Tayfun Atay
Evveliyle ahiriyle mağripten maşrığa ırkçılık
“Arap”... Kendi grubundan, topluluğundan, kavminden olmayan insanları derisine, gözlerine, saçlarına; bağlantılı olarak da davranış, alışkanlık ve inançlarına bakarak aşağılamak, küçük görmek, daha az insan ya da “hayvan” saymak… Ne din ne iman ne de ilim-irfan bu yaygın ama yanlış eğilimin yok olmasını sağlayabildiler; aksine tarihte pek çok örnekte karşımıza çıktığı üzere bunu destekleyip, pekiştirip meşrulaştırdılar.
Irkçılığa işaret sayılabilecek en eski kayıt M.Ö. 1300’lerde Eski Mısır’da karşımıza çıkar. Firavunların mezar duvarlarına resmedilmiş dört ırk ayırt edilir: Koyu kırmızı renkli “Mısırlı”; siyah deri renkli, yapağı saçlı “Siyah”; sarı renkli, geniş burunlu “Asyalı”; beyaz deri renkli, dar burunlu ve uzun boylu “Beyaz”… Bunlar arasında sonuncu kategori, Avrupalı Beyaz, “yabanıl” olarak nitelendirilmiştir.
Doğal-biyolojik-fiziksel farklılıkları böylesi kültürel ve “bizmerkezci” (etnosantrik) bir yargı ile buluşturmuş bu “yabanıl” ifadesi, geriye doğru izi sürülebilecek ilk ırkçılık örneği sayılabilir. Çarpıcı olan, modern çağda aynı ve diğer pek çok aşağılayıcı/küçük görücü bizmerkezci nitelemeyi başka insan gruplarına yöneltecek “Avrupalı Beyaz”a söz konusu dönemin medeniyet merkezi Mısır’da reva görülen değerlendirmedir!..
Sonrasında günümüzden 2000 yıl öncesinde bir Çinli tarihçinin “Kuzeyli Barbarlar”a ilişkin düştüğü şu not karşımıza çıkar: “Barbarlar sarı saçlı yeşil gözlü koca burunlu çirkin bir ırktır; ataları olan maymunlara benzerler”.
Başlığımızda mağripten maşrığa dedik, hakkını verelim: Çinli tarihçinin 2000 yıl önce söylediğine benzer bir ifadeyi 1000 yıl kadar önce İranlı İslam düşünürü ve tarihçi İbn Miskeveyh’te de uzak diyarlardaki insanlara yönelik şu şekilde okumaktayız: “Orada maymuna yakın insanlar vardır ki bunlar yeryüzünün mamur yerlerinden uzaktaki Kuzey ve Güney bölgelerde yaşarlar. Zenciler ve benzerleri bu aşağı tabakadandırlar”.
“Bulduk rengi bozuk bi Yamyam, aldık işte!..”
Bugün ırkçı önyargıların dile dolanmış örnekleri olarak ayırt edilen futbol sahalarındaki tezahürlerin işte böylesine uzun bir tarihsel arka plânı var. Şampiyonlar Ligi’nde Paris Saint Germain-Medipol Başakşehir arasında oynanan maçta Başakşehir’in yardımcı antrenörü Pierre Webo’ya “Negro” yani “Zenci” diye hitap eden hakemin bilinçli ya da bilinçdışı ırkçı şartlanmışlığı Uzak Doğu’dan Orta Doğu’ya ve diğer coğrafyalara açılan yelpazede kapsamlı bir evveliyata sahip.
Başakşehir’in maçtan çekilmesine yol açan söz konusu ırkçı ifade herkesten tepki gördü ve maçın tekrarında her iki takım tam kadro, yenilenen hakemler de dâhil olmak üzere tekmil bir dayanışma içinde ırkçılığa karşı tutum takındılar. Elbette şimdi bunları görmek güzel ve insana nereden nereye dedirtiyor! Değil mi ki Trabzonspor eski başkanı, iş adamı Mehmet Ali Yılmaz’ın takımın bir siyah futbolcusu için maç sonrası gayet rahat sarf ettiği şu sözlere yıllar önce nasıl da dehşet içinde şahit olmuştuk:
“Zaman zaman bağırıyorlar, ‘Başkanım bize bir golcü al’ diyorlar, biz de buluyoruz bi ‘Yamyam’ alıyoruz işte, yani ‘rengi-bozuk’ alıyoruz, ama atmıyor anasını satayım, ben mi atacam golü?..”
Bir de üç yıl önce Galatasaraylı siyah futbolcu Bafétimbi Gomis’e sarf edilmiş sözleri zikredip, bu topraklarda yürürlükteki sıradan ırkçılığa dair daha detaylı bir değerlendirme okumak isteyenlere Seyit Tosun’un bu sayımızdaki yazısına yönelmeleri önerisinde bulunarak bahsi tamamlayalım. Kamuoyunda sosyal medya fenomeni olarak öne çıkmış Hakan Hepcan adlı genç, bir Fenerbahçeli kaygısıyla attığı tweet’te Gomis’e yönelik şu ifadeleri kullanmıştı:
“Bizim takım oturana kadar lig biter hacı. Galatasaray’da bi tane maymun var, topa düşman gibi vurup yere falan atıyo kendini! İşimiz çok zor.”
İbn Haldun’dan Herbert Spencer’e “ilmî” ırkçılık
“Yamyam”, “maymun”, “zenci”, “rengi-bozuk”… Tabii bir de “Arap” vardır. Siyah insana “zenci” demenin ötesinde “çifte-kavrulmuş” mahiyette hem biyolojik-ırkçılık hem de sosyal-ırkçılık işareti sayılabilecek şekilde “Arap” demek!..
Kendi grubundan, topluluğundan, kavminden olmayan insanları derisine, gözlerine, saçlarına; bağlantılı olarak da davranış, alışkanlık ve inançlarına bakarak aşağılamak, küçük görmek, daha az insan ya da “hayvan” saymak… Ne din ne iman ne de ilim-irfan bu yaygın ama yanlış eğilimin yok olmasını sağlayabildiler; aksine tarihte pek çok örnekte karşımıza çıktığı üzere bunu destekleyip, pekiştirip meşrulaştırdılar.
Söz gelimi, yukarıda İslamiyet bağlamında İbn Miskeveyh’ten örnek verdik ya, daha ileri gidelim ve sosyoloji dendiğinde öncülüğü sadece Doğu’da değil Batı’da da teslim edilen meşhur İbn Haldun’un şu ifadelerine bakalım:
“Andığımız kavimlerden başka, itidal dairelerinden uzaklarda güney ve kuzeyde yaşayanlar vahşet içinde olup din ve inançlar onlarca belirsizdir, bilgileri yoktur … bütün halleri insanlarınkinden uzak, hayvanlarınkine yakındır”.
İslam’a antipati ile bir yazı kaleme aldığımız düşünülmesin! İşte şu da “modern” Batı’dan, 19’uncu yüzyıl Viktorya İngiltere’sinden ve yine sosyoloji biliminin kurucu isimlerinden sayılan Herbert Spencer’in uzak diyarların insanlarına yönelik “yumuşacık bir ırkçı şefkat” ile sarf ettiği sözler:
“Uzak diyarların yaramaz ırklarına evimizdeki yaramaz çocuklara davrandığımız gibi anlayışla yaklaşmalıyız. Uygar olmayan ilkel bir yetişkinin entelektüel özellikleri ancak uygar ve gelişmiş çocuğunki kadardır.”
Bilim de din de ırkçılığın hizmetinde
Spencer örneğinden hareketle de kaydedilebileceği üzere, modern çağda ırkçılığın başını Batı çekmiş, onun öncülüğünde ve onunla etkileşimsel-titreşimsel mahiyette ırkçılık, yeryüzüne kan ve dehşet dolu büyük zararlar vererek günümüze kadar kurtulma imkânı bulunamamış bir “kültürel virüs” olarak varlığını sürdürmüştür.
Orta Çağ’ın sonlarından itibaren Batı Avrupa giderek dünyanın güç merkezi olma noktasına geldiğinde kendi dışında kalan dünya ile kurduğu ilişki de her yönüyle Batı’nın üstünlüğünü pekiştiren bir mahiyet gösterir oldu. Bu, ırk sınıflamaları açısından da böyledir. Yalnız işin ilginç yanı şudur ki Batılı, beyaz ve “uygar” insanın kendisini merkeze koyarak insanlığın geri kalanını kendisinden aşağı görme isteğini karşılama yolunda, diğer pek çok konuda (mesela evrim tartışmasında olduğu gibi) birbirine karşıt pozisyon alan bilim ve din, iş birliği içinde olmuşlardır.
Söz gelimi Darwin’in kuramında merkezi yer tutan doğal seçilim ilkesi ve onun “doğal çevre koşullarında uygun olan hayatta kalır” anlayışı, bazı insan gruplarının diğerlerinden daha uygun, dolayısıyla yetkin ve üstün olduğu şeklindeki inanışlara zemin oluşturdu. Diğer taraftan bazı Hristiyan din adamları ırkçı yaklaşımları “Nuh’un Gemisi”nden hareketle, Tevrat’ta yer alan anlatıya referansla meşrulaştırmayı başardılar. Buna göre Nuh Peygamber, oğullarından birini (Ham) ve onun soyunu (Kenân) lanetleyip diğer iki kardeşinin (Sam ve Yafet) kulluğuna koşmuştu.
İşte bazı ırkları Nuh’un bu lanetlenmiş oğlunun soyundan olmakla özdeştirerek ırk ayrımcılığı ve aşağı görme için dinsel temeller de atılmış oldu. Bu doğrultuda Amerikalı bir dinbilimci, ırklar arası temel farklılıkların Tanrı’nın iradesinin görünümü olduğunu, Amerika Yerlilerini (“Kızılderililer”) yavaş yavaş yok ederek Tanrı’nın ülkeyi “daha iyi bir ırk” olan Anglosaksonlara hazırladığını, ayrıca onlara dünyayı fethetme görevi verdiğini söyleyebilmiştir.
Becerikli Beyaz, tembel Kızıl, cimri Sarı ve duygusuz Siyah
Bu örnekler doğrultusunda ırkçılık 17’nci yüzyılın başından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlar. 1684 yılında François Bernier, ırkları “Avrupalılar”, “Siyahlar”, “Laponlar” ve diğer kategoriler halinde sınıflamaya kalkmış ve Laponları “alçak hayvanlar” olarak nitelemiştir. (Laponlar, İskandinavya’da Norveç’in kuzeyinde yaşayan bazı yüz özellikleri itibarıyla sarı ırk içerisinde yer verilen oldukça kısa boylu bir topluluktur.)
1735’te İsveçli botanikçi Linneaus, insan sınıflamasında “Afrikalı siyah”, “Amerikalı kızıl”, “Asyalı kahverengi” ve “Avrupalı beyaz” şeklinde kategoriler oluşturdu. Ancak insanları bu şekilde fiziksel bir özellik, yani deri rengi itibarıyla sınıflarken Batılı insanın “ötekiler” hakkındaki yaygın ve yanlış görüşlerini de sınıflanan grupların ırksal özelliklerine ekleyip, böylece bir takım kültürel yetkinlikleri “doğallaştırdı”. Buna göre, Avrupalı beyaz “aktif ve becerikli”, Amerikalı kızıl “becerikli ama tembel”, Asyalı kahverengi “sert, kibirli ve cimri”dir.
Ancak hiçbir kategori Avrupalı beyaz karşısında Afrikalı siyah kadar olumsuzlanıp aşağı düzeyde nitelendirilmez: “Güzel ve iyimser, giysilerle örtünerek dolaşan ve yasalarla yönetilen Avrupalılar karşısında siyah derili, ağırkanlı ve duygusuz, dini törenler için kendilerini yağa bulayan ve anlık itkilerle yönetilen Afrikalılar!..”
Hitler’in akıl hocası bir ırkçı “teorisyen”
Elbette tüm bu “bilimsel” zorlamaların nedeni politik ve ideolojiktir. Batılı bilim insanları, üyesi bulundukları toplumların ve onların yöneticilerinin kendilerinden duymak istediklerine uygun bir etkinlik sergilediler. Üstelik bu etkinliğin “bilimsel nesnellik” olduğunu savunmaktan da geri kalmadılar. Öyle ki 1853-1855 arasında Fransız diplomat ve yazar Arthur de Gobineau, İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Bir Deneme adlı eserinde ulusların karakterleri hakkında şu ırkçı “teorik” yaklaşımı dile getirdi:
“Beyaz ırk, özünde güzellik, zekâ ve kuvvetin tekeline sahiptir. Onun diğer insan türleriyle birleşmesi sonucunda ‘güzel fakat güçsüz’, ‘güçlü fakat akılsız’, ya da ‘akıllı fakat hem zayıf hem de çirkin’ melezler ortaya çıkar.”
Hiç mi hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde Gobineau, Hitler’in akıl hocasıdır. 1913’te Avusturya’dan Münih’e gelen Hitler, doğduğu toprakları terk etme nedenine ilişkin şunları söylerken adeta Gobineau’nun yukarıdaki değerlendirmesini yankılar gibidir:
“Habsburg devletine karşı kin ve nefretim o devirde gittikçe artmaktaydı. Monarşinin başkentinde bir ırklar karışımı vardı. Çekler, Macarlar, Polonyalılar, Rütenler, Sırplar, Hırvatlar’dan meydana gelen bu etnik karışım bana tiksinti veriyordu. İnsanlığın müfsit basili olan Yahudiler’i de unutmamak lazım. Bu dev şehir bana akrabalar arası fuhşun temsil edildiği yer gibi görünüyordu.”
1926’da tamamladığı Kavgam’da da Hitler, 1933’de iktidara geldikten sonra Yahudilere karşı uygulayacağı ırkçı soykırım politikasının sinyallerini verircesine şunları yazmıştır: “1914’te savaş başladığında bu millet düşmanı Yahudiler’den oniki ya da onbeşbin tanesini, her sınıftan ve meslekten yüzbinlerce iyi Alman işçisinin siperlerde başına geldiği gibi, zehirli gazla öldürseydik, cephede verdiğimiz milyonlarca ölü boşa gitmemiş olurdu.”
Kardeşlerim, bakmayın saçıma-gözüme!..
O günlerden bugünlere ırkçılık ölmedi; 1945 sonrasında sönümlenip bir süre kış uykusuna yattı, ardından zaman zaman yarı-uyanık mahiyette yer yer de öfkeli bir uyanıklıkla ortalıkta dolaşmaya devam etti.
Şimdilerde de yeryüzünün bir ekolojik felaketle karşı karşıya olduğu şu zamanda, bu felaketin ekonomi-politik asıl sebeplerini çözümlemekte zorlanan kitleler açısından zehirli mi zehirli bir “teorik” açıklama anahtarı olarak tam mânâsıyla yeniden uyanma sürecine girme ihtimali yok değil. Kültürel genetiğimizden “zenci”, “maymun”, yamyam”, “Arap”, “Çingene”, “rengi-bozuk”, “kansız”, “soysuz”, “gavur-dölü” ve diğer kök-deyişler temizlenmediği müddetçe de onu tarihe gömme imkânı yok.
Bu umutsuz görünen tabloya rağmen bir yudum umut ve zehre karşı panzehir niyetine son alıntıyı da Nâzım’dan yaparak bitirelim:
“Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım…”
(Kaynaklar: “Adolf Hitler”, İletişim Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, Cilt:3, 1986; Alaattin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, 1984; Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, 1974; Calvin Wells, Sosyal Antropoloji Açısından İnsan ve Dünyası [Çev. Erzen Onur], 1972; Mehmet Bayrakdar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, 1987)