DELİKANLI GENLERİMİZİN NOSTALJİK BİR “YEŞİLÇAM” KURDELESİNDE TEZAHÜR ETMESİ: DAYI !

“Dayı: Bir Adamın Hikayesi”, farklı versiyonlarını çeşitli filmlerimizden anımsadığımız, yoksul koşullardaki taşra yaşamından kaçan ve büyük kentte yasadışı alemlere akıp öne çıkan mafya reisi olan karakterlerin çok bilindik öyküsünün yeni bir versiyonu olarak bir süre gündemde kalacak gibi...

Ülkemizin masumiyet döneminin sinemadaki alametifarikası Yeşilçam, sinemamıza vurduğu damgayı 1987 yılından başlamak üzere 1990’larda kaybetti ve Türk Sinemasındaki “Yeşilçam” dönemi sona erdi. Sinemamızda daha önce üretim, dağıtım ve gösterim sacayağı, Yeşilçam yapımcıları ve bölge işletmecileri tarafından kontrol ediliyordu.

ÇOK PARTLİ DÖNEME GEÇİŞ VE KÖYDEN KENTE GÖÇ !

1950’den itibaren çok partili döneme geçiş, Sam Amcanın generali Marshall’dan adını alan Amerikan yardımlarıyla çarpık olarak başlayan sanayileşme süreci, kontrolsüz bir şekilde köyden kente göçe yönelik bir akını başlattı ve başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde değişen demografik yapı ve sosyolojik değişimlerin etkisiyle, 1970’lerde sokaklarda lümpen kitlede bir artış yaşandı. Bu arada televizyonun da ortaya çıkması “aileyi” evlerine çekmiş, sinemamız 1960’lardaki altın yıllarından sonra karşılaştığı krizi aşmak için, sokaktaki lümpenlerin satın almaya hazır olduğu seks filmleri furyasını devreye sokmuştu. Sinemamızda “delikanlı” karakterlerin filmlerine uygun bir ortam da mevcut hale edilmişti. Bu dönemi arabesk filmler furyası takip etti ve Yeşilçam “Delikanlı” karakterleri aracılığıyla, “Delikanlılığın” kitabını yazmaya başladı.

SİNEMAMIZIN ÖNEMLİ DELİKANLILARI

Sinemamızın kimi delikanlı karakterlerini canlandıran oyunculardan birisi olarak 1967 yılında  “Ses” dergisinin “Sinema Artisti Yarışması”nda yarışmasında finale kalan, 1968 yılında ise Saklambaç gazetesinin "Fotoroman Artisti Yarışması"'nda da birinci olan ve kendinden önceki dönemin erkek starlarının da girdiği kapıdan sinemaya giren ve star döneminin önemli oyuncularından birisi olan Kadir İnanır akla gelir. Onun “ulen” repliği akıllarımıza kazınmıştır... İnanır şöhretini, aynı zamanda sinemamızın başyapıtlarından kabul edilen “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Dila Hanım”, “Ah Güzel İstanbul”, “Kırık Bir Aşk Hikayesi”, “Tomruk”, “Bir Yudum Sevgi”, “Amansız Yol”,  “Yılanların Öcü”, “Sen Türkülerini Söyle”, “72. Koğuş”, “Katırcılar”, “Karılar Koğuşu” gibi pek çok önemli filme ve canlandırdığı karakterlere  borçludur.

Sinemamızda 1970’lerin sonlarında ve 80’lerin başlarında özellikle arabesk filmlerle delikanlılık kültürünü yerleştiren oyuncuları arasında Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve İbrahim  Tatlıses’in isimlerini saymak gerekir. Bu isimlerin önemli özelliği öncelikle arabesk müziğin ülkemizdeki öne çıkan temsilcileri olmalarıdır. Bu süreçte müzikleriyle özellikle ezilen ve acıların çocuğu olan kitlelerin gönlündeki yerlerini, aynı zamanda kitle endüstrisinin güçlü silahlarından olan sinema aracılığıyla da ezilenlerin hamisi, adaletten yana ve vicdanlı karakterler olarak vurdukları yerden ses getirerek korumuşlardır.

Sinemamızın efsane yapım şirketi Kemal Filmin sahibi yapımcı, senarist ve yönetmen Osman F. Seden, sinema yazarı Alican Sekmeç ile yaptığı bir söyleşide neden arabesk filmler çektiğine şöyle açıklık getirmiş: Arabesk kelimesi benim için çok önemli. Şöyle anlatayım: Biz toplum olarak aynaya baktığımızda neysek oyuz. Diyelim ki sen Anadolu’nun bir şehrinde yaşıyorsun. Bir yerden bir başka yere giderken minübüse biniyorsun. Sen hiç şöförün teybe Mozart’ın, Verdi’nin kasetini koyduğunu gördün mü? Görmedin, göremezsin de... İşte bizim kültürümüz, seviyemiz o. Gerçekçi olmak gerek. Gerçeği ya kabul edersin ya da süslersin; şöyledir, böyledir dersin...

Osman F. Seden arabesk filmler hakkındaki düşüncelerini açıklarken ülkemizin homojen bir kültüre sahip olduğunu ve Anadolu’da minübüste Mozart ya da Verdi dinlemeyen insanlardan ibaret olduğuna gönderme yapan bir yorumda bulunarak, bir bakıma ülkemizin modernizm sürecinde yaşadığı evrimi bilmezden gelerek; evrensel kültüre, bilime ve sanata katkıda bulunan insanlarımızı da görmezden gelmiştir.

Çin de güçlü geleneksel kültürü olan ve yerel özelliklerinden vazgeçen bir ülke olmadan, evrensel kültürün de önemini kavramış ve bugünkü ekonomik ve teknolojik seviyesine, sahip olduğu büyük nüfusa karşın ulaşmış bir ülke... Sadece Çin’de klasik piyano eğitimi alan 40 milyon civarında insan bulunuyor. Her yıl onlarca Çin’li orta eğitim öğrencisi, batı medeniyetinin temel kültürel mekanlarını görmeye ve öğrenmeye gönderiliyor.

10 Aralık Cuma günü vizyona giren 2020 yapımı “Dayı: Bir Adamın Hikayesi” filminin ana karakteri Cevahir’de (Ufuk Bayraktar), Kadir İnanır ve Orhan Gencebay sentezi bir “delikanlı karakter” olarak Yeşilçam ruhuyla sinema salonlarına sızdı. Büyük bir olasılıkla film, pandemiye rağmen başarılı bir vizyon sürecine ve box office rakamlarına ulaşacak gibi görünüyor.

Sinemamız yukarıda da vurguladığım gibi 1990’larda radikal bağlamda bir değişime uğradı. Bu süreçte bağımsız ruha sahip ve daha demokratik bir ortamın ürünü olan bir sinema damarı ve arthouse (sanat sineması) olarak nitelendirilen bir sinema anlayışı güçlenerek yeni dönemin odak noktası oldu. Bu süreçte asıl kaybeden ise, Yeşilçam döneminde kitlelerle yakın ve sıcak bir ilişki kuran ve günümüzün sembol deyimiyle yerli ve milli ana akım sinema örnekleri oldu. Diğer yandan bu filmlerin büyük bir kısmı da Amerikan sinemasının taklidi olmaktan öteye gidememişti.

SANAT SİNEMASINA KARŞI BİR AYAR MI?

“Dayı: Bir Adamın Hikayesi”, öncelikle bu bağlamda sinemamızda eskiye özenen yeni bir  damar arayışının sembolü mü? Bir bakıma son derece kişisel ve yeni biçimsel anlatımlar ve metaforlarla örülü yeni Türk sinemasına, filmin ana karakteri Cevahir de “yeter ulen” diyor sanki...

“Dayı: Bir Adamın Hikayesi”, farklı versiyonlarını çeşitli filmlerimizden anımsadığımız, yoksul koşullardaki taşra yaşamından kaçan ve büyük kentte yasadışı alemlere akıp öne çıkan bir mafya reisi olan karakterlerin çok bilindik öyküsünün yeni bir versiyonu olarak bir süre gündemde kalacak gibi...

Bu örnekler arasında ülkemiz sinemasının en önemli figürlerinden birisi olan Yılmaz Güney’in “Çirkin Kral” dönemi filmleri olduğu kadar, ana akım sinemamızın başka pek çok örneği de mevcuttur.  Ana akım sinemanın ülkemizde sadece sulu zırtlak komedi filmleriyle değil, dramaturjik yapısı sağlam, sinemanın temel enstrümanlarını başarıyla kullanan ve estetik düzeyi yüksek filmlerle  yeniden güçlü bir şekilde temsil edilebilmesi önemli.

Peki yeni vizyona giren “Dayı: Bir Adamın Hikayesi” altını çizdiğimiz bu özellikler bağlamında bir vaatte bulunuyor mu? Öncelikle filmin basın gösterimi başlamadan önce, başrol oyuncusu Ufuk Bayraktar’ın ağabeyi olan ve filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Uğur Bayraktar, filmini çekerken ve vizyona girmesi öncesinde karşılaştığı zorlukları anlatıp, sinema yazarlarının da görüşlerine  çok önem verdiğini belirtti.

GERÇEK BİR YAŞAM ÖYKÜSÜNDEN ESİNLENİLMİŞ !

Filmin jeneriğinde gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenildiğinin altı çiziliyor. Çocukluğundan itibaren yaşadığı küçük Anadolu kasabasında haksızlığa karşı direnen, her zaman mazlumların yanında olan ve yediği dayak nedeniyle sağ gözü çok az gören Cevahir, büyük kent İstanbul’a gitmeye babasını razı ederek kahve işleten ve yeraltı alemininin önde giden kişilerinden olan manevi ağabeyi Seyfi’nin (Turgut Tunçalp) yanında çalışmaya başlar. Bir çaylak olsa da gözüpek Cevahir,  adaletli ve vicdanlı bir mafya üyesi olarak kısa zamanda yer altı aleminin önde giden bir figürü haline gelir.

“Dayı: Bir Adamın Hikayesi” filminin, bilindik bir öyküyü eskiye göre günümüzün sinemasının gelişmiş teknik altyapısını kullanarak akıcı bir sinema diliyle anlatmaktan öte önemli bir vaadinin bulunmadığını iddia etmek abartı sayılmamalı. Filmin öne çıkan artısının sanat yönetmenliği ve bilgisayar ortamının efekt katkılarıyla dönem canlandırmalarındaki başarıları olduğunun altını çizmek gerekir. Özellikle Harem Otogarı’nın 1970’lerdeki atmosferi başarıyla yansıtılmış. Diğer yandan Ufuk Bayraktar, Cevahir karakterini başarıyla yansıtsa da, vücut dili ve oyunculuk performansı açısından alışıldık tarzının dışında bir umut vadetmiyor. Diğer oyunculuk performanslarında ise, oyuncuların çok da inanmadıkları bir senaryo nedeniyle rol yapma hissi vermenin dışına  çıkamadığını da eklemeden geçmeyelim.

Filmin finalindeki “iyilik et denize at, balık bilmezse halik bilir” deyimine gönderme yaparcasına, Cevahir’in zamanında bindiği takside şöförün hasta çocuğunun tedavisinde kullanması için kasten unuttuğu parayla, sağlığına kavuşan ve yetişkin biri olduğunda Cevahir’i hapisten kurtaran savcı kurguları gibi olay örüntülerinin ise çok beylik olduğunu da vurgulamadan geçmeyelim.

KAYNAKLAR:

Tuncer Çetinkaya (Editör), Modern Zamanların Türk Sineması, Osman F. Seden: “Ben, Türkiye’de Sinemanın Aristokratıyım”, Söyleşi: Alican Sekmeç, Antalya Muratpaşa Belediyesi Kültür Yayını, 2020.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bülent Vardar Arşivi