Mutlu Hesapçı
“O ‘FLASHBELLEK’TE OLUP BİTENİN ORTAYA ÇIKMASINDA YARAR VARDIR”
Derviş Zaim hem sinemasıyla hem de duruşuyla takip ederek sevdiğim özel insanlardan ve yönetmenlerden biri. Ne zaman bir filmini izlesem aklım karışarak düşünerek çıkarım, filmin bende bıraktığı etkiyi anlamam zaman alır. Çünkü kendisinin dert edindiği meseleler insanın hafızasını yoklar, tanıklığa çağırır, bir yolculuğun içine sokar, gözlerinin içinde ve kalbinde hissedersin izlediğin hikayeyi… Filmi izleyen kişi artık daha hassas başka bir kişiye dönüşmüştür ki bu anlamda sinemasının katkısı benim hayatımda çok önemlidir. Derviş Zaim yeni filmi ‘Flashbellek’ ile bu kez karşımızda. Üzerinden geçtiği için unuttuğumuz, görmezden geldiğimiz ya da sokakta bir Suriyeli gördüğümüzde aklımıza gelen Suriye’de yaşananları, oradaki savaşı bambaşka bir bakış açısından anlatıyor. İnsani yönden ve taraf olmadan empati kurmamızı sağlayacak şekilde bunu başarıyor. Çağın gerektirdiği ve işine geldiği gibi yaşamak yerine çağının tanığı olmayı seçmiş Derviş Zaim ile yeni filmi ‘Flashbellek’ üzerine konuştuk. Film bu hafta vizyona girdi ve bu çağda yaşananlara sessiz kalmamak, hafızamızdaki ezber algıları değiştirmek adına mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Büyük insanlık dramlarından öğrenilecek çok şey var ve hafızamıza yani ‘Flashbellek’imize kaydetmemizde yarar var. Çünkü içimizdeki savaşlar ve dünyadaki savaşlar hiç bitmeyecek gibi!
Bu proje nasıl oluştu ve şekillendi, Suriye meselesini neden dert edindiniz?
Ben savaş gördüm, savaşın ne kadar kötü bir şey, göç etmenin nasıl bir şey olduğunu bilirim. Şahsi deneyimlerimin içerisinde böyle bir şey var. Dolayısıyla Suriye savaşı başladıktan ve bir çıkmaza sürüklendikten, orada yaşananları gördükten, işittikten, okuduktan sonra rahatsızlık hissetmeye başlamıştım. Görüntülerin dramatikleşmesi sürerken bu rahatsızlıklarım arttı. Bir şeyler yapmak, insani bir hikâye yapmak gerekiyordu çünkü onları gördüğüm zaman içim acıyordu. Bir baktım ki ortalıkta çok etkileyici hikâyeler dolaşmaya başladı. Sonra insanların tanıklıklarına kulak misafiri oldum. Sokaklarda zaten Suriyeliler artmaya başlamıştı. Onlar ve tanıştıklarım arasındaki hikâyeler yavaş yavaş benim tarafımdan değerlendirilmeye başlandı. Farklı fikirlere sahip olan bir sürü adamın yazdıklarını okudum, çok okudum.
“Böyle bir adam olduğu iddia ediliyor ama o adamın birebir hikâyesi değil”
Senaryo nasıl bir hikâyeye dayanıyor?
Karakter gerçek bir karaktere dayanarak, ondan esinlenerek yazıldı ama hemen şunu ekleyeyim onun hikâyesi değil bu. Böyle bir adam var, böyle bir adam olduğu iddia ediliyor ama o adamın birebir hikâyesi değil. Çünkü başka hikâyeler de bu serüvenin içerisinde arttı. Mesela o dört yol ağzında sniper tarafından vurulan insanların hikâyesini başka bir yerden Bab-el Kasır denilen bir mekânın bilgisine dayanarak yazdım. Bütün bunlar bir araya gelerek bu karakter ve o karakterin serüvenini oluşturdum. Tabii burada bir karakter bulduktan sonra yazar olarak iş bitmiyor. Hikâyede kurmacanın gerektirdiği meselelerin altından kalkmak zorundasınız. O da şudur; siz bir karakter bulduktan sonra ya bir konsept ya da bir çatışma bulacaksınız. Ben de bunu sürükleyici, insani bir hikayeye dönüştürmek için konsept ve çatışma aramaya doğru gittim.
“Karakterim susarsa vicdanının sesine kulak vermeyecekti”
Başka esin kaynaklarınız neler oldu ve hikâye nasıl şekillendi?
Esin kaynaklarımdan bir tanesi Antigone, Antik Yunan tragedyasıydı. Yunan tragedyasında karakter ya canlı kurtarmak zorundadır ya da bir ödevi, görevi, vicdan meselesini yerine getirmek zorundadır. Yunan tragedyasını andıran bir ikileme sahip olmasını istemiştim bu adamın. Ya hayatını kaybedecek, hayatını kaybetmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacak ya da vicdanının sesini dinleyerek bir açmazla karşı karşıya kalmasını istemiştim. Çünkü Suriye’de gördüğüm hikâyeler böyle bir açmazı haklı çıkaracak kadar yoğun, geniş ve derindi. Bu hikâyeyi böyle bir karar aldıktan sonra bu adamın gördükleri karşısında susmaması gerektiğini hisseden bir karakter olarak canlandırdım. Susarsa vicdanının sesine kulak vermeyecekti ve vicdanın sesi onu kemirip bitirecekti. Bunun sonrasında da onu bir yolculuk hikâyesine dönüştürmeye ve Suriye’nin bütün renklerini, bütün olmasa bile önemli denebilecek renklerini yansıtabilecek bir yolculuğun içerisine sokmaya gayret ettim. O yüzden bunu yolculukla, Hıristiyan bir eşle, çok çeşitli inançlardan, gruplardan, sınıftan insanlarla karşılaştırarak bu serüvene attım.
“İnsanların başına olmayacak bir şey geldi ve her şeylerini kaybettiler”
Hikâyeyi her inançtan, gruptan, sınıftan, statüden insanlardan oluşturmaktaki amacınız neydi?
Amacım aslında bu savaşın ne kadar farklı insana dokunabildiğini, ne kadar masum ve farklı kesimden insanı etkiyebildiğini gösterebilmekti. Bir de bu insanları hali vakti yerinde insanlar olarak seçmeye gayret ettim. Çünkü hali vakti yerinde insanlar olmalarının bana şu yararı olacaktı; dünyanın hangi ülkesinde izlenirse izlensin Türkiye, Yunanistan, Norveç seyircisi aynı şeyi görmeli ve koşullar elverdiği zaman kendi başına da gelebileceğini hissetmeliydi.
Ayrıca sokakta gördüğü Suriyelilerin tümünü de “Bunlar barbar, köylü, bunlar yol yordam bilmiyorlar, hırsız bunlar, dilenci, aç bunlar, bizim ekmeğimize göz diktiler” diye aşağılamaması için bunu yaptım. Bu insanlar da sizin benim gibi düzgün evlerde oturan iyi eğitim görmüş insanlardı. İnsanların başına olmayacak bir şey geldi ve her şeylerini kaybettiler. Dolayısıyla biz bazı şeyleri söylerken ve ağzımızdan çıkarırken o kulağımızla söylediklerimizi duymamızda yarar var. Böylece kendimize çeki düzen vermeli bazı şeyleri yaşamadan ve bilmeden ön yargıyla konuşmamalıyız.
“Oyuncu dağılımından çok memnunum”
Suriye’ye daha önce gitmiş miydiniz, o coğrafyayı ne kadar biliyorsunuz?
Arap coğrafyasına gittim ama Suriye’ye gitmemiştim. Arap coğrafyasının kimi yerlerini biliyorum. Arap oyuncular, Arap ekip, Arap cast yönetmeni bana çok yardım etti. İstanbul’da bulduğum Arap göçmenlerin arasında cast direktörleri yetiştirildi ve var olanlardan yararlandık. Uluslararası kaynakları, elemanları ve oyuncu olanaklarını da araştırdık. Bu oyuncu dağılımından çok memnunum. Bir kere Arap dünyasının çok önemli iki oyuncusu ortaya çıktı ve bu film için geldiler. Şu kadarını söyleyeyim Türk seyirci pek tanımıyordur Ali Süleyman ve Saleh Bakri’nin bir araya geldiği filmi bir kez daha Arap dünyasının görmesi uzak ihtimaldir.
“Bu insanlarla birlikte olmak hem beni, hem de benim ekibimi değiştirdi”
Ben tanımıyorum bu iki Arap oyuncuyu, bu film birçok şeyi başardı öyle mi?
Bu filmin neyi başardığının daha farkında değil insanlar, ileride daha fark edecekler. Böyle bir film var gayet birbirlerinden dikiş yerleri gözükmeyecek şekilde amatörler de işin içerisine katıldı. Yani Yezidi kız, vurulan çocuk, İsmail çoğu insan ya amatördür ya yarım amatör ya da işin başında. Şimdi Saleh Bakri ile Ali Süleyman gibi Hollywod’da oynayan, oynamaya devam eden insanların yanı sıra böyle insanların da birlikte olduğu bir iş bence çok olumlu. Ayrıca savaştan canı yanmış Antep’te, İstanbul’da yaşayanları da projeye dâhil ettim. Bu insanlarla birlikte olmak hem beni, hem de benim ekibimi değiştirdi. Bir sürü hikâye anlatabilirim buna ilişkin olarak…
“Dramları gördüğünüz zaman hayatı sadeleştirmek gibi bir durumla karşı karşıya kalırsınız”
Mesela sizi nasıl değiştirdi?
Mesela oradaki insanların hikâyelerini dinlerken, ister istemez onların neyi göze aldığını, nasıl şeyler yaşadıklarını fark ediyorsunuz ve kendinize çeki düzen vermek ihtiyacında hissediyorsunuz. Yani Yezidi kız rolünü oynayan Hanin Abaji, savaştan kaçmaya çalışırken ateş altında kalan ve bir arabadan tek sağ çıkan insan… Yanındaki bütün tanıdıkları arabada ölüyor. Şimdi bu kız tek sağ çıkıyor, yaralı çıkıyor, sağ kalmayı başarıyor. Nasıl oluyorsa sonra Türkiye’ye geliyor ve Türkiye’de ayakları üzerinde durmayı da başarabiliyor. Şimdi bu hikâyeler söz konusu olduğunda insanların gündelik hayatlarında kendilerine sorun gördükleri şeylerin kıymeti azalmaya başlıyor. Neyin sizin için daha değerli olduğuna dair çeki düzen vermeniz gerekiyor. Hayatı sadeleştirmek gibi bir durumla karşı karşıya kalırsınız bu kadar büyük insan dramlarını gördüğünüz zaman söylemeye çalıştığım şey bu. Ve de hayatı sadeleştirmek sadece kendi hayatınızı değil yaptığınız işi de sadeleştirmenize yol açmalıdır. Ben de yaptığım işin layığı neyse onu yapmaya gayret ettim, sadeleştim. İş benden ne istiyorsa onu yaptım.
“Yaptığım iş açıkçası geriye baktığım zaman beni mutlu ediyor”
Oyuncular gerçekten savaşı yaşayan insanlar olarak nasıl hissettiler ve ne kadar etkilendiler?
Gayet metin, metanetli insanlardı gördüğüm kadarıyla. Benim duyduğum; filmi her izleyişlerinde ‘Aynı duygu bana geliyor’ demeleri. O yorumları işittiğim zaman filmin doğru bir yere oturduğunu hissettim. Bu histi yani. Filmin doğru bir yerde olduğunu biliyordum ama insanların, oyuncuların tekrar tekrar izledikten sonra hâlâ daha ‘Bu film bana 10 sene önce Şam’da biz sokaklarda gösteri yaparken hissettiğim şeyleri hissettiriyor, yaşatıyor’ demeleri benim için mutluluk verici bir durum. Onların duygularının tercümanı olduğuma dair beni mutlu eden bir yorum bu, oyuncularım tarafından söylendiği zaman. Dolayısıyla böyle bir boşluğu da bu filmin doğurması beni mutlu ediyor. Çünkü bu konuyla ilgili daha önce söylenmiş fazla iş, film yoktu. Daha çok göçmenin ayakta kalma meselesi üzerine duruluyordu, göçmenin nasıl Ege Denizi’ni geçeceği, nasıl İstanbul’da kurda kuşa yem olmayacağı türünden filmler yapılıyordu. Bu filmler olumlu filmlerdir, yapılmalarını desteklemek lazım. Ben de o filmlere destek vermek isterim şu ya da bu şekilde. Ama meselenin çok daha önemli bir boyutu var, amiyane bir tabirle ifade edeyim, borudaki deliği görmemiz lazım. O da ne, şu; bu savaş nerden çıktı? Bununla ilgili bizim film izlememiz ve o film üzerine konuşmamız ya da onunla ilgili başka işler yapmamız gerekiyor. Ben bir tanesini yaptım ve işin başlangıcında olayların nasıl seyrettiğine ilişkin bir portre çizmeye gayret ettim. Yaptığım iş açıkçası geriye baktığım zaman beni mutlu ediyor. Görevimi yaptığımı düşünüyorum.
“En azından ruhun lanetlenir”
Hayatta ve ayakta kalmak temel bir mesele. Hayatta kalmaya çalışıyorsun ama ayakta kalmak, savaştan kaçarak ikinci hayatı kurabilmek için de maddi-manevi bir güç de gerekiyor. Sokakta dilenen Suriyelilere dışardan bakınca ahkâm kesmek çok kolay ve acımasızca. Paran yoksa çaresiz de kalabilirsin. Kendi yurdundan sürülen insanlar nasıl hayatta ve ayakta kalacak?
Bunlar çok boyutlu meseleler. Zaten film göçmenin Türkiye’de ne yapacağına ilişkin fazla da bir şey söylemiyor, konusu o değil. Tekrar filme dönerek yanıt vermeye gayret edeceğim. Filmde dikkat ettiğiniz zaman yolculuğa çıktıktan sonra onlara yardım edebilecek olan herkesi senarist öldürüyor. Bunları kurtarabilme ihtimali olan her adam şu ya da bu şekilde ölüyor. Bunlar kalıyorlar ortada ve bunlara yardım edecek olan insanlar bunlardan çok acayip paralar alıyorlar. Türkiye’ye döndükleri zaman ceplerinde çay içecek paraları yok ama hayatta kalmışlar. Türkiye’de bir televizyon kanalıyla konuşuyorlar, bilgilerini satmaya ilişkin bir tartışmalar yapıyorlar, sonucunda ceplerine iki kuruş para giriyor. O iki kuruş parayla da bunlar İstanbul’a gelip iki artı bir dairede kirada yaşayabilecekken bunu yapmıyorlar. Gidiyorlar ilk olarak kendileri gibi düşmüş bir çocuğu kurtarmaya gayret ediyorlar. Aslında diyorum ki yapmam gereken şey şu; her koyun kendi bacağından asılır ya, evet doğru ama sen geride kalan o çocuğu kurtarmazsan, senin hiçbir bağın olmayan ve akraban olmayan o çocuğu kurtarmazsan, küçük çocuğu kurtarmak için hareket etmezsen, sen de lanetlenirsin. En azından ruhun lanetlenir. İşte bu insanlar ceplerine giren üç kuruşu, İsmail’i kurtarmak için harcıyorlar. Bunu yaptıkları zaman aslında ruhlarını kurtarıyorlar. Ruhunu kurtaran bir insan da yolunu bulur.
“Bende mekanlar genellikle bir karaktere bürünürler, neredeyse bir karakterdirler”
O yüzden de bu noktada hepimize ruhumuzu kurtarmak adına aslında çok önemli bir ders veriyorsunuz. Film görsel açıdan çok başarılıydı, hatta sanki Suriye’de çekilmiş gibiydi çok gerçekçiydi, nerelerde çektiniz?
İzleyen herkes ‘Suriye’ye nasıl girdiniz, ne kadar zaman Suriye’de kaldınız?’ diye soruyor. Gaziantep ve Konya’da oldu mekân seçimleri ve çekimler. Çok uzun zaman boyunca mekân aradım. İşin büyük tarafı mekân ve oyuncu seçmekti. Antep’te karar kıldım oraları karış karış gezdim diyebilirim. Bende mekânlar genellikle bir karaktere bürünürler, neredeyse bir karakterdirler. Oyuncu aramak da, mekân aramak da neredeyse bilfiil at başı gitti filmde. Onları savaşa dönüştürmek için çok uğraştık, bu yapım tasarımı ve sanat yönetmenliğinin bir başarısıdır. Seda Saçlı ve Sıla Karaca burada muhteşem bir iş yaptılar. Görüntü yönetmenliğinde Andreas Sinanos ve onun muhteşem görselleri vardı. Filmin montajı da çok zordu ve kurguda Aylin Zoi Tinel harikalar yarattı. Buradan emeği geçen herkese teşekkür etmek isterim.
“Filmografimde hatırlama, geçmişe gitmek, geçmişi kazmak önemlidir”
Hafıza dediğimiz şey insanın hayatında çok önemli hatırladığımız kadar varız. Ama belirli bir süre sonra insanlar acılarını unutarak yok sayıyorlar. Belki dönüştürebilsek daha iyi insan olabileceğiz ve savaşsız, yaşanılır dünya kurabileceğiz. Hatırlama, hafıza sizin dünyanızda ne ifade ediyor?
Filmografimde hatırlama, geçmişe gitmek, geçmişi kazmak önemlidir. Çamur, Kıbrıs’la ilgili filmim orada. 20 sene önce yaptığım o filmde de kazmak, kazdığın zaman ortaya çıkacak olan geçmişe ait anıların senin geleceğini belirlemesi gibi bir örüntü vardır. Burada da aynı örüntü şu ya da bu şekilde devam ediyor. Flashbellek aslında bir suçun, bir ihmalin resminin bulunduğu bir aygıt, küçük bir alet. Bu alet aslında senin hatırlamanı sağlayacak, o hatırlamak aslında senin bundan sonra ne yapacağına ilişkin olarak da belirleyici olacak. O suçla, o kanayan yarayla beraber yaşamayı mı seçeceksin yoksa o kanayan yarayı kabuk bağlatmak için gereken şeyi yapmaya mı çalışacaksın? Kanayan yaraya kabuk bağlaması için ne yapmak lazım? Önce yüzleşmek lazım, sonra eğer istiyorsa ve insan hazırsa buna, affetmeye çalışmak lazım, üstünü örterek olmaz. O flashbellekte olup bitenin ortaya çıkmasında yarar vardır.
“Ben 10 yaşındayken savaşı gördüm”
Savaşı yaşayan biri olarak flashbelleğinizde neler kaldı ve o zamanlar kaç yaşındaydınız?
Ben 10 yaşındayken savaşı gördüm. Onun bendeki izdüşümleri de Çamur, Gölgeler Suretler ve Paralel Yolculuklar olarak ortaya çıktı. Limosa’daydık orada her şeyimizi bıraktık Mağusa’ya göç ettik. Göçmen düştük. Liseyi orada okudum ve üniversiteyi okumak için Türkiye’ye geldim. Çocukluğum ve ilk gençliğimin kapalı kenti Maraş, çürüyen kent hep karşımdaydı.
“‘Flashbellek’ aslında Ukrayna’da olup bitenlere karşı da bir uyarıdır”
Savaşlar maalesef devam ediyor Suriye’yi öylece bıraktık kendi haline ki savaşın izlerini silmek mümkün değil yaşam boyu. Şimdi de Rusya-Ukrayna savaşı yaşanıyor. Nasıl bir dünyanın içindeyiz sözün bittiği yerdeyim.
İşte burada filme, ‘Flasbellek’e baktığınız zaman şu anda Ukrayna’da nelerin olup bitebileceğine ilişkin bir fikir de edinebilirsiniz. Oradan kaçmak durumunda kalan, flashbelleğini alıp kaçmak isteyen insanlar muhtemelen vardır. Hem Ukraynalılar hem Ruslar içerisinde vardır. Dolayısıyla ‘Flashbellek’ aslında Ukrayna’da olup bitenlere karşı da bir uyarıdır. Bu hafta vizyona giren bu filmin izlenmesi faydalı olacak kanaatindeyim.
“Filmden hem sıkılmayacaksın hem de kafanı çalıştıracağın bir mesele bulacaksın”
Filmografinize baktığımız zaman bu filmin yeri ya da duruşu nedir? Savaşların bitmediği bir dönemin içindeyiz dolayısıyla gişede bu nedenle başarı yakalayacağını düşünüyorum filmin.
Bu filmi izlemeye gelsinler çünkü hiç sıkılmayacaklar bunu garanti ediyorum. Sıkılmayacakları gibi, içinde bir şeyleri de bulabilecekler aynı fikirde olacakları ya da olmayacakları bir şeyleri bulabilecekler. Açık söyleyeyim bundan daha büyük zevk yoktur. Hem sıkılmayacakları iki saat vadediyorum, hem de katılırsın ya da katılmazsın kafanı çalıştıracağın bir mesele bulacaksın. Benim filmografim çok çeşitli boyutlara sahip. Bir tanıklık etme boyutu da var benim filmografimin, şöyle söyleyeyim size. Susurluk ile ilgili yapılmış tek filmin yönetmeni benim. Kıbrıs’la ilgili yapılmış 4 tane film varsa 3 tanesi bana aittir ve Suriye ile ilgili Suriye’de savaşın kendisinin doğuşuyla ilgili yapılmış bir tane film varsa o da yine bana aittir. Bu çağa tanıklık etmek bağlamında yelpazenin geniş olmasını sağlıyor, bu özelliğimden dolayı da mutluyum filmografimden.
“Budalaca, sahte umut insana büyük tuzaklar kurar”
Umudu da bırakmamışsınız filmde. Umuda doğru yolculuk yapmak, insani özelliklerimizi hatırlamak ve savaşı unutmamak için izlenmesi gerekir.
Umut ve umutsuzluk beraber var. Çok budalaca bir umut yok. Budalaca umut, insana tuzak kurar. Sahte umut, insana çok daha büyük tuzaklar kurar. Zannedersin ki işler yoluna giriyor. Yok öyle bir şey aslında. Gelir, daha büyük böyle umutla insanı nakavt eder gelmekte olan. Bunun farkında olarak öyle aptalca naifçe umutla değil ama ayakları yere basan umutla bitirmeye de gayret ettim filmi. Aksi takdirde dürüst olmayacaktı.