vurduğu söylenebilir. Yontma Taş Çağı’ndan Tarım’a geçişle ayırt edilen Cilalı Taş Çağı’na, ardından Madenler Çağı’na, taş alet değiş tokuşundan zaman içinde her tür araç gereç ve değeli sayılan madde ya da madenlere kadar pek çok şeyin takasına gidilmiş olsa gerektir. Avcı-toplayıcı, tarımcı-hayvancı köy ve kabile topluluklarında yakın zamanlara dek varlığı gözlenmiş bu ticari pratik, geçimlik ekonomiye denk düşer ve esası, ihtiyaç için tüketimdir. İnsanlığın bu aşamasında kültürel-ahlaki norm da kanaatkârlıktır; yani azla yetinmeyi, şükretmeyi, “bir lokma bir hırka” demeyi bilmek.
Kanaatkârlığı geride bırakma yolunda adım, geçim için üretimden pazar için üretime, yani piyasa ekonomisine geçişle atıldı. Kapitalizmi karşımıza çıkaran bu geçişle birlikte yeni bir kültür ve değerler sistemine doğru ilerleyişin önü açılmıştır. “Bir lokma bir hırka” diyen insanın, “Daha daha ne alsak” diyen insana dönüşüm sürecidir bu.
Marketin ‘Mabet’ Oluşu
Geçimlik ekonominin esas olduğu, insan nüfusunun köylerde yoğunlaştığı kırsal-tarımsal yaşam biçiminde ticaret mekânı olarak “pazar” (market) elbette vardır, ama hayatın içindeki yeri hayli marjinal, tali ve sınırlıdır. Pazar, kapitalist ekonominin ve onun uzantısında şehirli yaşam biçiminin öne çıkmasıyla birlikte aslîleşir ve denilebilir ki insan yaşamının nabzının attığı yer haline gelir. Zaman içinde mağara insanından “mağaza insanı”na geçişi karşımıza çıkaracak süreçtir bu. Aynı doğrultuda Marx, Kapital’de pazarın işleyişini bir “dinsel sistem” olarak kavramsallaştırır.
Ondan ilhamla biz de bu dönüşümü, “marketin mabet haline gelmesi” olarak nitelendirelim!..
Yine de kapitalizm başlangıçta çalışma ve biriktirme yani tasarruf temelli bir “etik” anlayışla yol almıştır ki burada da Weber’i ve onun önemli eseri “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu”nu hatırlamadan geçmemek gerekir.
‘Dünyevi Çilecilik’ten ‘Haz İlkesi’ne…
Kabaca belirtmek gerekirse Weber modern-rasyonel kapitalizmin bir "ruhu" olduğunu söyler. Kapitalizmin önünü açan bu "psikolojik motivasyon", her türlü dünyevi zevkten kaçınan ve hep daha çok para kazanmaya kendini adamış bir toplumsal ahlâk anlayışından çıkmaktadır ki bu ahlâk anlayışı da Protestanlığın kalvinist "dünyevi çilecilik" öğretisinde içkindir. Bu öğretiye göre bireye bu dünyada tanrı tarafından verilmiş bir "görev" vardır: Çok çalışmak, ama yaşamın ve kazancın sunduğu dünyevi zevklerden uzak durup, müsrifçe tüketmemek... Weber bu "etik" doğrultusunda servetin tüketiminin sınırlandığını, sermayenin üretken yatırımının mümkün olduğunu, böylece de kapitalizmin gelişmesinin sağlandığını söylemektedir.
Weber'in tezine hem itirazlar hem de onun ne anlattığı hususunda ihtilaflar söz konusu olmakla birlikte en ciddi basitleştirme hatası onun kapitalizmi belirleyenin din olduğunu söylediği sanısıdır. Oysa Weber, kalvinizmi kapitalist ruhun gelişiminde önemli bir etkiye sahip görse de asla kapitalizmin nedeni olarak görmemiş ve kapitalist iş örgütlenmesinin belli biçimlerinin Protestanlıktan çok daha eski olduğuna dikkat çekmiştir.
Böyle olmakla birlikte, kapitalizmin bugünkü işleyiş tarzının, onun gelişme dönemine ilişkin kalvinizm temelli bu Weberyan tezi artık hayli geride bıraktığını kaydetmek gerekir. Kapitalizmin üretim ve sermaye birikimini esas aldığı erken döneminde tetikleyici olduğu öne sürülen kalvinist etik, bugünün “tüketim kapitalizmi” koşullarında ancak engelleyici etkide bulunur. Çünkü günümüz kapitalizminde yüksek teknolojiye bağlı olarak içerisine girilmiş yoğun üretim evresinde artık arzı değil talebi artırmaktır en büyük sorun. Üretimden çok tüketimi, çalışmadan çok keyif almayı ve tasarruftan çok israfı (harcamayı) teşvik eden bir işleyişle ayırt edilen bu tüketim kapitalizminin artık kalvinist “dünyevi çilecilik”ten ziyade Freudyen "haz ilkesi"ni psikolojik motivasyon olarak öne çıkardığı söylenebilir.
Kullan-At Toplumu
Sözün özü, tüketim kapitalizminde esas olan talep yaratmaktır ve talep yaratmak için de herkesi “tüketici” (Homo consumericus) kılmak gerekir. Günümüz dünyasını nitelemek için sıkça kullanılan tüketim kültürü olgusu da bu ekonomik altyapı üzerinde yükselir.
Tüketimin ihtiyaç olmaktan çıkıp “değer” haline geldiği yerde artık tüketim kültürü karşımızdadır. Bu, tüketmeden duramayan bir psikolojik motivasyonla, “tüketiyorum, o halde varım” duygusuna sahip insanı karşımıza çıkarır. Gardırop gurusu stilistimiz Hande Can’ın söyleşisinde altını çizdiği “tüketim çılgınlığı” böylesi bir kültürel iklimde baş gösterir.
Tüketim kültürü, ona bir olgu olmaktan öte bir sorun olarak en erken işaret eden isimlerden Alvin Toffler’in ifadesiyle, etrafımızı çevreleyen insan yapısı nesneler ile olan ilişkilerimizin geçiciliğine işaret eder ki bu artık bir “kullan-at toplumu”dur.
Bugün, her şeyi kullanıp atıyoruz. Evimize giren pek çok ürün kısa sürede “çöp” oluyor. Böyle olduğu için de bu nesneler bizim için bir önem, anlam ve değer kazanamıyorlar.
Oysaki tüketim kültürünün hayatımıza böylesine nüfuz etmediği eski dönemlerde nesnelerle çok daha kalıcı, neredeyse bir ömre yayılan ilişkiler kurmaktaydık ve bir nesne bilgisi, hatta “nesne sevgisi” vardı.
İşte Toffler, geçmişle gelecek arasında “kalıcılık” üzerine kurulu bu toplumsallığın yerini sürekli olarak hızla değişen, “geçicilik” üzerine kurulu bir toplumsallığın aldığını söylemekte.
Daha Daha Ne Atsak!..
Tüketim kültürünün gerekleri ancak geçmişi yitirmeyi göze almış bireylerin var olduğu, büyük ölçüde tarihsizleşmiş bir toplumsal ortamda yerine getirebilir. Bu bakımdan tüketim kültürünün insanın tarihselliğine darbe vurduğu veya tehdit oluşturduğu öne sürülebilir, çünkü “daha fazlasını istemek” ancak var olanı yok etmekle mümkün. Çünkü “daha daha ne alsak” diye sormak, aynı zamanda “daha daha ne atsak” anlamına gelmekte…
Ve “attıklarımız”, geçmiş yaşanmışlıkların, hatıraların, şimdi bulunduğumuz âna nasıl, ne zorluk ve meşakkatle geldiğimiz bilgisinin bir parçası.
Mevcut sistem, yani tüketim kapitalizmi, nesnesiyle ilişkisini uzatmak, kullandığı eşyayı saklamak, bozulduysa onar(t)mak isteyen insana böyle bir imkân vermez. Bir eşyanın tamiri, onu yeniden almaktan daha pahalı, çünkü seri üretimin maliyeti, el işçiliğinin maliyetinden daha düşük. O yüzden bozulan eşyanızı götürdüğünüz tamirci, size onu onarmaktansa yenisini almanızı tavsiye ediyor. Eskimiş ama hâlâ kullanılabilir durumdaki eşyalarını ilk taksite sayıp aynı eşyanın yeni modelini “vermeye” (satmaya) çağrı yapan mağazaların kışkırtıcı tekliflerine çok az insan, daha doğrusu “tüketici” karşı koyabiliyor. Böylece korumak-saklamak istediğiniz eşyayı tamir ettiremediğinizden atmak zorunda kalıyorsunuz.
Sade Nesneler Değil, İnsanlar da Geçici!
Yukarıda serimlenen işleyiş çerçevesinde tüketim kültürü, bize içerisinde yer aldığımız, nefes alıp verdiğimiz çevrenin de kalıcı olmadığı sezgisini-hissini kazandırıyor. Yaşamımızda yer alan nesnelerle kurduğumuz ilişkilerin süresi kısalınca “geçicilik”, çevre ve insan algımıza da hâkim oluyor. Günümüzde artık insan ilişkilerinde de kalıcılık değil geçicilik ağır basmakta. Tüketim kültürü nesnelerle ilişkimizi süreksizleştirdiği doğrultuda insan-insana ilişkileri de aynı şekilde süreksizleştirmeyi teşvik ediyor.
Her şeyin “tüketilebilir” olduğu bilgisi, algısı, hissine dayalı bu kültürel zemin ve iklim, eşyalardan öte akrabalıkları, arkadaşlıkları, aşkları, eşleri; yanı sıra ilkeleri, fikirleri, değerleri de kolayca terk etmenin, yani kullanıp atmanın doğal, olağan ve yadırganmaz hale gelmesini koşulluyor.
Sonuçta her şeyi iflah olmaz tüketim çılgınlığı içinde kullanıp atmaya dayalı insan pratiğinin bir sonucu Pasifik Okyanusu’nun ortasında artık kıta büyüklüğünde olduğu için “Yedinci Kıta” diye söz edilen korkunç bir çöp yığını yaratmak oldu.
Diğer sonucu, “üretim”, “kâr”, “büyüme” diye sihirli, ama aslında zehirli tabirlere tutkuyla, temel yaşamsal kaynakları (toprak, hava, su, fauna-flora) yeryüzüne ölümü indirircesine tüketmek, israf etmek, har vurup harman savurmak oldu.
Ve nihayet sonuç, böylesine tüketici bir doğa-zararlısı haline dönüşmüş insanı bağrından dezenfekte etme yolunda doğanın, evet, “Yeter” feryadı eşliğinde işlerliğe soktuğu Korona oldu.
Ve insan, vah insan, ah insan, ne yazık ki insan, Korona ile savaşma derdinde olup asıl savaşması gerekenin kendisi olduğunu hâlâ idrak edebilmiş değil.
Hâlbuki Nâzım yarım asrı aşkın zaman önce tam da böylesi bir idrakle bakın ne güzel dillendirmiş, tekrar hatırlatalım:
“Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyanıza inecek ölüm…”
(KAYNAKLAR: Sevgi Aktüre, Anadolu’da Bronz Çağı Kentleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997; Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler [Çev. Tayfun Atay], İmge Kitabevi Yayınları, 2004, s. 65; René Sédillot, Değiş Tokuştan Süpermarkete, Dost Kitabevi Yayınları, 2005; Alvin Toffler, ŞOK: Gelecek Korkusu, Çev. Selami Sargut, Altın Kitaplar Yayınevi, 1974; Yedinci Kıta Saha Raporu, İKSV 16. İstanbul Bienali Yayınları, 2019)