Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“SANAT ESERİ YALNIZLIKTAN GEÇER”

Sanatçı Osman Dinç’in heykel sergisi ‘Gözlemevi’ Baksı Müzesi’nde 22 Haziran’da açıldı ve bu açılışa bir grup gazeteci davet edildik. Çoruh Vadisi’ne bakan bir tepe üzerinde müzeyi ve o görkemli coğrafyayı gördüğüm anda büyülendim. Issızlığın ortasında, doğanın kucağında hikâyelerin eşlik ettiği ve sanat eserine dönüştüğü bir yere gittim her yere uzak ama kalbe yakın… Doğanın içinde kendimi yeniden inşa ederek ruhsal bir sanat yolculuğuna çıktım. Orada bir köy var uzakta o benim köyüm diyerek aslında kendisi müzelik olan coğrafyaya bir müze kurarak bir ilke imza atan Prof. Dr. Hüsamettin Koçan “insan sanatla hayatı kutlar” diyerek Baksı Müzesi’nde birbirinden değerli sanatçıları sanatseverlerle buluşturuyor. Paris’te yaşayan değerli sanatçımız Osman Dinç’in ’Gözlemevi’ sergisini, sanatçının kendisiyle birlikte gezerek sizler için bir röportaj gerçekleştirdim. Osman Dinç’in sergisi Bayburt’un Bayraktar Köyü Baksı Müzesi’nde Aralık ayına kadar gezilebilir. Hayatı sanatla kutlayacağımız aydınlık günler dileriz.


Baksı Müzesi’nde sergi açmanın duygusunu ve heyecanını sormak istiyorum. Sizin için bu serginin önemi nedir?
Biraz tesadüf oldu diyebilirim. Baksı Müzesi’ne Avrupa’dan ödül aldığı yıl bütün sanatçılar hep birlikte gelmiştik. Üç yıl önce Contemporary İstanbul’da dolaşırken Hüsamettin Koçan’ın eserlerini ziyaret ettiğim sırada “Osman bize sergi açar mısın” dedi. Çok duygulandım, “Elbette açarım” dedim. Dünyanın birçok yerinde sergi yaptığımız için biliyorum burası çok özel bir yer. Bilhassa sanatçının kendisi tarafından yapılan böyle bir yer dünyada yok. Her sanatçı doğduğu topraklara geri dönmek ister özellikle böyle bir geri dönüş çok anlamlı. Sanatçı doğduğu toplumu değiştirmek ve dönüştürmek ister, çaba gösterir. En azından böyle bir ideali vardır, rüyasına yatar. Hüsamettin Koçan’ın yarattığı bu dünyaya katkıda bulunmak istedim ve bir sanatçı için bundan daha güzel bir şey olamaz. Benim eserlerim aslında buradaki dünyanın kuruluşuna çok uygun çünkü ben doğadan besleniyorum. Doğada olan tohumların birer soyutlaması yaptıklarım, zaten sanatçı doğada olmayan hiçbir formu yaratamaz. Biz zaten doğanın kendisiyiz. Buraya gelmekle, burada sergi açmakla kendime dönmüş oldum. Yaratma süreçlerimi düşündüm ve burada çocukluğuma döndüm. Yaratma süreci bende çocukluktan başlıyor ama ilk zamanları öyle olduğunu bilmiyordum.


“O zamanlar bilmiyordum, çok küçüktüm”

Kaç yaşında başladı yaratma süreci, çocukken sanatçı olmanın hayalini kurar mıydınız?
O zamanlar bilmiyordum, çok küçüktüm. Ama sürekli elimde malzeme bir şeyler yapıyordum. Benim küçük bir bahçem vardı, orası benim dünyamdı adeta. Erik, kayısı falan dikerdim. Ellerim küçük olduğu için ağaç aşılamayı çok iyi yapardım. Çocukken bir Atatürk büstü gördüm, ben de yapmak istedim. Bir taş buldum, taşa şekil vererek kendimce Atatürk büstü yaptım ve bahçeye koydum. Babam “Eve put mu koyuyorsun” diyerek attı. Yaptığım ilk büstüm kırıldı ve henüz sekiz yaşındaydım.


“Sanki Müslüman mahallesinde salyangoz nasıl pişiriliri öğretiyordum”

Babadan sert bir tepki gördükten sonra bir çocuk olarak öyle şeyler yapmaktan vazgeçmediniz mi?
İçgüdüsel olarak sanatta psikanaliz açısından bakıldığında babaya isyan ve anneye yaranma dönemine girdim diyebilirim. Bu tepki beni daha çok tetikledi. İlk 10 yıl resim yaparak geçindim, çok sayıda resimlerim var. Fransa’dan döndüğüm zaman Bursa Eğitim Enstitüsü’nde hocalık yapmaya başladım. Fakat orada faşistlerin ocağına düştüm o kadar zordu ki. Sanki “Müslüman mahallesinde salyangoz nasıl pişirilir”i öğretiyordum. Bir taraftan Van Gogh, Michelangelo’dan bahsederken “Ne bahsediyorsunuz bu gavurlardan” tepkileriyle bir ortamda kaldım. Sonra resimlerimi bıraktım sonra da Türkiye’yi bıraktım gittim buralardan. 77 yılında Fransa’ya giderek 8 yıl hiç gelmedim. Ben gittikten sonra babam tablolarımı direklere asmış, onlardan pano yapmış. Buğday ambarımızı resimlerimle süslemiş. Benim geldiğim ortamdaki sanata tavır bu. Zamanla babam benimle iftihar etmeye başladı ama en çok öğretmen olduğum zamanlarda gurur duydu çünkü meslek olarak onu kabul ediyordu. Annem çok güzel işler yapardı, hiç birbirine benzemeyen terlikler örerdi. Annemin tarafı demirciydi, o yüzden el becerisine yatkınlığımız vardı. Benim de demiri işlemeye yatkınlığım bu yüzden olsa gerek. Annemin zihni açıktı, dayım köy enstitüsü mezunu. Beni aslında okuyarak köyden çıkartan durum dayımın imajıdır. Dayım her yaz bize gelirdi, ondan çok şey öğrendim. Dayım sayesinde kabuğumdan çıkmak ve bir şeyler yapmak istedim. Bizimkiler çiftçiydi, babam istiyor ki çiftçiliğe devam edeyim. Zaten çocukluktan beri çalışıyorum “Baba ben okuyacağım” dedim. Hatta beni okutmaları için çocukken açlık grevi yaptım.


“İçimde büyük bir açlık vardı”

Okuyarak, çiftçi olmaktan mı kaçtınız yoksa daha büyük hayaller kuruyor muydunuz?
Ben çocukken sürekli çizimler yapardım. Ama hiçbir zaman renkli kalemlerim olmadı keşke birileri alsaydı ve renkli kalemlerle çizimler yapsaydım. Taşlarla figürler yapardım, hocam çok beğenir sınıfa asardı. Mesela dedemin Kuran-ı Kerim’i vardı sayfalarını çevirirdim, oradaki süslemeleri yapardım. İçimde büyük bir açlık vardı. Okuma ve öğrenme isteğime kayıtsız kalamadılar. Aileler birleşti, 4 aile Denizli’den ev tutuldu. Okumak isteyen 4 çocuğa her ay bir anne gelip bakıyordu. O zaman bir kırtasiyeciden hesap açtırdılar. İlk aldığım şeyler suluboyalar ve renkli kalemler oldu.

Çok çekingendim şimdi düşününce bile hayret ediyorum ama her yaptığım şeyi okulun duvarına asardım. Sınıfta meşhur olmuştum özellikle tarih hocam yaptığımı değerlendirir, öyle derse başlardı. Böylece ben olmak istediğim yola daldım diyebilirim.


“Geleceğin güzel olacağına inanılan yıllardı”

Artık hayalini kurmaya başladınız yani. Aslında bu noktada size bakan ve yüreklendiren anneler olmuş.
Bu kadarını hayal etmiş miydim, his olarak evet. Düşünün köyde Ankara Gazi’de yüksekokul okumaya gitmiş tek çocuğum. O zaman hocalarımız çok iyiydi, üstelik geleceğin güzel olacağına inanılan yıllardı. Nasıl buralara geldiğime düşününce şimdi ben bile şaşırıyorum.

“Her gördüğüm ve yaşadığım şeyden etkileniyorum aslında”

Çocukluk sizi besleyen bir dönem olmuş, eserlerinize yansıması nasıl oldu, bu serideki eserlerde neler görüyoruz?
Elbette çok izler taşıyor. Her gördüğüm ve yaşadığım şeyden etkileniyorum aslında. Burada gördüğünüz soyutlanmış doğa benim ve kendi hikâyelerimi anlatıyorum. Benim eserlerim kendi hikâyelerini anlatan figüratif şeyler. Bir şey yapıyorsun o kenarda duruyor sonra bir gün bakıyorsun bir başka esere ilham veriyor. Dolayısıyla işler birbirine bağlı bir şekilde örülmüş puzzle olarak bir yere geliyor. Bulunduğunuz ortam ve imkânlar da önemli. Düzgün demirden işler yapmaya param olduğunda başladım. Ondan önce Paris’te yıkılmış binalar vardı oradan topladığım malzemelerle iş yaptım. Sonra bir gün baktım ki topladığım malzemeler beni yutmaya, işgal etmeye başladı. O zaman da temiz bir malzeme olarak demir almaya başladım.


“Benim anlaşılır mıyım, anlaşılmaz mıyım endişemin olmaması lazım”

Türkiye’den küserek gitme hikâyeniz var bu noktada bir sanatçı olarak yeterince anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
Sanat ortamında sürekli anlaşılmışımdır. Türkiye’den Fransa’ya gitmeden önce sergilerim vardı, ödüllerim vardı. Benim, anlaşılır mıyım, anlaşılmaz mıyım endişemin olmaması lazım. Tabii şöyle bir şey var; biz sanatçılar çalışırken yaratma sürecinde alteregosuna karşı davranır. Aslında kendisi bir yalnızlığın ürünüdür. Zaten sanat eseri yalnızlıktan hatta unutmaktan geçer. En iyi sanat eseri unutmaktan geçer. Sanat tarihini o anda unutmaktan, daha önce yapılanları unutmaktan geçer. Unutmaktan kastım öğrendiğimiz bütün deneyimler bilinçaltına atılır ve serbest kompozisyonlar şeklinde çıkar. Yaratma budur bence. Hatta yaratma öyle bir şey ki bilinçaltında bir aysberg, görülmeyen kısmı, unuttuğumuz içimize attığımız korkularımız, nedir bunlar? Ölüm… Ölmemek için… Şehrazat gibi hikâye anlatmak durumundayız aslında. Anlaşılması, başkalarının anlaması sorun değil belki, bazen ben bile anlamıyorum yaptığımı. Biz saksılarımızda soru, sorgu yetiştiriyoruz her gün ıslayarak, ıslamazsak kururlar. Islamak derken yaratmaktan bahsediyorum.

“Çalıştığım eserler benim uzantım gibi”

Bu sergide nasıl bir seçki yaptınız buraya özel mi düşündünüz, eserlerin hikâyelerinden örnek verebilir misiniz?
Burada sergilenmesi için bir şey yapmadım, işlerimin çoğu yeni ama buraya özel düşünmedim. Bulunduğu mekânı da sorgulayan eserler olduğu için bir yere adapte olması ve uyması çok kolaydı. Eserlerimin isimleri anlatıyor kendi hikâyesini. Mesela ‘Sırat Kapısı’nın altında günah işlersen sırat kapısından geçemezsin hikâyesi var ve biz öyle büyütüldük. Benim dinsel olarak anlattığım durum bu. ‘Sabır Taşı’ üzerinde sabır taşı Ankara yazar. İlk fikir Bursa’dan geliyor. Orada öğretmenlik yaparken gruplar arasında öğrenci çatışması vardı. Ders verdiğim sırada bir taş geldi ve camı kırdı. O taşı ben aldım ve esere dönüştürdüm. Sabır taşlarının hikâyeleri önemlidir. Çalıştığım eserler benim uzantım gibi.


“Bence burası bir rasathane”

Serginizin adı neden ‘Gözlemevi’?
Burası rasathane gibi, rasathanede ne kullanılır, teleskop. Teleskopun özelliği çok uzaklara bakarsınız ya ışık gelir ve onu görürsünüz. O ne demektir 6 milyar yıl öncesine bakmışsınızdır, bu müzenin özelliği o, etnografik ve antropolojik tarafı var. Bir de müzenin çağdaş, ileri yönelik tarafı da var. Bence burası bir rasathane.

“Türkiye ilk aşkım”

Paris’te hayat nasıl geçiyor, kendinizi orada nasıl hissediyorsunuz?
52 yılım Paris’te geçti ama… Bir ağaç düşünün kökü burada, dalları ve meyvesi oraya düşen bir ağaç. Çok ilginç bir şey, niye unutamıyorum Türkiye’yi? Giderken küskün gittim, tam 8 yıl hiç gelmedim. Sürekli içimde ülkem, unutamıyorsunuz. Unutmak isterim Türkiye’yi ama mümkün değil. Türkiye ilk aşkım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi