Boray Acar
Yine ölüm, yine karanlık..
Bazı şeyleri yaşandığı günlerde dile getirmek ve hesap soran tarafta olmak cesaret ister. Bilhassa da bahse konu olan şey bir siyasi cinayet ise… Bir türlü sonuçlanmayan ve sonunda zaman aşımı gibi gerekçelerle karanlığa gömülen hadiselerin uyduruk gerekçeleri, uyduruk tanıkları, uyduruk failleri sürülür ortaya. Kimse inanmaz ama kimse de sesini çıkarmaz. Suskunluk da bir zaman aşımına tabidir. Neredeyse bir nesil geçtikten, acılar hafifledikten, çocuklar büyüdükten sonra gırtlağına kadar pisliğe batmış bir kuyunun dibinde gerçekler aranıyormuş gibi yapılır. Bu durum; gazetecisinden siyasetçisine, bürokratından sivil toplum yapılanmalarına kadar koca bir toplumun temsil iradesinin korkaklığı, aczi ve öğrenilmiş çaresizliğidir.
Faili meçhul bir siyasi cinayete kurban verdiğimiz Uğur Mumcu’yu andığımız şu günlerde acısı taze, arkası karanlık yeni bir suikast vakıası ile karşı karşıyayız. Yine ülkenin başkentinde, Ankara’da, Sinan Ateş isminde bir insan öldürüldü. Evlatları yetim kaldı. İdeolojik olarak hiçbir şekilde yan yana gelemeyecek olmamız, Sinan Ateş olayı karşısındaki suskunluğu, tepkisizliği ve dahası edepsizliği eleştirmemize, hem siyasi hem de insani hassasiyetlerle konunun takipçisi olmamıza mani değil. Böyle yangınların ateşi, ideolojik aidiyetleri eritir. Tüm bedenler aynı karanlığa gömülüdür artık. Tüm çelişkiler, ayrılıklar ve ihtilaflar burada son bulur. Çünkü hiçbir fikirsel ayrılık şiddetle ıslah edilmeyi, kanla cezalandırılmayı hak etmez.
Olayın gerçekleştiği gün itibariyle maktul ile partisi MHP arasındaki çelişki kamuoyuna yansıdı. Gerek parti yöneticilerinin gerekse ailenin açıklamaları da bu çelişkinin kanıtı niteliğinde… Olaya ismi karışmış siyasilerin hâlen daha meclis koridorlarında gezebiliyor olmaları, olayın üstüne gitmesi beklenen iradenin tutsak olduğu izlenimini veriyor olması açısından kaygı vericidir. Hâliyle, parti yöneticilerinin ne söyleyeceklerine odaklandık. Bir özeleştiri yapmayacaklarını, iç hesaplaşmaya girmeyeceklerini biliyoruz lâkin yalandan da olsa kınayacaklarını, usulen de olsa başsağlığı mesajları vereceklerini düşündük. Bunun bile çok görülmesi; siyasi nezaketten eser kalmadığının, güçten gelen korkusuzluğun pervasızlığa tahvil olduğunun göstergesi…
Kürsüye gelen ve “Aziz milletime her şeyi birer birer anlatacağım…” diyen Devlet Bahçeli’nin hiçbir şey anlatmadığı, her zaman olduğu gibi telaffuzda zorlandığı ve hamasetle süslemeye çalıştığı konuşmasını başından sonuna kadar dinledik. Başsağlığı dilemedi. Kendinde olan, yeri geldiğinde anlatacağı sırlardan bahsetti. Karşısında oturan ve manaya değil vurguya bağlı olarak alkışlamaya -bazen de ayakta alkışlamaya- motive kitle dâhil olmak üzere kimsenin tatmin olduğunu sanmıyorum. “Hiçbir dava arkadaşımı vermem, surda delik açtırmam, adayımız nettir… Acaba yutar mıyız diye hesap yapanlara sesleniyorum; deneyin de görün Hanya’yı Konya’yı… Cumhur İttifakı haram otobanı olmuş boğazınızda lokma lokma kalacaktır. MHP aklınızı alacak, şer odaklarını şaşkına çevirecektir. Davamız dualıdır… (Alkışlar…)” Keşke şaka olsaydı ama değil…
Bir partinin Türk veya Kürt milliyetçiliği ekseninde siyaset yapması veya bunu ismi ile de tescillemiş olması mensuplarını ve seçmenini bağlar, bizi değil… Bu nasıl eleştirilecek bir şey değilse, bir suçun gerekçelendirilmesi ve örtülmesi için de kullanılamaz. Zaten; vatan, millet, beka edebiyatından ve hamasetten kusma noktasına geldiğimiz bir süreçte çekilir bir şey hiç değil… Türkiye’de altı milyon insanın iradesi olan parti camiasını “kâmilen itlaf edilmesi gereken haşere sürüsü” olarak gören genel başkan yardımcılarına rağmen, felsefesi “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmek” olan İslam dinini bu işlere alet etmek de ayrıca istismardır.
Yeri geldiğinde istihbarat ağının gücüyle övünen ve bu iddiasının reklamını “ayakkabı numaralarına kadar bilmek”le yapan irade, bu gücünü göstermekle yükümlüdür. Siyasi hesaplar ve oy muhasebesi gibi saiklerle sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. Toplumsal hafızanın zayıflığına güvenerek tozlanmaya bırakmak şiddeti teşvik eder, şer odaklarını cesaretlendirir. Kokusu meclis koridorlarından, yankısı grup toplantılarından gelen böylesi bir hadiseyi “iki torbacı”ya indirgemek ise daha büyük gaflettir. Meselenin hafifletilmesini ve örtbas edilmesini kolaylaştırmaktır. Muhalif seçmenin hassasiyetlerine göre siyaset yapmak noktasındaki samimiyet; artık olmayan başörtüsü meselesini kaşımakla değil, Sinan Ateş olayının üstüne gidilmesi için sesini yükseltmekle gösterilir.
Sonuç olarak herkes sorumluluğunun gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Keşke herkes Devlet Bahçeli’nin cinayetle ilgili soru sormaya çalışırken “İşine bak” diyerek azarladığı, milletvekillerinin de tartakladığı gazeteci arkadaşımız kadar sorumluluk bilinci ve cesaret gösterebilse…