Seyit Tosun
DİVAN-I MÜŞRİF’TEN DİVAN-I MÜSRİF’E; DİVAN-ÜL İŞRAF’TAN DİVAN-ÜL İSRAF’A GİDEN YOL!
Atatürk’ün “Bak bu işler 10 Lirayla başlar bir bakarsın halkın kaynakları gidiyor” öngörüsü haklı çıkıyor ve 1936’da 22 Milyon lira fazla veren bütçeden 84 yıl sonra 132 Milyar lira açıkla karşı karşıya kalmış bir bütçeyi izliyoruz/yaşıyoruz. Denetçi olan “Müşrifler”, “Müsrifler”i bulsa dahi “İşraf’lar” “İsraflar”ın hesabını sormuyor/soramıyor.
90 yıl önce…
Cumhurbaşkanlığı harcamalarını inceliyordu. Bütçesinde 10 liralık bir kayıp vardı. Evet, bildiğiniz 10 lira. Önce Genel Sekreter uyandırıldı, sonra diğer çalışanlar. O gece Köşk’teki herkesi ayağa kaldırdı. Muhasebe defterleri, alım belgeleri, makbuzlar derken bir türlü açıkta kalan 10 lira belgelenemiyordu. Cumhurbaşkanlığına giren paradan 10 lira yoktu ve bu para mutlaka bulunmalıydı. Herkes koca Cumhurbaşkanı’nın neden bir anda sinirlendiğini ve bu kadarcık bir paranın niçin peşine düştüğünü anlamıyor ama bir yandan da biraz ürkerek olanları izliyordu. Hatta bazıları içinden “Koca Gazi, sen git Kurtuluş Savaşı ver, devlet kur, Cumhurbaşkanı ol ama 10 lira açığı ara!” diye anlamsız gözlerle yaşananları izliyordu. Sinirlenmişti, bir o yana bir bu yana yürümeye başladı. “Bu 10 liralık gider nereye harcandı neden defterlerde yok?” diye bağırdı. Bulunmazsa Maliye Bakanı’nın çağrılmasını emretti. Bulunana kadar uyumayacak, kimseyi de uyutmayacaktı. Herkes kayıp 10 liranın nereye harcandığını arıyordu. Sonunda 10 liralık harcama muhasebe defterlerinin içinde bulundu. Defterlere işlenmediği ortaya çıkmıştı.
Çok rahatlamıştı, keyif sigarası yaktı. Sordular; “Efendim, neden 10 lira için bu kadar sinirlendiniz? Çok önemli değildir, hallolurdu?”
“Yok çocuk yok…Bu işler 10 lira ile başlar. Sonra bir bakarsın halkın bütün varlığı gidiyor…”
Atatürk döneminde, yani 1923 ve 1938 yılları arasında Türkiye, SSCB’nin ardından yüzde 8,2 ile büyüme hızında Dünya ikincisi olmuştu.
90 yıl sonra…
Geçtiğimiz Cuma 2021 bütçesi TBMM’de kabul edildi.
Bütçe maratonunu izlerken çocukken okuduğum bu hatıra aklıma gelip durdu.
İçinde bulunduğumuz 2020 yılında bütçe 11 ayda 132,1 milyar lira açık verdi. Örtülü ödenekten Ekim ayında 20 milyon harcanırken Kasım ayında bu rakam 279 milyona çıktı. Nerede belli değil. 2021 yılı bütçesinde, iç ve dış borç faizine 179,5 milyar TL ödenecek. 2020 yılında iç ve dış borç faizi olarak tam 138,9 milyar TL ödendi.
Bin yıl öncenin müşrifleri, bugünün müsrifleri
Büyük Selçuklu döneminde maliye işlerini, Divan-ül İşraf adlı bir teşkilat yürütüyordu. Burada görev yapan memurlara da “müşrif” deniliyordu. Müşrif, maliye vekili ve benzeri devlet yetkililerinin yaptıkları icra işlerini, vergilerin toplanmasından sonra onların kanunlara uygun olup olmadığını ve toplanan vergilerin yerine harcanıp harcanmamasını kontrol ediyordu. Selçuklular’da sistem her ne kadar monarşi de olsa sultana gelen hediyeler “Bu devirde kimse sultan değil hükümdar değil bezirgân değil. Bu kadar güvenme kendine kimse şah değil padişah değil!” şarkısı eşliğinde denetlenebiliyordu!
Oysa aradan geçen 10 asır, evet tam bin yıl sonra 2010 yılında Sayıştay Kanunu’nda yapılan değişikle birlikte kurumun varlık nedeninin içi boşaltılmış ve üye seçimi değiştirilmiş, liyakat ve yeterlilik aranmaz hale getirilerek, bazı kamu kurumları denetim dışında tutulmaya başlanmıştı.
Sonraki yıllarda Devletin çeşitli kurumlara ait harcamalarında usulsüzlük, yolsuzluk, aykırılık iddialarını içeren yüzlerce rapor bekletildi. Yasanın emretmesine rağmen, bunların hiçbiri Meclis’e gönderilmedi. Yolsuzlukla suçlananlara hesap sorulamadı.
“Başbaki Kulluğu” nasıl “Koca Nazır”ları hizaya çekmişti?
Osmanlı, Selçuklu’dan kalan Divan-ı İşraf makamını, Başbaki Kulluğu kurarak devam ettirmiştir. Bununla ilgili enteresan bir olay Midilli Nazırı Osman Ağa’nın zimmetinde 2000 kuruş kalması hadisesidir ki Başbaki Kulu tarafından “koca nazır” ev hapsine alınmış ve devletin parası kendisinden tahsil edilene kadar da bu hapis devam ettirilmiştir.
Sayıştay Kanunu’na göre denetim TBMM adına yapılıyor. Oysa Sayıştay birçok kurumu ve bütçeyi denetleyemediği gibi; denetlediklerinin bir kısmını Meclise de gönderemiyor. Gönderdikleri, “kamuyu zarara soktu” dediği kişiler salt rahatlıkla konuşmaya devam etmiyor; bir de bu soygunu soranları suçluyor (bkz. Melih Gökçek – 750 Milyon Dolar Ankapark ve Bilumum dinozor, robot heykeli zararları)
Ve Atatürk’ün “Bak bu işler 10 Lirayla başlar bir bakarsın halkın kaynakları gidiyor” öngörüsü haklı çıkıyor ve 1936’da 22 Milyon lira fazla veren bütçeden 84 yıl sonra 132 Milyar lira açıkla karşı karşıya bir bütçeyi izliyoruz, yaşıyoruz.
Denetçi olan ‘Müşrifler’ ‘Müsrifleri’ bulsa dahi ‘İşraf’lar’ ‘İsrafların’ hesabını sormuyor/soramıyor.
Demokrasi tarihi, hesap verme tarihidir
Oysa dünya parlamento ve demokrasi tarihi aynı zamanda toplanan vergilerin hesabının verilmesi tarihiydi…
Magna Carta’da vergilerin hesabının verileceğini kralın bile kabul ettiği tarihten 800 sene sonra, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “64 Milyar dolar olan deprem vergisi nerede?” diye sorarken; cevap vermesi Anayasa ve demokrasi geleneği açısından zorunluluk olan iktidarın tamamı, “Biz hesap vermeyiz” diyor.
Halbuki aynı iktidarın şu anki Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş 2011 yılında ibretlik mahiyette, nerelerden nerelere tornistan yaptığını belgeleyecek şekilde bakın neler söylüyordu; "Türkiye ekonomisinin en büyük kara deliklerinden bir tanesi dolaylı vergilerin çokluğudur. Vergilerimizin yaklaşık yüzde 70'i dolaylı vergilerdir. ÖTV'si, KDV'siyle. Herhangi bir gelirden, herhangi bir kazançtan değil de herhangi bir tüketimden alınan vergilerdir, bunlar dolaylı vergiler diyoruz. Bir ülkede dolaylı vergiler ne kadar yüksekse, o ülkede gelir dağılımı adaletsizliği de o kadar yüksek olur. Bu da bir kuraldır. Dolaylı vergiler, bizim tabirimizle namert vergileridir. Kazanandan değil, tüketenden alındığı için. Vergi hukukunda bir kural vardır, herhangi bir vergiyi hangi amaçla alıyorsanız, o amaçla kullanırsınız. Herhangi bir fonu ne amaçla topluyorsanız o amaçla kullanırsınız. Aksi amaç dışı kullanımı suçtur. Yani bu milletten deprem için vergi alıyorsun, yol yapıyorsun. Peki, yol için topladığın paralar nerede? Niçin bunun için yeterli kaynağın yok? Bu sorunun cevabını da millete ver!.."
Az kazanıyorsan çok vereceksin, bizde böyle Canım Kardeşim!
Bugün ayda brüt 6.000 TL maaş ile çalışan bir vatandaş gelirinin yarısından fazlasını yani yaklaşık yüzde 56'sını doğrudan ve dolaylı vergi olarak ödüyor.
Avrupa'da yüzde 27 olan dolaylı vergi oranı Türkiye'de yüzde 70’leri geçmiş durumda. Dolaylı vergiyi daha çok yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşayanlar ödüyor. Avrupa’da doğrudan verginin yüksek oranda olmasının nedeni vergi toplamayı gelir adaletine göre yapmaları. Yani çok kazandıysan çok vergi ver. Az kazandıysan az ver hatta verme. Böylece gelir dağılımında bir nebze de olsa bir adalet yakalama çabası içerisindeler.
Türkiye’de ise durum tam tersi. En büyük şirketlerin, kamu ihalesi alanların vergi borçları silinirken, yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşayanlar vergi ödemeye devam ediyor. Yetmiyor; geçiş garantileri yüzünden, üzerine bir de hayatında geçmeyeceği köprüye de para ödüyor…
Denetim sadece kamu kurumları ve hukuk yoluyla değil aynı zamanda ‘politik özdenetim’le de yapılmalıdır. Bu politik özdenetim yoksa 700 bin liralık kol saatini hediye alarak takan Bakan hiçbir şey olmamış gibi saati soranlara o an saat kaçsa onu söyleyerek yanıt verir ve istifa etmez. Eğer politik öz denetim olsaydı aynı bakan, İtalya’da tam da aynı yıllarda oğluna 10 bin liralık saat hediye edildiği için istifa etmek zorunda kalan Bakan Maurizio Lupi gibi görevi bırakmak zorunda kalırdı.
Yurttaş olmak mı kapıkulu olmak mı? Mesele bu!..
Dünya’da yönetim süreçlerini ve harcamalarını kamuya daha fazla açan yeni “Z kuşağı” iktidar anlayışlarının seçimleri kazanmaya başladığı bir dönemde bu kapalılık ve hesap vermeme durumu ülkeyi de dünyaya kapatıyor. Ülke kapandıkça siyasal sınırlar daralıyor. Elbette bu ‘tedavülden kalkmasına’ az bir zaman kalmış politik söylemlerin sonunun gelmesini engellemeyecek.
Denetlenemeyen bir alanda ‘siyaset’ konuştuğunu zannetmek; son kullanma tarihi geçmiş klişelerle devamlılık sağlamayı istemektir ki bu imkansızdır.
Bir karar vermemiz gerekiyor; bu ülkenin özgür, hesap sorabilen, eşit yaşayan yurttaşları mı olacağız; yoksa kapıkulları mı?!.. İşte vereceğimiz karar artık budur. Bu karar sadece bizlerin ülkedeki konumumuzu değil; Türkiye’nin de dünyadaki yerini belirleyecek olan karardır.
Divan-ı Müşrif’ten Divan-ı Müsrif’e; Divan-ül İşraf’tan Divan-ül İsraf’a giden yol, “Hz. Ömer şahsi işlerinde kendi mumunu, devlet işlerinde devlet mumunu yakardı” diye yola çıkan siyasal İslamcıların; “Yolsuzluk, hırsızlık değildir” diyen Hayrettin Karaman çizgisine gelişlerinin hikayesidir.