Boray Acar
“Keşke benim evim de yıkılsaydı” diyecek miyiz?
Bundan birkaç hafta önce bir akşam vakti telefonlarımız acı acı alarm vermeye başladı. Meğerse deprem tatbikatı yapılıyormuş. Takdir-i İlahi mi demek lazım bilemiyorum; Düzce depreminin 23. yıldönümünde ve depremin olduğu saatte yapılan bu tatbikattan birkaç gün sonra, merkez üssü yine Düzce olan 6 şiddetinde bir sarsıntıyla uyandı insanlar. Son dönemde alışılageldiği üzere devlet erkânı olay mahallinde yerini aldı ve gereken her şeyin yapılacağı söylendi.
Haksızlık etmeyelim; eskiyle kıyaslandığında felaket sonrasında –teknolojik gelişme ve iletişim çağında yaşamanın da katkısıyla- daha hızlı organize olunabiliyor. Ancak, afete hazırlanmak noktasındaki zafiyet ve vurdumduymazlık berdevam… AFAD ve belediyeler tarafından düzenlenen çalıştayların; -ne yazık ki- sorunun kökenine inen, halka dokunan ve çözüme yarayan sonuçları olamıyor. Olması da mümkün değil. Çünkü kurumsal süreklilik söz konusu değil. Aynı çatının altında, devletin farklı kurumları farklı telden çalıyorlar.
İtiraz eden ve ülkeyi yönetenlerin bu konuda belli bir duyarlılığa sahip olduğunu düşünenler var ise beri gelsinler ve tamamen bir seçim pazarlığı olan “İmar Barışı” garabetinin neyi amaçladığını anlatıversinler de biz de anlayalım. Bakın, geçtiğimiz hafta, Ali Duran Topuz tarafından farklı bir konuda sarf edilen şu sözler, bu durum için de geçerli; “Kanı oya tahvil etme siyaseti bu. Kan siyaseti.” Bakalım seçim öncesinde, bu “kan siyaseti” sürdürülecek mi, sürdürülmeyecek mi göreceğiz… Sürdürüleceğine dair emareler var, kokusu geliyor. Malum; muhalefet olarak yaşaması mümkün olmayan bugünün muktedirleri, kazanmak için Evelallah her şeyi yapabilme potansiyeline sahipler…
Bir yerde de boşa konuşuyoruz. Zira; orman arazilerini imara açan, bakanlığa plan yapma ve ruhsat verme yetkisi vererek belediyeleri by-pass eden, çevresel duyarlılığı baskılamak, çatlak seslerin çıkmasını önlemek, kurumlar arası olası uyumsuzluğun baştan önünü kesmek için “Çevre”yi Bayındırlık Bakanlığı altında ezen iradeden söz ediyoruz. Evet; doğası itibariyle birbiriyle tartışma hâlinde olması gereken iki ayrı politika konusunu, aynı bakanlık çatısı altında birleştirdiler. Her şeyden önce bu bakanlığın başındaki şahsın görgüsü, geçmişi, entelektüel kapasitesi böyle bir işi kotarmaya uygun değil. Zaten mevcut düzende bu özellikleri haiz birinin bakanlık yapabilmesi de mümkün değil… Yani; dünya çapında hatırı sayılır ve saygın bir ismi, bu makamlarda otururken “Cumhurbaşkanımız emir verdi de intikal ettik…” gibi açıklamalar yaparken düşünebiliyor musunuz? Dolayısıyla, bu tertibe “Bizim Bakan Bey” gibiler lazım. Deprem sonrasında diğer devlet yetkilileri gibi, onun açıklamaları da “deprem sonrası” düzenlemelere yönelik şeyler. Bu açıklamaların zorunlu bir de uzantıları var: “Tayyip Erdoğan önderliğinde büyük ve güçlü Türkiye’yi kurmamıza engel olamayacaklar…” Konuyla ilgisi olsun olmasın, bunu ekliyorlar. Abarttığımı düşünüyorsanız, son günlerdeki açıklamalarına bakabilirsiniz…
Velhasıl; ismi “mega projeler” ile müsemma olan bu iktidarın ne müktesebatında ne de gelecek vizyonunda insan hayatını deprem gerçeğinden korumak gibi bir gündem maddesi var. Bizzat kendileri tarafından “Kentsel Dönüşüm” adı altında yapılan kanuni düzenlemeler de maalesef bu amaca hizmet edemedi. Çünkü kanun sayesinde bir binayı yıkabiliyorsunuz, ancak yapmanın önünde hukuki bir takım maniler var ve giderilemedi. Radikal düzenlemeler ile toplumu karşılarına almak ve oy kaybetmek istemiyorlar. Ellerinde olan ve olmayan kaynakları ise ülkenin ihtiyacı olmamasına rağmen “Kanal İstanbul” gibi rant projelerine aktarmayı tercih ettiler, ediyorlar. Hem toplumu, hem çıkar odaklarını, hem de müteahhitleri mutlu etmesi hedeflenen projelerin, aynı zamanda çevresel değerleri ve kent kimliğini korumasına olanak yok. Bunun ne demek olduğunu görmek isteyenler için, “Ucube Fikirtepe” örneği orada öylece duruyor.
Açıkça dile getirmeseler de; “Hele bir yıkılsın, sonrasında nasıl olsa yaparız.” düşüncesindeler. Hani bir belediye başkanı önceki yaz yaşanan yangınlarda, “Keşke bizim evimiz de yansaydı, diyeceksiniz…” demişti ya… İşte öyle bir şey… İnsan hayatının bir önemi yok(!)… Bunların tamamı durum tespitidir ve siyasi zombiye dönüşmüş bu yapıdan, felaketi kadere bağlamaları dışında vizyoner bir çıkış da beklemiyoruz.
Ancak, üzerinde durulması gereken bunca konu varken top çevirmeye devam eden muhalefetin ve onların cumhurbaşkanlığı adaylığı peşinde koşan belediye başkanlarının akıllarına asli işlerini yapmak ve bu konulara da eğilmek gelebilir belki…