Tayfun Atay
“Meşhuriyet Çağı”nda “X” ve “Z” kapışması: KUŞ UÇUŞU
“Kuş Uçuşu”, kapitalist sistemin “av-avcı” ilişkisi temelinde işleyişini bu ekonomi politik sistemin günümüzde kalbi denilebilecek “MEŞ (medya-eğlence-şov) endüstrisi” bağlamında eleştirel-hicivsel çözümlemeye uğratma hedefiyle örgüleniyor. Burada görsel kitle kültürünün merkez üssü olan televizyon dünyasından çok ilginç bir tematik odak seçilmiş: Kız çocuklarından erişkin genç kadınlara kadar geniş bir yelpazenin hayallerini süsleyen-ideallerini oluşturan bir meslek olarak kadın haber-sunuculuğu, diğer deyişle “anchorwoman”lık…
Netflix’te yayına giren “Kuş Uçuşu”, konusu, derdi ve sözü itibarıyla es geçilmemesi gereken bir yapım. Yer yer hayli seçkinleştiği izlenimi veren kesitlerle dolu. Bütün olarak bakıldığında ise onun bir başyapıt olmanın kıyısından döndüğünü, özellikle final bölümü dikkate alındığında da deyiş yerindeyse yüzüp yüzüp kuyruğuna gelip son noktada bîtap düştüğünü düşünmek ve öne sürmek mümkün.
(Uyarı/Spoiler)
Meriç Acemi’nin yazdığı Deniz Yorulmazer’in yönetmenliğini üstlendiği dizi, kapitalist sistemin “av-avcı” ilişkisi temelinde işleyişini bu ekonomi politik sistemin günümüzde kalbi denilebilecek “MEŞ (medya-eğlence-şov) endüstrisi” bağlamında eleştirel-hicivsel çözümlemeye uğratma hedefiyle yol alıyor ve örgüleniyor. Burada görsel kitle kültürünün merkez üssü olan televizyon dünyasından çok ilginç bir tematik odak seçilmiş: Kız çocuklarından erişkin genç kadınlara kadar geniş bir yelpazenin hayallerini süsleyen-ideallerini oluşturan bir meslek olarak kadın haber-sunuculuğu. Diğer deyişle, MEŞ endüstrisinin hayatımızın akışına hâkim olduğu bu döneme bir kültürel karşılık olarak önerdiğimiz “Meşhuriyet Çağı”nda adeta bir “Wonder Woman” pozisyonu gibi algılanan/alımlanan anchorwoman’lık…
Avcının av, avın avcı olduğu “Plaza-Orman”
Bu tematik doğrultuda iki karakterin merkezde yer aldığı bir kurgusal akış var: Şöhretin zirvesinde yorgun bir yalnızlık ve gergin bir tedirginlik içinde yerini koruma çabasında her sabaha adeta yeni bir sınav günü olarak uyanan başarılı haber sunucusu Lale Kıran (Birce Akalay). Ve onu çocukluğundan beri ekran denilen büyülü kutunun önünde hayranlıkla izleyip kendisini onun yerinde görme hayalleri kuran “Basın-Yayın” (İletişim Fakültesi) öğrencisi, “recognition” (tanınma-bilinme) derdinde bir ihtiras kumkuması Aslı (Miray Daner).
Biri ormanın hâkimi ve alabildiğine doygun bir “aslan”; diğeri alabildiğine aç halde aslanı uzaktan hırsla izleyen bir “alıcı kuş”.
Onlar, avcının av, avın da avcı olmasının an meselesi olduğu bir “elektronik jungle”da, bir medya plazasında gerilimli-eğlenceli bir hikayede, elbette aynı av-avcı gelgitinde bir dizi yan karakterin tamamlayıcılığında kafa kafaya getiriiyorlar.
Mutsuz hayranlığa kıskançlık denir
Diziyi izlerken antropolog Bronislaw Malinowski’den esinle ürettiğim bir ifadeyi, “Mutsuz hayranlığa kıskançlık denir” ifadesini bölümler boyunca zihnimde tekrarlayıp durdum. Sona doğru da zihnimde dönüp dolaşan bu ifadeyi adeta bir “altın vuruş” gibi tamamlayan söz, Aslı’nın korkunç foyasını ortaya çıkarıp onu yüzüne “Hayranlık, en büyük zehirmiş” diye vuran Lale’den geldi:
“- Sen yaptın!.. Başından beri her şeyi sen yaptın. Geldin, benim hayatımı mahvettin sen. Nefret ediyorsun çünkü benden… Ant içmişsin beni bitirmeye. Hiçbir şeyden de korkun yok. … Hayranlık en büyük zehirmiş, şimdi anlıyorum.”
"Gerçek, Görünendir"
Dizinin konvansiyonel akışı böyle ama bu ana temayı hem sarıp sarmalayan hem de onunla bileşen bir dizi önemli yan tema, daha doğrusu “tematik sorunsal” var ele alınıp işlenen…
Söz gelimi hemen girişte ilk bölümün adı olarak karşımıza çıkan “Gerçek, görünendir” ibaresinde de karşılık bulduğu üzere, gerçeğin “simülasyon” (gerçeklik yanılsaması) denilen bir kara delikte kaybolduğu günümüz “post-truth” dünyası üzerine önemli değiniler, çarpıcı dokunuşlar var. Elbette bilim, bilgi ve anlamın, kitleleri büyüleyen bir “medium” (TV) içerisinde gösteriye, daha doğrusu eğlenceli bir gösteriye dönüştürüldüğünü kaydeden; bunu talep eden “Kitle”yi de “toplumsalın, içinde kaybolduğu karanlık bir delik” olarak tanımlamış Jean Baudrillard’ı bol bol yankılarcasına…
Z-kuşağı kuşatmasında X-kuşağı
Yukarıda belirtilen tematik kesitle bağlantılı şekilde bir “X-kuşağı” ve “Z-kuşağı” çatışması da “kültürel” temelde, yani insani varoluş anlayışı temelinde dizide değerlendirilerek tartışmaya açılmakta.
Türkiye’de MEŞ endüstrisinin başlangıç dönemini oluşturan 1990’larda yetişmiş; dolayısıyla dönemi önceleyen 1970’ler ve 80’lerin kültürel-entelektüel dinamiklerinden izler, kalıntılar, esintilerle harmanlanmış; ilke, emek ve erdemin hâlâ insani girdiler olarak gözetildiği o dönemlerin mirasıyla titreşim-etkileşim içinde olmuş bir kuşağın (X-kuşağı) televizyon gazeteciliği, habercilik, sunuculuk macerası bir yanda…
Tamamen dijital bir “yeni-normal” içerisinde neşvünema bulmuş; “Mobil Kültür” ve onun yataklık ettiği sosyal medya ile yetişmiş; “Ne olursan ol, mutlaka görünür ol” (ya da kitabını yazdığımız üzere, “Görünüyorum, o halde varım”) şiarıyla hayata bakan; bu doğrultuda “ilke-emek-erdem” dendiğinde sadece “OK Boomer!” tepkisi veren; nihayet gerçekliğin bir gösteriden ibaret olduğu kavrayışındaki Z-kuşağının aynı maceraya atılma arzusu, hırsı, yırtıcılığı diğer yanda…
Her iki kuşağın medya mahallesindeki çarpışma sürecinde zihnî, ruhî, ahlakî ve vicdanî ayrışımını, stajyer olarak rakiplerini bir bir saf dışı ederek “aslanların dünyası”nda avcılığa devam etmeye çalıştığı plazada, önce şantajla kendisine av yaptığı, sonra şantajla ona av olduğu aynı kuşaktan Yusuf’la (Demircan Kaçel) diyaloğunda Aslı’nın şu sözleri çarpıcı şekilde örnekler ve özetler:
“(Yusuf) – Sen n’apacaksın; yani Lale’nin yerine mi geçiceksin. Hadi diyelim geçebildin. İşini onun kadar iyi yapabileceğini nereden biliyorsun?
(Aslı) – Ne olduğu önemli değil Canım! İnsanların ne olduğunu düşündüğü önemli. (…) Önce bir algı yaratırsın. Sonra o zaten gerçek olur. Fal bakmak gibi düşün: Biri sana mavi gözlü birine âşık olacaksın derse, sen mavi gölü olanı seçersin.
– Yani işini iyi yapıyor ya da en azından yapabiliyor olmanın hiç mi önemi yok senin için?
– İşini iyi yapmak değil mesele. Önemli insanlar senin iyi olduğunu söylerse iyi olmuş sayılırsın zaten. Herkes kabul eder. Bana o koltuk verildiğinde kimse bunu sorgulamayacak.
– İşi öğrenmek gibi bir niyetin de yok anladığım kadarıyla, öyle mi?..
– O kadar yanlış yerdesin ki hayatın boyunca ‘ofisboy’ olarak kalacaksın!..”
“Makineye hoş geldin, Aslı!”
Bu çerçeveden olarak “Kuş Uçuşu”, tele-dijital tüketim kapitalizminin, insanı tüketici mahiyette nasıl performans baskısı, yarışmacı etik ve ilke-değer-erdem tanımayan pragmatist anlayışla ölümcül şekilde biteviye yol alışına ilişkin bu topraklardan güncel ve kayda değer bir örnek/katkı sayılabilir.
Başta belirttiğim üzere biraz aceleye getirilmiş olunduğunu düşündüğüm, “fantastik” bulduğum ve yabancı kurgulardan taklit hissine fazlasıyla kapıldığım finalde, X-kuşağının (Lale) zihinsel ve ruhsal bir öğütme makinesi olarak tanımlanabilecek “Plaza”dan ev ve aileye kaçarak çıkış (“selamet”) bulduğunu izliyoruz.
Z-kuşağının (Aslı) ise, “Makineye hoş geldin” denilerek buyur edildiği ışıltılı stüdyoda Z-ötesi kuşakların keskin ve yırtıcı bakışları karşısında “Zirve”nin dümdüz, bomboş ve tehditkâr yalnızlığında tedirgin bir serinliği (“esaret”) duyumsayışını izliyoruz.
Bu şekilde X-kuşağı ile Z-kuşağının kapışma hikayesine “T-kuşağı” (yaşarken çoktaaan “T”arih olmuş kuşak!) perspektifinden, kim bilir belki de “gaipten bir ses” olarak anlaşılabilecek/algılanabilecek bir şerh düşmeye çalıştık. Gerek iletişim sosyolojisi gerekse medya antropolojisi alanlarında değerlendirmeye açılması mümkün, bunu hak eden bir “metin” var ortada diyerek noktalayalım!..
(KAYNAKLAR: Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu [Çev. Oğuz Adanır], Ayrıntı Yayınları, 1991; Tayfun Atay, Görünüyorum O Halde Varım: “Meşhuriyet Çağı”nda Kültür ve İnsan, Can Yayınları, 2017.)