Tayfun Atay
‘ANTROPOSEN’ SONA YAKLAŞIRKEN…İzmarit İnsan, Orman Doğa’ya karşı!
Gerçek, ormanda mangal keyfi yaparken son bir nefes çekip gayet “otomatik” şekilde araziye savurduğumuz ya da ormanlık bir yolda otomobilin penceresinden bir fiske ile yol kenarına fırlattığımız izmarit başı olarak ortada. Sorumlusu da piknikçi kardeşlerimiz, seçmenlerimiz, oy depolarımız olarak ortada!.. Altyapısı ise ormanların bağrına kadar nüfuz edip onları insan denen virüsün enfeksiyonuna maruz bırakacak kadar “iş-kâr-büyüme” nakaratlarıyla ve “Elhamdülillah kalkınıyoruz” yavesiyle, doğaya kör şekilde işlemeye devam eden sistem olarak ortada
Yangınlara ilişkin soruşturmaların başsavcılıklarca başlatıldığı, aynı esnada sosyal medyada etno-ırkçı nefret kusan bir güruhun ise çoktan PKK için fatura kestiği süreçte beni tablonun korkunçluğuna rağmen acı acı güldüren bir haber, gazetem Pencere’de hem de “Yangınların sebebi araştırılıyor” başlıklı haberin yanı başında duruyor.
“Kayseri yanmaya devam ediyor” başlıklı haberde Aladağlar Milli Parkı’nda çıkan yangına müdahale sürerken Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç’ın şunları söylediğini okuyoruz: “Dün saat 11:00 itibarıyla başladığı tahmin edilen, muhtemelen buraya gelen piknikçi kardeşlerimizin [altını ben çizdim!] bir ihmali sonrasında atılmış bir sigara izmariti [altını ben çizdim!] ile böyle bir olayın ortaya çıkmış olacağı ifade ediliyor. Net bilgiler yok ama bir sabotajdan bahsedilmiyor çok şükür, o mânâda içimiz rahat [altını ben çizdim!].”
Başkan’ın içi “çok şükür” rahat! Çünkü yangında, sabotaj, PKK ya da “kasıt” yok; bir “piknikçi kardeşimiz” sigara izmariti atmış, o kadar!..
Gülelim mi şu acınası-ağlanası halimize?.. Yoksa zil takıp oynayalım mı zaten geri-dönüşsüz bir cehennemî kıyameti el birliğiyle hazırlayıp kendimizi de içinde bulduğumuz bu tablo karşısında?!..
Gazete Pencere’nin sayfasını bu haberin hemen soluna doğru kaydırıyoruz ve bizi bu “Çağ Yangını”nın sebebini artık hiç tereddütsüz netleştirmeye yönelten, önceki “bilgi”nin sağlaması mahiyetindeki şu haberi de okuyoruz:
“Karaman’da çıkan orman yangınında 5 hektar alan zarar gördü. Vali Mehmet Alpaslan Işık, bir kişinin bahçesindeki otları temizlemek için yaktığı ateşin ormana sıçraması sonucu yangının çıktığı üzerinde durduklarını söyledi.”
‘Allahlık’ komplo teorileri-sabotaj iddiaları
“İnsancıklar” olarak komplo teorilerine meyyal oluşumuza ilişkin öne sürülen bir açıklama, memleketin yanan ormanları için sabotaj ihtimaline sıkı sıkı sarılıp, suçlayacak şer odaklar arama heves ve iştahımızı anlama yolunda da işlerliğe sokulabilir.
Komplo teorileri, hepimizin az ya da çok ama kesinlikle bir parçası olduğumuz kötülüğün bilince vurulmasını kaldıramayacağımız noktada bilişsel sistemimizde oluşan boşluğu doldurma yolunda işlevselleşir, yani işe yarar ve rağbet görürler. Kat’i olanın ucu bize dokunacağı ve tabii bu büyük bir iç rahatsızlığı yaratacağı için kat’i olandan kaçar, muhtemel ya da “teorik” olana kendimizi kandıra kandıra sığınırız.
Komplo teorileri bu insanî eğilime, daha doğrusu kandırmacaya sunulan narkotik ürünlerdir.
Bunları epeydir şu Korona krizi bağlamında işlerlikte tutuyoruz; biliyorsunuz, büyük güçlerin birbirlerine karşı mücadelesinde ortaya saçıp başımıza bela ettikleri bir tür biyolojik silah “tezi” var ya Korona’ya dair, işte o… ABD Çin’i, Çin ABD’yi hem de en üst düzey yönetici ağızlardan suçlamadı mı suçladı bu yolda.
Ama bana sorarsanız o süreçte en “çarpıcı” komplo teorisi, 2020 ilkbaharının o kasıp-kavuran pandemi atağında İstanbul’da yolda yürürken bir grup erkeğin ayak üstü sohbetinde kulağıma çalınan, virüse ilişkin şu sözden süzülmeydi: “Cenab-ı Allah’ın bir bildiği var elbet!..”
Böyledir. Sırlarına vâkıf olamadığımız, hikmetinden sual edemediğimiz, ne halt ettiklerini bilemediğimiz süper güçlerden, kendimizi teslim ettiğimiz doğaüstü güce kadar açılan yelpazede, bilgiye-öğrenmeye-okumaya takatsizlik ve düşmanlıkla da harmanlanmış cehaletimiz, komplo teorileriyle günü ve kendimizi kurtarmamızı sağlar ki bu da bize yeter.
Ormanlar yıllardır çimentoyla yanıyor!
Oysa gerçek, ormanda mangal keyfi yaparken son bir nefes çekip gayet otomatik şekilde en küçük bir farkındalık içinde dahi olmaksızın araziye savurduğumuz ya da ormanlık bir yolda otomobilin penceresinden bir fiske ile yol kenarına fırlattığımız izmarit başı olarak ortada.
Sorumlusu da piknikçi kardeşlerimiz, seçmenlerimiz, oy depolarımız olarak ortada!..
Altyapısı ise ormanların bağrına kadar nüfuz edip onları insan denen virüsün enfeksiyonuna maruz bırakarak “iş-kar-büyüme” nakaratlarıyla ve “Elhamdülillah kalkınıyoruz” yavesiyle, doğaya kör şekilde işlemeye devam eden sistem olarak ortada.
Aslına bakılırsa ormanlar şu ara acıyla izlediğimiz şekilde ateşle yanmadı ve yanmıyor ki sadece…
Ormanları yıllardır çimentoyla-betonla yakıyoruz zeten!..
İstanbul’un akciğerleri Kuzey Marmara Ormanları, o ormanların endemik canlısı Asya mandaları nerede, ne oldu onlara?..
“Kuzey Marmara Oto Yolu” oldular. Mandaların gezindiği alanda şimdi havalimanı var.
Ankara’da ODTÜ’nün bağrındaki ormanlık alan nerede, ne oldu ona?..
İstanbul Yolu ve Eskişehir Yolu’nu Konya Yolu’na bağlayan trafiği rahatlatma uğruna otobana “evrimleşti”.
Kaz Dağları’nın üstünü yeşil bir örtü olarak, bir nefes sıhhat gibi kaplayan ormanın yerinde neden şimdi tıraşlanıp dazlaklaşmış bir kahverengi topak var; nerede ağaçlar, ne oldu onlara?..
Altın suyuna battılar!..
Ormanı, ağacı-çiçeği börtü-böceği kuşu-yılanı ayısı-karacasıyla kendi haline bırakarak ondan şifa dilemek yerine neden bağrını deşmeyi, orasına burasına evler-arabalar, yazlıklar-konaklar, oteller-motellerle çöreklenmeyi tercih ederek, işte şimdi de bahçemizdeki otları temizleme lüksüyle onu ateşe boğma noktasına geldik, cevabı verilmesi gereken soru bu.
Üstelik de kökümüz-kökenimiz ormana, ama onun canavarı-terminatörü değil parçası-ürünü olarak ormana dayanırken!..
Ormanda yatan insandan, ormanı yakan insana…
İnsanın ilk evi ormandı. Aslında insanlık tarihini, insanın ormanı kendine ev-yuva kılmaktan betonu ev-yuva kılmaya doğru bir yolculuk olarak özetlemek de mümkün.
İnsanın antropolojik olarak izi sürüldüğünde o, kendisi gibi primat (maymun) türleri ile aynı yaşam stratejisi doğrultusunda ormanda yaşayan-ağaçta uyuyan bir canlı olarak karşımıza çıkar. İki ayağı üzerinde dik yürüyebilir ve boşta kalan elleriyle alet yapabilir, yani kültür üretebilir hale gelen bu maymun, zamanla ormanın kıyısındaki çayırlık alanlarda aktifleşmekle birlikte yine de başı sıkıştığında veya güvenlik-emniyet aradığında ormana ve ağaç dallarına sığınır, orada kendini güvende hissederdi.
Aslında orman, kültürel bir varlık haline gelip bir parçası olduğu canlılar (maymunlar) aleminden ayrıştıktan, o aleme yabancılaştıktan sonra da insanın kendisine en çok yaşam var edebildiği “ekolojik niş”, yani çevresel bölgedir.
Yeryüzünde iklim-toprak-bitki-hayvan bütünlüğü içinde ayırt edilen başlıca altı çevresel bölge var. Bunlardan, dünyanın yüzde 30-35’ini oluşturan otluk-çayırlıklarda insan nüfusunun yüzde 10’u barınır; yüzde 18’ini kaplayan çöllerde nüfusun yüzde 6’sı barınır; yüzde 12’sini kaplayan kutuplarda nüfusun yüzden 1’den azı barınır; yüzde 18’ini kaplayan dağlık alanlarda ise yüzde 7 insan nüfusu barınır. Buna karşılık dünyanın yüzde 13’ünü kaplayan ılıman orman alanları insan nüfusunun hemen hemen yarısını; yüzde 10’unu kaplayan tropik ormanlarsa insan nüfusunun yüzde 28’ini barındırırlar. Yani yeryüzünün yüzde 23’ünü kaplayan ormanlık alanlarda insan nüfusunun dörtte üçünden fazlası, beşte dördüne yakını barınır.
Dolayısıyla, insanlar olarak dünya üzerinde yaşadığımız yerlerin çok büyük bir kısmı zaten esası itibarıyla ormanlık alanlardır. Ama tabii içerisinde yaşadığımız bu ormanları ağaçlardan arındırıp betonlara boğduk. Onları ağaç ormanları olmaktan çıkarıp beton ormanlarına dönüştürdük.
İstanbul’u düşünün mesela; Boğaz kıyılarının aşağı yukarı yarım asır içinde nasıl ağaçlar tıraşlanarak betona boğulduğunu, daha kuzeye doğru da bu kıyımın son 20 yılda hâlâ nasıl acımasızca sürdürüldüğünü hesap edin!..
Kıyametin jeolojik adı: Antroposen
İnsanın yeryüzünü adeta bir virüs ya da kanser hücresi gibi nasıl tarumar ettiğini anlatma, fark ettirme yolunda “Antroposen” (anthropocene) kavramı işlerliğe sokulmuştu bir süre önce… Antroposen, jeolojik zamanlama anlamında “İnsan Çağı” demek, ama onu “kıyametin jeolojik adı” olarak almak da mümkün.
Ne demek istediğimizi netleştirme yolunda “jeoloji-prehistorya-antropoloji” bilimsel üçgeninde gezinmemiz lâzım biraz… Aksi takdirde, yukarıda açık seçik ifade ettik ya, komplo teorilerine cahilane yelken açmak an meselesi oluyor!..
Yeryüzünde cansızlığın evriminden canlılığın evrimine doğru süren değişimlerin farklı safhalarını belirlemek için jeolojik zaman, dönem, bölüm/çağ adlandırmalarında bulunulmuştur. Çok gerilere gidip yorucu olmayalım, 65 yıl öncesinden bugüne “Senozoik Zaman”dır ve onun üç dönemi vardır: Paleojen, Neojen, Kuaterner… Bir de bunların çağlar olarak bölümlenmesi var: Paleosen, Eosen, Oligosen, Miyosen, Pliosen, Pleistosen ve Holosen… İçerisinde dört buzul dönemi ile karakterize edilen sondan bir önceki Pleistosen’de yaklaşık 2 milyon yıl önce insan türü karşımıza çıkar. Buzul devirlerinin sona ermesinin ardından günümüzden 11 bin yıl kadar öncesinde başlayan Holosen ise kültürel bağlamda insanlığın önünde tarımın açıldığı çağdır.
Bütün bu zamanlama ve dönemlendirmelerde belirleyici ve koşullayıcı olan, yerkürenin jeolojik dinamikleriydi. Ama artık öyle değil. Artık jeoloji canlılığın gidişatını değil, o canlılık içerisinden bir parça, daha doğrusu bir “sapma”, jeolojiyi belirliyor. O sapkın varlığın adı insan ve yaşadığımız dünyanın hali ve akıbeti biyolojik, kimyasal ve jeolojik olarak onun “marifetleri”ne bağlı. Özellikle 18’inci yüzyılın ortasındaki endüstri devriminden itibaren başlatılabilecek bu yeni dünya haline de Nobel ödüllü Hollandalı kimyager Paul Crutzen’in 2002’de literatüre soktuğu tabirle “Antroposen” diyoruz işte…
Doğanın direnişi: Korona
Antroposen, doğanın kendisinin insan tarafından “yapılır-bozulur-tekrar yapılır” hale geldiği dehşet bir jeolojik aşamayı anlatıyor. Aral Gölü kuruyunca onu bir “Aral Ormanı”na dönüştürme girişimi başladı mesela. Bizde de kuruyan gölleri tarıma açıyorlar ya, o da aynı hesap. Yahut işte Gümüşhane’deki krater gölünü, “dibinde hazine var” ahmaklığı ile suyunu çekip kuruttular, sonra da onu yeniden doldurmaya kalkıp bir çamur bataklık yaptılar, bunların hepsi Antroposenin göstergeleri.
Dolayısıyla antroposen, insanın yapıp ettiklerinin artık jeolojik dönüşümlere yol açabilir hale gelmesinin adı. Tabii bu dönüşümler zarar, yıkım, tahribat şeklinde kendini göstermekte. Makro ölçekteki sonucu da küresel iklim değişimi. O yüzden deniz seviyesi yükseldi, buzullar erimeyi geçin, kurudu! Her yıl, önceki yıldan daha sıcak. Kasırgalar, tayfunlar, müsilajlar… Ve işte yaşadığımız coğrafyanın kuzeyinde olduğu gibi seller, güneyinde olduğu gibi yangınlar… Hepsi, hiç komplo teorilerine kaçmayın, bizim “jeolojik kapasite”mizin sonucu. O kapasitenin adı da antroposen.
Ve canlı-cansız tüm varlığıyla doğa, hâlâ kendince “antroposen”e teslim olmamaya, kendini insandan kurtarmaya çabalıyor. Korona, bu yolda bir kendini kurtarma operasyonu, “antroposen”in ölümcül-cehennemî dünyasından çıkış bulmak için bir çırpınış aslında. Ama onu bile komplo teorileriyle karşılamaya ve sebep aramaya çalışıyoruz, iyi mi?!..
‘Aklı güzel’ antroposen çocukları!
Korona’nın sebebi antroposen… Kuzeyimizdeki sellerin, güneyimizdeki yangınlrın sebebi de o. Ve tüm bunlar aslında bir yandan da antroposenin öyle ya da böyle sonuna yaklaştığımızı düşündürüyor.
O yüzden ben bunları yazarken bir haber kanalında öğle bülteninde geçilen şu haberi hiç yadırgamıyorum: “İngiltere Ulusal meteoroloji Ofisi yıllık raporunu açıkladı. Buna göre iklim değişikliği çoktan başlamış durumda.”
Yaşadığımız bütün ekolojik anormalliklerin, altüst oluşların, felaketlerin altında bunu işaret eden haber, bilim insanlarının artık ne yazık ki çok geç olduğunu, ama yine de daha kötüsünden sakınmak için acilen bir şeyler yapılması uyarısında bulunduklarını aktararak, yani sözüm ona farkındalık yaratma çabasıyla son buluyor.
Peki ardından ne geliyor? Otomotiv dünyasının nabzının tutulacağı, otomotiv endüstrisindeki en son gelişmelerin aktarılacağı, en yeni model araçların test sürüşlerinin sunulacağı bir programın anonsu…
Tam bir “perhiz ve lahana turşusu” durumu değil mi?!
Küresel iklim değişiminin başladığını “üzülerek” haber veriyor, herkesi bunun farkında olup ona göre hareket etmeye çağırıyorsunuz, sonra da bu felaket değişimin baş sorumlusu endüstrilerden birini ve ona yönelik tüketimi teşvike dayalı bir programı izlemeye, yani sellere, kuraklığa, müsilaja, yangınlara yol açan çarkların daha hızlı dönmesi için katkıda bulunmaya davetkâr oluyorsunuz.
Ne diyelim, sizin aklınızı sevsinler, antroposen çocukları!..