Selin Nasi
Kadının kadına yurt olması lütuf mudur?
8 Mart’a daha çok var, kadın yazısı da nereden çıktı diyebilirsiniz. Ama her 8 Mart geldiğinde, biz kadınlar kendimizi “hepimiz kız kardeşiz” yanılsaması ve dayanışma coşkusuna öyle bir kaptırıyoruz ki, acıtan bazı gerçekleri dile getirip günü gölgelemeye dilimiz pek varmıyor.
Geçen hafta Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin mentörlük teklifi üzerine iki burslu kız öğrenciyle buluştum. Yoğun bir hafta olmasına rağmen işleri bir şekilde ayarlayıp heyecanla, koşa koşa gittim. İyi ki de gitmişim. Ülkemi içine almış olan umutsuzluk ikliminde gençlerin olumsuz koşullara rağmen çevrelerine faydalı olmak için çalışmaya nasıl hevesli olduklarını görmek ilaç gibi geldi. Kariyer tercihleri konusunda onlara kendi deneyimlerim ışığında bilgi vermeye, elden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım. Çünkü bugün ülkemizde ve dünyada şikâyet ettiğimiz pek çok sorunun çözümü, kadın istihdamının ve kadın temsilinin artmasına bağlı.
Eve dönerken, hayatımda bana rehberlik etmiş, elimden tutmuş, çalışmalarımı desteklemiş kaç kadın tanıdığımı düşündüm. Saygı duyduğum, örnek aldığım hocalarım ve aynı zamanda yakın arkadaşım olan bir iki meslektaşımı da sayarsam bu sayı, bir elin beş parmağını ancak geçiyor, ne yazık ki. Oysa öğrenim hayatım boyunca erkek öğrencilerini kayıran kadın hocalardan, kariyerimle ilgili zorda kaldığımda ufacık bir imkân yaratmak için parmağını kımıldatmak istemeyen meslektaşlara, güzele “Güzel!”; iyiye “İyi olmuş!” demekten imtina edenlere ve arkamdan iş çevirenlere sürüyle örnek verebilirim. Üstelik bu durum sadece bana özel de değil.
Konuşmaktan çekindiğimiz konu: Pembe taciz
Bir keresinde birlikte konferansa katıldığım bir akademisyen arkadaşım panel arası hava almak için yürüyüşe çıktığımızda dert yanmıştı. Aynı kurumda çalışan diğer hocalara kıyasla fevkalade verimli ve kaliteli yayınlar yapmasına rağmen idari mevkide üstü konumundaki kadının eleştirilerinden bir türlü kurtulamıyordu. Anlattıkları ciddi bir mobbing örneğiydi. Her kadın gibi iş-aile dengesini özenle yönetmeye çalışan, bulunduğu konuma tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş, üstelik alanında parmakla gösterilen bir kadın akademisyen kendisi.
Bir başka örnek vereyim.
Daha evvel çalıştığı bir mecrada kadın editörüne sunduğu yazı önerileri arka arkaya reddedilen ve sürekli yetersiz olduğu mesajına maruz kalan bir gazeteci arkadaşımın, oradan ayrıldıktan sonra çalışmaya başladığı yerde yazdığı yazıları her hafta okunma rekoru kırıyor.
Bu gözler, aynı konu üzerine çalıştığı kadın meslektaşlarına fark atabilmek ve tek olabilmek adına birbirini karalayanlara, aracı olanları devre dışı bırakıp rol çalmaya çalışanlara çok şahit oldu.
Bilir misiniz?
Özellikle kadınlardan oluşan WhatsApp gruplarında tansiyonun fazlaca yükseldiği böyle durumlarda kapıyı vurup gidemeyenler, grubu aniden terk eder. Dramatik çıkışla birlikte fonda bir bateri tıss’ı duyulur adeta.
Eski ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright’ın ünlü bir sözü vardır. Bu dünyada birbirini kollamayan kadınlar için cehennemde özel bir yer (ben loca diyorum) ayrıldığını söyler. Gerçekten de asıl mücadelemizin patriarkiye karşı olması gerekirken neden birbirimizi baltalıyoruz?
Mesele sadece çelme takmak da değil.
Birbirine omuz vermekten kaçınma durumu söz konusu.
Şöyle bir göz gezdirin etrafınıza…
Özellikle sosyal medyada - kurumsal menfaatleri gerektirmediği müddetçe - kadınların birbirlerini, yapıp ettikleri işleri takdir ettikleri çok seyrektir. Bir Virgina Wolf, Maya Angelou, Michelle Obama veya Alexandria Ocasio Cortez değilseniz, takdire mazhar olmanız zor.
Kraliçe Arı Sendromu
Peki, kadın hakları ve cinsiyet eşitsizliğiyle mücadele konusunda konuşmaya ve pozitif mesajlar vermeye gelince üzerimize yok da, pratikte sahne ışığını paylaşmaya gelince neden bazılarımız yan çiziyor? Bu durumu sıradan bir kadın kıskançlığı olarak geçiştirmek anlamlı değil. Yaşanan deneyimler sosyal bilimcilerin de ilgisini çekmiş olmalı ki, günümüzde iş hayatında kadınların özellikle kıdem bakımından alt kademelerde çalışan diğer kadınları tehdit olarak görerek psikolojik şiddet uygulaması veya birbirlerini saf dışı etmeye çalışmasının bir ismi var. Kraliçe arı sendromu. Bu ismin veriliş sebebi, arı kovanında başka dişi arılar bulunsa da her kovanda yalnızca tek bir kraliçe olmasından geliyor.
Kraliçe arı sendromuna şüpheyle yaklaşanlar ve hatta bu tabiri haksız şekilde yaralayıcı bulanlar da var. Onlara göre sorun cinsiyet temelli değil. Bu şekilde bir yaklaşım, kadın yöneticileri şeytanlaştırarak kadın hakları hareketinin kazanımlarının altını oyuyor. Dolaylı şekilde patriarkiye hizmet etmiş oluyor. Bu perspektiften bakanlara göre, insan yaradılışı gereği egoist olmaya meyilli. İş hayatının dinamikleri, giderek zorlaşan hayat koşulları rekabeti daha da körüklüyor. Bir taraftan, pozisyonlarını korumak için erkekler de en az kadınlar kadar sert oynuyor. Ancak kadınlar için ayrılan pasta payı ise o kadar küçük ki elde ettikleri pozisyonları diğer kadınlara kaptırmamak için kıyasıya mücadele ediyorlar. Bu pasta büyüdüğü takdirde gerilim de azalacak…En azından beklenti bu yönde.
Ya her 8 Mart’ta verdiğimiz sözler n’olacak?
Doğrusu, profesyonel iş hayatında kadın-erkek temsili yüzde 50-50 oranına erişince tüm bu bahsettiğimiz sorunların otomatik olarak ortadan kalkacağı beklentisini fazla iyimser bulduğumu söylemeyelim.
İş dönüp dolaşıp yine tercihlere geliyor.
Kraliçe arı olmak yerine dişi-işçi arı olup daha çok kadın yetişmesi için el vermek, üstten bakmak yerine hemcinslerimize rehberlik etmek de pekâlâ mümkün. Eleştirdiğimiz davranış kalıplarını içselleştirip birbirimize karşı yönelttiğimiz durumlar karşısında farkındalık oluşturmamız gerekiyor.
Bu yazıyı yazmaktaki amacım asla kadınları karalamak değil, ama kadınların birbirlerini daima koruyup kolladıkları mitini kırmak.
Albright’ı bir kez daha anarak, birbirini kollayan kadınlara kalbimizde bir yer ayıralım derim.
En güzel temennidir, hayatın karşımıza iyi insanlar çıkarması.
Ve umarım geçen hafta tanıştığım genç arkadaşlarım bu konuda çok daha şanslı olurlar.
Başta annem olmak üzere, üzerimde emeği geçen kadınlara minnetle…