Yaşarken yollanan mektup

Londra’nın kuzeyinde güneşli bir Kasım sabahı, parka bakan sokakta sıralanmış, iki katlı kırmızı tuğlalı evlerden birinde telefon çaldı. Evin sahibesi Bayan Ellie telefonun durduğu konsola doğru yürürken, zilin sesi uzun uzun çınladı koridorda. Ahizeyi kaldırıp cevap verdikten sonra bir müddet bekledi ve odasında çalışan Mehmet’e seslendi. Telefon onaydı, Türkiye’den arıyorlardı.

Mehmet apar topar kalktı yerinden. “Acil bir durum olmalı” diye düşündü. Bu saatte konuşmazlardı hiç. Hem Mehmet arardı evi, belli günlerde dışarıdan.

Telefondaki ses, “Müjde enişte. Bir kızın oldu. Cihangir Kliniği’ndeyiz” dedikten sonra hat kesiliverdi.

Mehmet çaresiz, ev sahibesinden Türkiye’yi aramak için izin istedi. “Ücreti neyse vermeye hazırım” dediyse de bir türlü ikna edemedi. Bayan Ellie, prensip olarak kiracıların evden yurtdışını aramalarına müsaade edemiyordu. Sokağın sonundaki kırmızı telefon kulübesini gösterdi. Gidip oradan arayabilirdi.

Mehmet üzerine alelacele bir şeyler geçirip sabah ayazında parkın girişindeki telefon kulübesine yürüdü. Telaşı, içine işleyen soğuğu bastırıyordu. Yapılacak çok iş vardı. Uçak bileti ayarlaması gerekiyordu hemen. Dil kursunu yarıda bırakıp acil dönüş yapması gerektiğini şirkete haber vermesi lazımdı. Hem sonra bebek için birkaç parça bir şeyler de almalıydı…

Sene 1978. O dönem Türkiye’den yurtdışına çıkışlar izne bağlıydı. Ülkeye döndüğü takdirde bir dahaki çıkışına dek öğrenim hakkı yanacaktı. Oysa bir taraftan çalışırken, Canterbury’de lisansüstü öğrenimine devam etmek için planlar yapmış; hatta ailesini yanına almak için ev bile tutmuştu.

İşte benim babam, o gün baba olduğunu böyle öğrendi.

Aceleci davranıp beklenenden iki ay erken gelerek tüm kariyer planlarını bozduğum içinse bir gün dahi serzenişte bulunmadı.

Bugün Babalar Günü.

Pek çokları böyle özel günlerin ticari kâr amacı güttüğünü ve özellikle anne-babası hayatta olmayanların yaralarını deştiğini düşündüklerinden mesafeli yaklaşıyor.

Sanırım ben o gruba dâhil değilim.

Özel günleri karşımızdakini hediyelere boğmak yerine, kendi içimize dönüp sahip olduklarımıza şükretmek veya yaralarımızı sarmak için bir fırsat olarak değerlendirebileceğimiz kanaatindeyim. Bu bakımdan Anneler/Babalar Günü aslında anne ya da babaların değil, analı-babalı büyüme şansına nail olanların kutlaması gereken veya en azından sevdiklerini yad edecekleri bir gün olmalı bana göre.

O yüzden izninizle bu hafta köşemi babalara ve babalık edenlere ayırmak istiyorum.

Bir yerde okumuştum, hoşuma gitmişti.

Babalar sadece çocuklarının genetik tedarikçisi değildirler. Duygusal gelişimimizde dışarıya açılan dünyanın bekçileridir onlar. O yüzden çoğu zaman güvenle ilişkilendirilir baba rolü. Yaslanılacak dağdır, babalar. Yoklukları altımızdaki halıyı bir anda çekip alıverir, yer kayar. Kör eder, baba kaybı.

Anneliğe kıyasla dışarıdan geliştiği için babalığa hazırlanmak, çocukla bağ kurmak kolay bir süreç sayılmaz. Özellikle ataerkil toplumlarda babalık müessesesinden beklentiler, babalara biçilmiş roller de oldukça zorlayıcıdır. Babaların çocuklarıyla diyaloğu aslında tam da bu kamburdan özgürleşebildikleri ölçüde gelişir.

Baba-kız ilişkisi, babalar ve oğulları arasındaki Freudyen çekişmelerden nispeten uzaktır. O yüzden babaların kızlarına, kızların da babalarına ayrı bir düşkünlüğü vardır. Hani anneleri hafiften sitem ettiren…

Kız çocukları için karşı cinsin temsilidir baba. Hayat boyu da karşı cinsle kurdukları ilişkiler bu sevgi bağı üzerinden şekillenir. Bazen kaçar, bazen de benzerini ararız. Günün sonunda, sağlıklı bir baba-kız ilişkisi korumacılıkla özgüven inşası arasında hassas bir denge kurulmasını gerektirir.

Ben bu açıdan şanslı bir azınlığım.

Babam sevgisini daima hissettiren bir baba oldu. Ona ait en erken anılarımda kendisini yaralarıma pansuman yaparken hatırlıyorum. Oldum bittim çok telaşlı bir çocuktum. Bulutlara meftundum. Yürürken önüme bakmadığımdan, sıkça düşer dizlerimi yaralardım. Pansuman gerekince kıyametleri koparır, başka kimseye el sürdürmez bir tek babama izin verirdim. Canımı asla yakmayacağına öyle çok güvenirdim ki.

Biz korkunun değil, güvenin üzerine inşa ettik baba-kız ilişkimizi. Büyürken, yalnızca beni koruyup kollayacağına değil, yargılamadan dinleyip anlayacağına dair de güvenim pekişti.

Bir kız çocuğunun çekinebileceği hemen her konuyu babamla konuşabildim.

Başarılarım kadar kabahatlerimi de onunla paylaştım. Galiba bu benim hayattaki en büyük şanslarımdan biri oldu.

Sadece gözlerinin rengini vermemiş bana. İnsan sevgisini, hayat duruşunu da örnek almışım. Daima ağırbaşlı, sakin sakin konuşurken, şakayı patlatacağı anı çok iyi hesaplayan, ciddi görünümünün altında duygusal bir adamdır babam. Şiire olan merakım onun verdiği kitaplar sayesinde gelişmiştir. Ne zaman gelecek planlarımdan bahsetsem “Ağır ağır çıkacaksın o merdivenlerden…” diyerek konuyu bağladığı Ahmet Haşim dizelerini bugün daha iyi anlayacak yaştayım.

Hukuk insanıdır, babam. Çatışmaların davaya taşınması yerine sulh yoluyla çözülmesi gerektiğini savunur hep. “Yaratılanı seveceksin, Yaradan’dan ötürü” düsturudur. Herkese güvenir. Bazen gereğinden fazla. Eli açıktır, konuklarına… Akşam keyfi yerindeyse, bir tek rakısını mezesini hazırlar, sofraya koyar. Sarhoş olmamak için adabıyla içilmesi gerektiğini, zamanı gelince kızına da öğretmiştir.

Şimdi geriye dönüp bakınca daha iyi anlıyorum, tuzaklara düşmemesi için kızına zincir vurmak yerine onu dünyaya donanımlı hazırlamaya gayret etmiş babam. İyi ki de öyle yapmış…

Londra’ya taşındıktan epey sonra, koca şehirde yerleşmek için babamın benim doğum haberimi aldığı yere 10 dakika mesafede bir semti seçmiş olduğumu tesadüfen öğrendim. Tanrı zar mı atmıştı? Yoksa ben yarım kalan bir hikâyeyi tamamlamak üzere mi oradaydım? Bilmiyorum.

Ancak bu yıl Babalar Günü’nü bir arada geçiriyor olmamız ikimiz için de en güzel hediye.

Ve ben bugün babamın kızı olmamı kutluyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Selin Nasi Arşivi