Tayfun Atay
HELÂLLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?!
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun hafta boyunca gündem olan, iyi niyetinden elbette sorgu-sual edilemeyecek “Helâlleşme” çağrısına naçizane bir katkı mahiyetinde kaleme aldık bu yazıyı… Kemal Bey, “Helâlleşme” çağrısını somutlaştırma, onun mahiyetini netleştirme yolunda CHP Meclis Grubu Toplantısı’nda okuduğu açık mektupta kimlerle helâlleşileceğini sıralarken “Dersim”i unutmuş ya da atlamış görünüyor. Oysaki böyle bir helalleşme çağrısında Dersim de “Dersim’in Kayıp Kızları” da olmazsa olmaz!..
Perdede, kendisini kopmuş/koparılmış mazisine bağlayan tek hatıranın “kan kokusu” olduğunu anlatan 83 yaşında bir kadın var.
Onu dinlerken siz de “kan kokusu”nu alıyorsunuz! Ama bununla kalsa iyi. Sonrasındaki görüntüleri izlerken bu defa kanınız donuyor. Çünkü şimdi karşınızda 90-100 yaşlarında güleç mi güleç, tonton mu tonton, adeta yumak gibi ihtiyarlar konuşuyor o “kan kokusu” hakkında…
Ama onlar, “kan kokusu” ile başka türlü irtibatlanmakta.
Onlar, “kan kokusu”nun mağduru değil mesulü.
1938 Dersim Katliamı’nda, o kanlı “harekat”ta gencecik askerler olarak, şimdi 83 yaşındaki o kadının koparıldığı toprağa dair, köklerine ve kültürüne dair tek bağ olarak “hafızasında kokan” kanı akıtanlar onlar…
Ve anlatırlarken görüyoruz ki bir kısmı son derece üzgün ve pişman görünse de bazıları aradan 3 çeyrek asır geçtikten sonra bile yaptıklarının yanlış olmadığı kanaatinde: “Kızılbaş” oldukları için ne Müslüman’dan ne de insandan sayılan, “kanı helâl” devlet-millet düşmanlarını hizaya sokmaya dönük bir vatan hizmetinden neden pişmanlık duyulsun ki?!..
Bu aktarılanlar, Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın “Dersim’in Kayıp Kızları” dizi-belgeselinin bir parçası olan “Hay Way Zaman”ın seyrinden süzülen düşünce ve duygular… Yönetmenliğini Nezahat Gündoğan’ın, yapımcılığını Kazım Gündoğan’ın üstlendiği, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Film dalında Jüri Özel Ödülü alan belgesel, 1938 Dersim Katliamı’nda ailesinden, dilinden, inancından, tarihinden, kültüründen koparılan bir kız çocuğunun tam 74 yıl sonra köklerini arama, hatırlama, bulma hikâyesi…
Tüm ailesi Dersim’in tepelerinde katledilmiş, yaralı ağabeyiyle birlikte ölülerin arasından düşe-kalka çıkıp köylerine doğru giderken ağabeyini de yolda kaybeden 5-6 yaşındaki bir kız çocuğunun hikâyesi…
O çocuğa, o acı mazisine ağabeyinden yadigâr “kan kokusu” ile bağlanan 83 yaşındaki Emoş Gülver’in hikâyesi…
5-6 yaşında yaşadıklarından sonra Emoş Gülver, kendisini evlatlık alıp “Batı”ya götüren bir subayın ailesinin parçası olur. Evet, karnı tok-sırtı pektir. Ama hep bir eksiklik, eğretilik, bir “ecnebilik” hissi ve bu hisse eşlik eden bir ürkeklik, ürperti ve “üşüme” içindedir.
Büyüse de evlense de kendisi çoluk-çocuk sahibi olsa da hiç ama hiç eksilmez bu iç üşümesi…
Belgesel, onun kızı Serpil’in “Ben kimim” ve “Annem neden bunları yaşadı” sorularına yanıt arama çabasından ve bu çabanın Nezahat ve Kazım Gündoğan tarafından desteklenmesi sonucunda, tam anlamıyla mucize kabilinden ortaya çıkıyor.
Ve kayıp köklere doğru Dersim’e yolculuk, Emoş’un amcaoğlu Kamer’le Dersim’de buluşmasıyla son buluyor.
Ne aklınızın alabileceği ne de kalbinizin ve gözlerinizin dayanabileceği bir hikâye bu…
Fakat ben, ilginçtir, izlerken ağlayamadım. Çünkü izlerken, başta dediğim gibi, siz de kan kokusunu alıyorsunuz, kanınız donuyor, paralize vaziyette kaskatı kesiliyorsunuz ve gözyaşınız akmıyor. Sonrasında film üzerine düşünürken ve işte hakkında bir şeyler yazmaya çalışırken, onu izlerken donmuş göz pınarlarınızın çözüldüğünü hissediyorsunuz.
“Hay Way Zaman”, Dersim’in sadece “jenosid” (soykırım) değil ayrıca bir “etnosid” (ethnocide), yani bir halkı fiziksel olarak yok etmeye ek olarak kültürel olarak da bitirmeye yönelik bir “etnikkırım” olduğuna düşülmüş çok güçlü bir not.
Eğer böylesi etnosid-jenosid gibi “Frenk meşrep” tabirler kulak tırmalıyor diyorsanız, gelin o zaman Kürt Aleviliği ve Dersim üzerine çalışmaların abide ismi Mehmet Bayrak’ın olup bitenleri çok daha yerli ve otantik şekilde arifane tariflediği “7T”sine müracaat edelim!
Dersim’in plânlı-programlı, sistematik bir resmi operasyon olduğunu kaydeden Bayrak, onu “7T” ile izah ediyor: Te’dip (terbiye etme), tenkil (uzaklaştırma), taktil (kesme/parçalama), tehcir (göç ettirme), temsil (asimile etme), temdin (medenileştirme), tasfiye (arıtma). (Bkz. Mehmet Bayrak, Dersim-Koçgiri: Te’dib-Tenkil-Taqtil-Tehcir-Temsil-Temdin-Tasfiye, Öz-Ge Yayınları, 2010).
“Hay Way Zaman”, “7T” şifresinin hayli acıtan, can yakan bir açılımı!..
“Hay Way Zaman”, insan olmaktan utanma hissine sizi sürükleyen bir yapım!..
Ve “Hay Way Zaman”, hâlâ bu topraktan, bu toplumdan, bu insandan topyekûn ümidi kesmemekte ısrarlıysanız, ümidi yeniden yeşertme yolunda bir ön-gereklilik olan “Yüzleşme”ye ilişkin bir başlama vuruşu niyetine izlenecek, es geçilemeyecek bir çalışma!..
“Helâlleşeceğiz” de Dersim nerede?
2014 yılında kaleme aldığım yukarıdaki yazıyı, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun hafta boyunca gündem olan, iyi niyetinden elbette sorgu-sual edilemeyecek “Helâlleşme” çağrısına naçizane bir katkı mahiyetinde burada güncellemek istedim!..
Zira Kemal Bey, “Helâlleşme” çağrısını somutlaştırma, onun mahiyetini netleştirme yolunda CHP Meclis Grubu Toplantısı’nda okuduğu açık mektupta kimlerle helâlleşileceğini sıralarken “Dersim”i unutmuş ya da atlamış görünüyor:
“Helâlleşeceğiz dostlarım, helâlleşeceğiz. 28 Şubat’çıların açtığı yaraları kapatıp helâlleşeceğiz. İkna odalarına sokulan başı kapalı kızlarımızla helâlleşeceğiz. Roboski ile helâlleşeceğiz. İnsanlara devlet tazminat ödeyecek ama bir taraftan da helâlleşeceğiz. Sivas, Kahramanmaraş mağdurlarıyla helâlleşeceğiz. Diyarbakır Hapishanesi mahkumları ile helâlleşeceğiz. Mahalleleri gasp edilip sürülen ve mahallelerine lüks siteler dikilen Romanlarla helâlleşeceğiz. Varlık Vergileri altında inim inim inleyen azınlıklar, 6-7- Eylül Olayları’nın mağdurlarıyla helâlleşeceğiz. Mahkemelerde süründürülen askerlerimiz ve aileleriyle helâlleşeceğiz. Bugün Londra’ya göç etmiş en parlak beyinlerimiz ile helâlleşeceğiz. Ali İsmail Korkmaz’ın ailesi ile helâlleşeceğiz. Soma ile helâlleşeceğiz. Darbeciler tarafından bir sağdan bir soldan gencecik çocuklarımız asıldı bu ülkede. O insanlarımızla helâlleşeceğiz. Dokuz yaşındaki Oğuz Arda Sel’i kaybeden ve mahkemelerde süründürülen Mısra Öz ile helâlleşeceğiz. Ahmet Kaya ile helâlleşeceğiz.”
Tunceli parantezine alınan Dersim
Görüldüğü gibi ne Dersim’le ne de “Dersim’in Kayıp Kızları” ile helâlleşmeden bir söz ya da sözcük var açıklamada.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu büyük eksikliği bir an önce telafi etmesini dileriz!..
Çünkü Dersim; bir halkın, bir kültürün, bir kimliğin varlığının resmî bir ötekileştirme parantezine alınmasının en ağır ve ezici örneğidir.
Parantezin adı “Tunceli”dir.
Bilindiği üzere Dersim adı 1935 yılında çıkarılmış, coğrafyanın Mamekiye ve Kalan bölgeleri merkez alınarak düzenlenen “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” ile resmen izale edildi.
Peki “Tunç gibi sağlam insanlar diyarı” demek olan Tunceli, yöre insanının zihninde ve kalbinde bu anlamla mı yer buldu, hayır.
Nasıl iz bıraktı Dersim insanı üzerinde Tunceli adı?..
El cevap, 1937-38 olaylarında, siz deyin Dersim İsyanı/Dersim Harekâtı, ben diyeyim Dersim Katliamı olaylarında General Abdullah Alpdoğan’a atfedilen “Devletin tunç eli, Dersim üzerine inecek” sözüyle… Yani toplumsal bellekte hazin çağrışımları hâlâ varlığını sürdüren, baskıcı devletle özdeş ve bir halkın kimliğine yönelik ezici-yakıcı etkisi bariz bir ad olarak (bkz. Tayfun Atay, “Dersim’i Parantezden Çıkarmak”, Dersim Sempozyumu’nun Ardından [Der, Z. Hepken, S. Aydın, Ş. Aslan], İletişim, 2013).
Evet, sözümüzü sakınmayalım, bir çocuğa, anne-babasının celladının adını vermek gibi bir durum…
Dersim’sizleştiremedikleriniziz!
Aslında yazımın başlığını “Dersim’siz helâlleşme olmaz” şeklinde koymayı düşündüm önce ama ilginç bir “çakışma”, yukarıdaki başlığı kullanma yolunda kışkırtıcı oldu. Malûm, geçen hafta bu sayfalarda çıkan yazımın başlığı “Gayrimüslimsizleştiremediklerimizden misiniz?!” idi. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi yaraların konu alındığı KULÜP (Netflix) dizisi üzerine bu yazıya şu satırlarla giriş yapmıştım:
“Modern dünyanın hemen her köşesinde olduğu gibi bu toprakların ulus-devletleşme macerası da hiç mi hiç sütten çıkmış ak kaşık değildir. Geç-Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e bir süreklilik içinde günahlar-lekeler-suçlarla, elbette diğer taraftan da acılar-elemler-kederlerle dolu bir macera bu. Bunlarla yüzleşmedikçe, hesaplaşıp helâlleşmedikçe gerçek anlamda barışçı, çoğulcu, sağlıklı bir demokratik geleceğe uzanmamız mümkün değil ve de hiç mümkün olmayacak.”
“Bunlarla yüzleşmedikçe, hesaplaşıp helâlleşmedikçe…” Ben bunları geçtiğimiz cumartesi günü Pencere Pazar’a yetiştirmek üzere harıl harıl bir uğraş içinde kaleme alırken hemen hemen aynı saatlerde Kemal Bey de evinden yayınladığı videoda “Helâlleşme” çağrısını dile getirmekteydi. Tam mânâsıyla “kalp kalbe karşı” denilebileek bir durum, öyle değil mi?..
Bu manidarlık doğrultusunda ve geçen haftaki yazımla bir içsel süreklilik de arz ettiği kanaatiyle, bu süreklilik hissini daha güçlü yansıtacağına inanarak başlığı “Helâlleştiremediklerimizden misiniz” şeklinde atmaya karar verdim.
Ama tabii başlık, “Dersim’sizleştiremediklerimizden misiniz” olarak da düşünülebilirdi. Çünkü malûm, “Dersim” adını duyunca tüyleri diken diken olan, dişlerine kan yürüyenlerden de geçilmez bu memlekette.
“Resmiyet” ve yârânlarının bir amacı da bu topraklarda tıpkı gayrimüslimsizleştirme gibi bir “Dersim’sizleştirme” hedefinin hayata geçmesidir.
O yüzden, yine geçen haftaki yazımızda kaydedilenlerle bir süreklilik içinde demeliyiz ki “Efendiler, bizler gayrimüslimsizleştiremedikleriniz olduğumuz kadar, aynı zamanda Dersim’sizleştirmedikleriniziz!..”