Süreyya Su
Cennet bastırılmış arzuların dışavurum evrenidir
Dindar veya ahlakçı ebeveynler için en önemli şey çocuklarının onlara itaat etmesidir. Bu itaat çocuklar için en büyük haz kaynağına dönüştürülmüştür. Bir çocuk din ve ahlak aracılığıyla Tanrı’yı, babayı ve anneyi sorgulamamaya ikna edilir. Bunun karşılığında ödül olarak cennet vaat edilir. Cennet, itaatkar öznenin bastırdığı doğal cinsel duyguların sapkın arzular olarak tecessüm ettiği imgesel bir evrendir. Bu dünyada yasak olan erotik sahnelerin yerini öte dünyada pornografik sahneler alır.
Aşk, bir ilham gibi gelir. Bazen tam beklemekten bıkıp vazgeçtiğimiz bir anda, ya sönmüş bir ateşi yeniden alevlendirecek ya da bir ruh yangınını söndürecek yumuşak bir nefes gibi kalbi okşayan bir sözle başlar.
Aşık olunca insan şairane yurt tutar dünyada.
Tensel uyum aşk ilişkisinde tam bir ruhsal uyuma ulaşmak için gereklidir. Ama tek başına tensel uyum mükemmel bir aşk ilişkisi için yeterli değildir. Tensel uyum sadece mükemmel cinsel ilişkiyi temin edebilir. Mükemmel bir aşk ilişkisi için tinsel uyum da olmalıdır.
Aşk, eğer sevgilimizi onsuz yapamadığımız birisi olarak görüyorsak, sevgilimiz için hapishane, kendimiz için ise tımarhane olur. Aşk eksiklik üzerine değil, zenginlik üzerine kurulmalıdır. Aşk, sevgilimizle hayatımız daha mutlu, daha güzel, daha anlamlıysa ruhun kaşanesidir.
Aşk, toplumu olumlayan ve nesli devam ettiren bir aile kurmanın aracına dönüşürse can sıkıcı olmaya başlar. Aşk, yaşlanınca yalnız kalmamak ve çocuk yapmak için kurulan bir ortaklığın sermayesi değildir. Aile ve çocuk aşkın ereği değildir, ama aşksız evlilik bir günahtır.
Aşkı bulduğunda
kendini kaybeder insan
İnsan, aşkı bulduğunda kendini kaybeder. Aşk bir vecd ya da ekstaz halidir. Vecd, hem bulmak anlamına gelir hem kendinden geçmek; ekstaz da kendinden geçmek, kendinden dışarı çıkmak anlamına gelir. Vücut da aynı kelime kökünden gelir. Mistik anlamda aşık, sevgilisini görünce coşarak kendinden geçer. Zevkten sarhoş olan aşık dans ederek ve şiirler okuyarak gösteriyle ve sözle aşkını ve güzeli vücuda getirir. Nitekim size kendinizi kaybettirmeyen aşk, gerçek aşk değildir. Ama kendinizi başkasında buldurmayan aşk da gerçek aşk değildir.
Şunu karıştırmamalıyız: Kendini kaybetmek ya da kendinden geçmek, kendinden vazgeçmek değildir. İnsanın asıl amacı kendisidir. Bazı insanlar aşk uğruna kendilerinden vaz geçerler. Ama bu aşklar içgüdüsel aşklardır; haz bağımlılığı aşığı kötülüğe teşvik eder.
Bilinçli aşklar ise kendini arayışın bir sonucudur. Böyle aşklar iki biçimde vücut bulur. Birinde insan başkasında kendini bulur ve tamamlar. Diğerinde insan başkasının aracılığıyla kendindeki başkasını keşfeder ve böylece kendini çoğaltır. Her biçimde aşk insanın başkasıyla ilişkisi değil, kendiyle ilişkisidir; kendini oluşturmasıdır.
Aşk ve arzu
Aşk ve sadakat zorunlu olarak birbirlerini gerektirirler. Acaba öyle mi? Gerçekten aşıkken insanlar sevgililerine sadıktır. Ama bu kendini sevgiliye adamaktan mı yoksa aşık insanın vecde gelmesinden sarhoş gibi dalgın olup etrafındakileri görmemesinden midir? Aşk isyankardır, aşık biri sevgilisine bile itaat etmez. Sadakat denen şey aslında aşığın sevgilisine arzusunun yoğunluğudur ve bu yoğunluk aşığın başkalarını görmesine engel olan bir perdedir.
Her aşk son aşk olmak ister ve arzuyla çatışır. Arzu aşktan güçlüdür; çünkü aşk sonlu arzu sonsuzdur. Arzu sürekli yeniyi arar, ama aşkın kendini yeniden yaratma gücü vardır. Arzu sonsuz, aşk dirençlidir.
Bugün genellikle aşk ve arzu birbirine karıştırılıyor. Aşk çoktan öldü aslında; Tanrı öldükten sonra, aşk da fazla yaşamadı. Zaten Tanrının yasını tutmak yalnızca aşka düştü. Acısına katlanamadığından belki intihar etmiştir. Sonuçta aşk en saf ve yüce halini ilahi aşkta bulmuştu.
Dindar insanın cinselliği
Gerçek aşk beşeri aşktır. Ruh ve bedeni birleştiren asil bir duygudur. Eğer aşkta bu iki öğe birbirinden ayrılırsa asalet kaybolur. Aşk tamamen ruhsal bir duygu olarak yaşanırsa ruhbanlaşır. O zaman cinsellik aşkı kirleten büyük bir günah olarak görülür. Özellikle bazı erkekler aşık oldukları kadınlara cinsel arzu duymazlar. Çünkü onlara göre şehvet hayvani bir duygudur ve bir melek gibi görülen sevgiliye böyle bir gözle bakılamaz. Ya da cinsellik ancak bir köleye uygulanacak şiddet biçimidir. Dolayısıyla bu kişiler aslında sapkındır; aşkı idealize ederek cinsel arzularından duydukları utancı bastırırlar.
Lacancı bir yaklaşımla, dindar ve ahlakçı insanın cinselliği özünde sapkındır denebilir. Zira hem bedenlerin yalın ve karşılıklı olarak hem de arzuyla karşılaşmasına engel olan bir şey vardır. Bedenler şehvetle karşılaşabilir ama arzu şehvetten farklıdır.
Lacan Küçük Hans’tan söz ederken, Hans’ın annesi daha dindar ve Katolik olmuş olsaydı Hans’ın daha sapkın hale geleceğini söyler. Çünkü Lacan’a göre sapkınlıklara neden olan bütün sorunlar anneyle çocuk arasındaki sevgiye ilişkin bağımlılıktan kaynaklanır.
Dindar bir kadın melankolik bir kadındır. Melankolik kadın, arzusu olmayan kadındır. Melankolik bir anne çocuğun cinsel gelişiminde engel olabilir. Dindar bir anne oğlunu bir melek gibi korumak ister; oğlunun cinsel isteklerini günah olarak gördüğünden başka kadınları ondan uzak tutmaya çalışır. Oğluna da başka kadınlara ilgi duymak anneye ihanet etmek gibi gelir. Cinsel istek anneyle oğlu arasındaki aşkı bozacak kötü bir duygudur. Annenin erkek çocuğunu fallusa sahip olarak görmek istememesi, kendindeki eksiği oğluyla tamamlamaya çalışmaması, sapkınlığa yol açar.
Freud ve Lacan’a göre sapkınlığın ifadesi fetişizmdir. Fetişizm kadındaki fallus eksikliğinin bir ikamesidir. Ayrıca anne kendini oğluna adayan bir feragatin kadınıdır. Anne, jouissance’tan, zevkten feragat eden kadındır. Diğer taraftan oğlu da anne için jouissance’dan, yani zevkten vaz geçmiştir. Jouissance boşluğunu ikame etmenin iki yolu vardır; ya ölüm ya da mastürbasyon. Sapkın, cinsel isteklerini bastırmak için mistik çile yöntemleriyle bedenini ölüme yakın bir duruma zorlayabilir. Veya başkasının bedenine ait nesnelerle (saç, dudak, el, bilek, giysiler vs.) fetişist ilişki kurarak mastürbatif erotizm biçimlerine yönelir.
Cennet ve balayı
Lacan’a göre, “Sapkın, inancın savunucusudur.” İnancın savunucusu olmak sorgusuz sualsiz itaat etmektir. Nitekim dindar veya ahlakçı ebeveynler için en önemli şey çocuklarının onlara itaat etmesidir. Bu itaat çocuklar için en büyük haz kaynağına dönüştürülmüştür. Bir çocuk din ve ahlak aracılığıyla Tanrı’yı, babayı ve anneyi sorgulamamaya ikna edilir. Bunun karşılığında ödül olarak cennet vaat edilir. Cennet, itaatkar öznenin bastırdığı doğal cinsel duyguların sapkın arzular olarak tecessüm ettiği imgesel bir evrendir. Bu dünyada yasak olan erotik sahnelerin yerini öte dünyada pornografik sahneler alır. Jouissance’ın yerini doyumsuzluk almıştır.
Aşk ve cinselliği birbirinden ayırmak, aşkı çileci bir hayat tarzına tabi kılarak terbiye etmeyi, cinselliği de gündelik hayatın dışında gözlerden uzak işlenen bir günah olarak saklamayı sağlar. Evlenen çiftlerin balayı seyahatine çıkması Batıda böyle bir amaçla icat edilmiş gelenektir. Hıristiyan Batıda cinsellik bir kriz durumu olarak görülmüştür. Bu krizden çıkmak 60’lı yıllardan itibaren mümkün olmuştur. Balayı geleneği bir kriz durumu olarak cinselliğe toplumsal mekanın dışında ayrıcalıklı ve yasak yerlerin, aslında bir yer olmayan yerlerin ayrılmasıyla icat edilmiştir. Oteller ve moteller böyle yer olmayan yerlerdir. Antropolog Marc Augé “yok-yer” (non-lieu) diyor buralara. Bir günah olan haz için cinsellik ve genç kızın bekaretini kaybetmesi tren, otel ve tatil köyü gibi yok-yerlerde olabiliyordu. Sonra yaşanan günah arkada bırakılarak çileci ahlaka göre düzenlenmiş burjuva hayatına dönülüyor ve çiftler ayrı yataklarda yatıyorlardı. Artık cinsellik sadece üreme amaçlı bir işlem olabiliyordu. Batılıların trajik çağında aşk ve cinsellik çelişkiliydi. Kant ve Sade’ın aynı yüzyılda yaşaması manidardır.