Mutlu Hesapçı
NE GÜZELDİ O ‘GEÇEN YAZ’
Ahh gençlik yılları, başımızda kavak yellerinin estiği o zamanlar ve bir an önce büyümek dışında derdimizin olmadığı o yaşlar. Yaz mevsimiyle birlikte sıcak basması, o ergenlik halleriyle aşk duygumuzun en yüksekte olduğu yaz. Hepimizin öyle geçen bir yazı vardır hangi yaz desem cevabı yok ama cep telefonunun olmadığı, sahici duyguların yaşandığı, nostaljik bir zamanda 90’lı yıllarda geçen yaz bu elbette. O zamanlar deniz kokusunu duyardık mutlaka o kokuyu aşk duygusuyla tamamlayarak dans eder ve şarkılar söylerdik. Şimdi hiçbir şey eskisi gibi değil ama o yılların duygusuna dönmek de mümkün. İşte o yıllara bir film ile geri döndüm Netflix platformunda ‘Geçen Yaz’ filmini izledim, hatırlamamız gereken ne kadar güzel his varsa onu hissettim hatta yaşadım sanki filmin içindeydim. Çünkü o yıllara dönersek aşk dediğimiz duygu saf kalmaya devam edecek ve bizim buna ihtiyacımız var. Duygusu, matematiği, hikâyesi, kurgusu her şeyiyle su gibi akan bir film ‘Geçen Yaz.’ Bazen film o duyguda gitmez ve akmaz ya bu filmde o sorun yok.Bu çatıyı dolayısıyla dünyayı başarılı bir şekilde kuran yönetmen Ozan Açıktan ile filme dair konuşmak istedim. Başta kendisi olmak üzere bütün ekibi yürekten tebrik ediyorum. Bu filmi mutlaka izleyin güzel duyguları hatırlamak artık insan hakkı oldu çünkü öyle garip bir dönemdeyiz. Bugün Pazar filmi açın o duygularla kendinizi baş başa bırakın. Herkese sağlıklı ve mutlu pazarlar dileriz. Ne güzeldi değil mi o ‘Geçen Yaz’!
Filmi çok sevdim emeğinize, kaleminize ve gözünüze sağlık. Gençlik yıllarıma gittim ahhh eski zamanlar ve duygular oldum. Filmin yönetmeni olarak hikâyede de siz varsınız, bu hikâye nasıl ortaya çıktı?
Filmi beğenmenize çok sevindim. Yakın çevrem ve Netflix ekibi dışında ilk seyircilerindensiniz, o nedenle bu beğeni cümlelerini duymak çok değerli. Filmin hikâyesine gelince, oyunlarını beğenerek izlediğim Sami Berat Marçalı’ya filme dönüşmek üzere bir öykü sipariş ettim. Aklımda aslında bir taşra aşkı vardı. Sami siparişten uzak, farklı bir fikirle geldi. Yazlık bir sitede geçen bir öykü vardı onun aklında. Sami’nin yazdığı öykü benim siparişimle alakasız olduğu kadar, şimdi ‘GEÇEN YAZ’ filmine dönüşen senaryodan da çok uzaktı aslında. Ama o ilk sinopsiste beni bir şeyler tetikledi, ben gördüğüm filmi anlattıkça, Sami’yle biz öyküye yaklaştık, onun heyecanıyla da birlikte bambaşka bir senaryoya vardık.
Her seferinde kendimi tanımak adına bir yola çıkıyorum
Siz oradaki hangi karaktersiniz ve kendi hikayenizi çekmek nasıl bir duygu?
Aslında herhangi bir karakter değilim. Herkesi biraz tanıyorum herkes bende bir yere denk düşüyor ama zaten sipariş bir film de yapsam, ‘GEÇEN YAZ’ gibi kişisel bir film de yapsam hep kendime tanıdık gelen yerleri bulmaya çalışıyorum önce, sonra da bilmediğimin merak ettiğimin peşine düşüyorum. Tanıdık bir yerden hareket edip, merak ettiğim bir yere yola çıkıyorum yani film bana sipariş edilse de, öyküyü veya senaryoyu ben yazmış olsam da bu böyle.Her film için; bir tane temel kriterle yola çıkıyorum; hikayenin “beni heyecanlandırdığı, yola çıkardığı ilk his” neyse onu filmin sonunda seyircide yaratabilmeyi başarmak. Bunu yapabilmek için filmcilik adına bugüne kadar bildiğim ne varsa hepsini, yenilerini de öğrenmeye açık bir şekilde kamera önüne koymaya çalışıyorum. Bu, işin teknik kısmına denk düşüyor biraz.Diğer taraftan karakterlere yaklaşmayı, filmin dilini bana ait kılmayı başarabilmek için de kendimi tanımak adına bir yola çıkıyorum her seferinde. Filmin teması, derdi ne ise onunla ilgili sormadığım bir soru kalmasın diye uğraşıyorum. Bu, bir bakıma analitik bir süreç oluyor. Kişisel filmlerimde de, ısmarlama işlerde de süreç aynı.Lakin kişisel filmografinin hissiyatı benim için şurada farklı. İçeriden bir yerden hareket edince, daha savunmasız ama bir o kadar da korkusuz bir hale bürünüyor sanırım insan. Yalnız bir yer orası ama keyifli olduğu tartışmasız.
Rotayı belirlerken yalnızsınız
Sinema yönetmenin dünyası, kendi hikayeniz olduğunda nasıl değişiyor o dünya yoksa yönetmen her dünyayı yaratır diyenlerden misiniz?
Kendi hikayenizde, pusula içinizde, rotayı belirlerken yalnızsınız. Sette, “tamam, bu oldu” dediğiniz şey neyse onu size dürüstçe söyleyen, olmadıysa olana kadar sizi itekleyen, olduysa da “acaba bir de şöyle mi yapsak” dedirtmeyen keskinliği, kararlılığı veriyor.
Bence bir yönetmenin ne istediğini bilmesi ve aylarca çalışmanın ardından, o gün orada, az önce kamera önünde gerçekleşen şeyin, o istediği şey olup olmadığını tartarken “kendisi” olması kadar saf bir an olamaz. Bu saflık, pusula içinizdeyse var. Yoksa yapımcı, beklentiler, işbirliğinde olduğunuz herkes yani fikrin mutfağındaki aşçı sayısı kadar soruyu yanınızda taşıyorsunuz. Artık hangi salon dansındaysanız, eşleriniz ve salondakiler de o konuya, tam da o an çektiğiniz o tekrarın değerlendirmesine veya montaja kadar artık hangi aşamadaysanız dahil oluyor. Siz ne istediğinizi bilseniz de, uzlaşmanın ve iletişimin gereği ve elbette işi sağlama almak için çektiğiniz plana bir de o filtrelerden bakıyorsunuz mutlaka. Bu son tahlilde asla kötü bir şey değil, sadece ikisinin birbirinden farkı bu. Birinde pusula içinizde ve bir adet. Öbüründe çeşit çeşit pusula var, bir şekilde yolu tayin ediyorsunuz mutlaka ama süreç bu anlamda farklı. Ben ikisini de seviyorum.
Bir filmde bir şey kötüyse o öncelikle yönetmenin hatasıdır
Siz yönetmen olarak hangi işleri kabul ediyorsunuz kriter ve ölçütleriniz ne, nelere ne kadar müdahale ediyorsunuz?
Elia Kazan’ın söylediği gibi, “her şey yönetmenin suçudur”. Yönetmenlerin “evet”leri ve “hayır”ları ile filmler yapılıyor. Çok fazla yeteneğin bir arada olduğu bir alan kuşkusuz ama, bir filmde bir şey kötüyse o öncelikle yönetmenin hatasıdır benim inancıma da göre. İyiyse hep birlikte yaptık ama kötüyse onu elemeyen, o “kötüye” göz yuman öncelikle yönetmen olduğundan ve “bir filmin ilk seyircisi yönetmeni” olduğundan filmcilikte basit veya önemsiz karar yok. Her karar, filmin duygusunu belirliyor, o nedenle filmlerimin evrenindeki her şeyle ilgili bilgim ardından da fikrim olmasına gayret ediyorum. Her film için olmazsa olmazlarım oluyor, taviz vermeyi istemediğim bir alanı kuruyorum önce, sonrası zaten, ekipçe hayata karşı verdiğimiz bir mücadeleye dönüşüyor. Işığından, oyuncu takvimlerine, mekanından prodüksiyon koşullarına her şey öykünün anlatılmasının önünde duran ve aşılması veya çevresinden geçilmesi gereken bir engel, ikna edilmesi gereken birileri olarak karşımıza çıkıyor sonrasında. Kriterim, başta da dediğim gibi, bu yolculukta “esas hissin” zarar görmemesi. Beni yola çıkaran ne ise, her şeyi o bağlamda değerlendirmek istiyorum.
Hepimizin özlediği duygular hem biraz nostaljik hem de başka bir anlamda tam şimdi burada
‘Geçen Yaz’ özlediğimiz duyguları hatırlatan bir film olmuş ve çok beğendim. Siz filmi çektikten sonra izleyince ne hissettiniz?
İşte pusula içinizde olunca bunu bilmek de güçleşiyor aslında. Ben tamamlanmış ve bir o kadar da eksik hissettim demiştim ilk izlediğimde eşim Pemra’ya. Sanırım aynı yerdeyim. Bu yönetmen olarak hislerim. İzleyici olarak ise uzunca bir süre her türlü sosyal ilişkiden soyutlanmış bir şekilde yaşadık, film bu soyutlanmış dönemin her anlamda zıttı, kanlı canlı yan yana ilişkileri anlatıyor. Bu iki karşıtlığın filmin atmosferini güçlendirdiğini düşündüm. Hepimizin özlediği duygular hem biraz nostaljik hem de başka bir anlamda tam şimdi burada.
Tam bir okulu veya grameri yok
Oyuncu yönetimi, mekanlar ve atmosfer şahane olmuş. Herkes çok doğal oyunculukların sırıtmadığı bir film izledim uzun süre sonra. Bu doğallığı nasıl yakaladınız ve oyuncuları nasıl belirlediniz?
Çok çok teşekkürler. Bu, kariyerime başladığımdan beri filmcilikle ilgili en mühim iki konudan biri benim için. Oyunculuk ve sinematografi. Sinematografinin okulunu okudum Polonya’da. Sinematografi bir grameri, yapısı olan bir dil öncelikle ve film yaptıkça geliştirebildiğiniz bir kas aynı zamanda. Yani uygulaması bir yere kadar öğretilebilir bir alan. Oyuncu yönetimi ise, hayatınız boyunca tanıdığınız insanlar kadar, içinde olduğunuz ruh halleri ve durumlar kadar sonsuz ve çeşitli. İyi bir işbirliğinin tek bir yolu yok. O nedenle tam bir okulu veya grameri yok sinematografi gibi, burada oyuncunuzu merak etmekle başlıyor iş. Sadece “dikkatinizi ve niyetinizi” yönlendirebilirsiniz, hem ilişkide hem de oyunu oynarken geçerli bir yaklaşım bence. Gerisi sürprizlere açık olmakla, karşınızdaki insana güvenmekle ve onun güvenini hak etmekle olabiliyor. Biraz da, yolculuğun nereye gideceğine birlikte karar verdiğinizi anlamakta işin sırrı. Ben yola birlikte çıkacak, filmi emanet edecek arkadaşlarımı bulmakla başlıyorum. Sonrası birbirimize güvendiğimiz ölçüde iyi gidiyor. Yıllar içinde daha da sahiplendiğim bir yaklaşımım var elbette. O yaklaşımı kadro da çok genç olunca daha kuvvetle tatbik edebildik diye düşünüyorum. Sonuca yansıması çok mutlu ediyor beni.
Üniversitede kurduğum hayalin içindeyim
Filmde geçen ve beni etkileyen cümle; ‘eskiden hemen büyümek isterdik’ Büyüyünce ne oldu, büyümek istediğiniz dönemlerde de yönetmen mi olmak istiyordunuz?
Bu büyüme isteği sanırım, mutluluğu gelecekle alakadar etmekle başlıyor. Yani “şimdi” hiç yetmiyor ya bize bir şekilde. O nedenle mutluluk hep ileride olacak olan bir şeyle ilgili, hiç o anda durabilen bir şey değil. Bir an evvel büyümek arzusu da sanırım böyle bir şeyin parçası. Ben seçtiğim mesleği yapabilme özgürlüğüne ulaşabildiğimden kendimi şanslı hissediyorum. Büyüyünce ne oldu tam olarak bilmesem de, üniversitede kurduğum hayalin içindeyim “şimdi”, ve belki de bu sayede “şimdi ve burada mutlu olabilmeyi biraz olsun öğrendim.”
Biz bir duyguyu anlatma derdine düştük
1997 yılına dönmek için nasıl bir dünya yarattınız ilk dikkatimi çeken müzikler, içki başka neler istediniz o döneme dair?
Aslında bir yaz tatilin olmazsa olmazlarını listeledik bir taraftan. Şimdi burada saymak istemem ama filmi izleyenler kendi yazlarından mutlaka bir şeyler bulacaklar. 1997’de değil de, “cep telefonunun olmadığı herhangi bir zamanın” bir yeniden tahayyülü demek daha doğru filmin fonu için. Öncelikle, bir “dönem filmi” duygusunun veya öylesi bir nostaljinin peşinde olmadım. Biz bir duyguyu anlatma derdine düştük. İlişkilerin daha yüz yüze daha doğrudan olduğu bir dönemin böyle bir duyguyu anlatmak için doğru olduğunu düşündüğümüz için 90’larda geçiyor hikaye. Yani cep telefonlarının olmayışına bir sebep diye de biraz 90’lar. Adı da bu nedenle ‘GEÇEN YAZ.’ Zamansız bir tarafı olsun istedik, hangi yılın geçen yazı?
Tasarladığım filmlerin ortak paydasının aşk olmasını istedim
Delikanlı olma çabaları çok acayip bir şey ve insanı zaman ne olursa olsun tetikleyen aşk dediğimiz duygu. Her filmde tabir yerindeyse aşk satar mı?
Satar mı bilmem ama benim “Netflix Filmleri Üçlemesi” olarak tasarladığım filmlerin ortak paydasının aşk olmasını istedim. Bunu yaparken satar mı satmaz mı gibi bir düşüncem olmadı. Yarına Tek Bileti, kendi paramızla sinemada bir iki hafta gösterilip kaybolması riskini de alarak biz bize çektik. Netflix beğenip biz yayınlayacağız deyince yol başka bir yere yöneldi.
Aşk filmi tutar diye yola çıkılmış bir durumdansa, ben bu filmi yaptım ne mutlu beğendiniz dedik. Ardından, “ben bu aşk konusuyla ilgili bir iki film daha yapmak istiyorum, ilginizi çeker mi?” Dedim. “Ozan bey buyurun lütfen” dediler Netflixten. Yarına Tek Bilet, eski aşkların bugünkü aşklara bıraktığı yaralardan bahsediyor, “Geçen Yaz” da ilk aşkın izlerinden. Şimdilerde üçüncüsü için aşkın bir başka tarafından tutmak için senaryo başında didiniyoruz.
Mutlu bir sonu var filmin
Erkekler hep ergenlik çağlarında kendinden yaşça büyük kadınlara aşık oluyor ve bu duygu o kadar güzel, naif verilmiş ki filmde mutlu son istiyorsunuz. Bu mutlu sonu seyirciye bırakmak bilinçli bir tercih miydi?
Bence mutlu bir sonu var filmin diyerek yanıtlamış olmak isterim bu soruyu.
Biz bu filmi biraz da bunu söylemek için yaptık
Deniz’e 42 yaşında bir kadın olarak ben bile aşık oldum. Nasıl bir karakter yaratmaktır öyle ama büyüyünce değişiyor bu erkekler ve Deniz aynı duygusallıkta kalmıyor değil mi? Lütfen öyle kalsın mümkünse bütün erkekler:)
Bunu Deniz’e söyleyeceğim, eminim hoşuna gidecektir. Dahası, bu derinliklerde kalabilmenin büyüyünce de çok değerli bir şey olduğunu duymak, Deniz’e de, onun gibilere de bir heves veya nefes olacaktır buna eminim. Biz bu filmi biraz da bunu söylemek için yaptık.
Sırf bu soruyu yanıtlamak için film yaptım
Filmin bana göre misyonu; güzel duyguları hatırlamak, yaz dediğimiz mevsimin insanın içini açması, deniz, güneş, kum ve gençlik heyecanları. İnsanlara eskiden yaz mevsimi güzeldi ve başka türlü yaşanırdı duygusunu hatırlatmak bu noktada çok anlamlı. Sizin için filmin mottosu ve duygusu ne?
Sırf bu soruyu yanıtlamak için 90 dakikalık bir film yaptım diye düşünüyorum.
Aslında hep bir sonraki filmin ehliyetini alabilmek adına bitiyorum bir filmi
Yönetmen imzası dediğimiz bir durum var sizin imzanız nasıl, Ozan Açıktan hangi filmlere imza atar, üslubu ve tarzı nedir?
Polonya Sinema Okulu’nun öğretilerinden biri, sinematografinin senaryoya göre belirlenmesi üzerine. Yani form fonksiyonu takip ediyor. Üslup içerikten sonra geliyor benim de benimsediğim anlamda. Böyle olunca da imzayı sinema dilinde veya üslupta aramaktansa belki evrensel temalarda bulmak mümkün olacaktır. Kişisel filmlerimi yapmaya devam edebilirsem, geri dönüp bakarız belki bir gün. Hayatın kırılganlığını anlatma derdi mi üstün gelmiş benim filmlerimde yoksa sınıfsal ayrımlar mı? Veya bambaşka bir şey mi? Bir taraftan da imzadan bahsetmek sanki benim kendi adıma yapabileceğim bir şey değil. Yan yana gelen filmlerime dair belki sizlerin görebileceği şeylerin benim için geçerli olup olmadığını bir gün konuşmayı hayal edebilirim ancak. Arkadaşlarımla film yapmak sonra da o filmleri tanımadığım yakın arkadaşlarıma göstermeye devam etmek istiyorum. Esas amacım bu, yani aslında hep bir sonraki filmin ehliyetini alabilmek adına bitiyorum bir filmi. Bir sonraki filmin ehliyeti için kriterler de değişiyor elbette: gişe başarısı, yapımcı takdiri, Netflix’in algoritmasında sıyrılmak, festivaller-ödüller veya eşimin, oğullarımın beğenisi bu yeni ehliyeti vermeye yetiyor olabilir. Mühim olan bu kriteri/kerterizi benim belirlemem. Bakarsanız buraya kadar gelen filmlerim de, böylesi farklı kerterizlere göre yapıldıklarından, çeşitlilik peşinde koştuğumu gösteriyorlar aslında. Benim için nihai bir hedef yok bu anlamda, “şimdi” var, yaşadığım bir hayat var, onun dertleri, mutlulukları, bende uyandırdığı hisler var onlara göre bir filmin hikâyesine heyecan duyuyorum veya görmezden geliyorum. Bu hikâyeyi anlatmazsam olmaz demek de, evin kirasını ödemeye çalışmak da bir film yapmak için eş değerde önemli olabiliyor yeri geldiğinde. Bu kararların arasında yol alırken ortaya çıkan filmlere bakınca “şahsi zamanımın ruhuna yakın bir şey ortaya koydum mu?” “koşulları, kendimi filmin duygusu için seferber ettim mi?” benim derdim bunların yanıtı. Bu yanıtlardan bir Ozan Açıktan filmleri ekseni çıksın isterim elbette. Ama Al Pacino diyordu sanırım, biz filmleri yaparız, eleştirmenler eleştirir, seyirci sever ya da sevmez, sanat eseri mi değil mi buna çocuklar karar verir.
Elimden geleni kılı kırk yararak yapıyorum
Keşke içinde yer almasaydım dediğiniz bir filminiz var mı?
Bir filmin hazırlığı çok uzun sürüyor hayat da çok kısa, keşke dememek için elimden geleni kılı kırk yararak yapıyorum. Buraya kadar fena gitmedi bu kırk yarma işlemi.
Her iyi oyuncu için bir hayalim var
Oynatamadığınız oyuncu ve mutlaka filmlerimde yer alsın onu yöneteyim dediğiniz oyuncu var mı?
Her iyi oyuncu bende aynı hissi uyandırıyor. Yöneteyim demiyorum da birlikte bir şey yapalım diyorum. Bu anlamda çok iştahlıyım diyebilirim. Her iyi oyuncu için bir hayalim var neredeyse. Lakin bu iyi oyuncular bir de yakın arkadaşlarımsa, birlikte bir şey yapmak arzusu çok daha güçleniyor.