Boray Acar
Kadının Seçimi
Türkiye’yi yönetemeyen sağ ve sığ irade, kaybetmekten korktuğu iktidar gücü uğruna kadının toplumda birey olarak var olması gerçeğini pazarlık meselesi hâline getirdi. Salt seçim mühendisliğinin bir tezahürü olarak kadın cinayetlerini zımnen kadının sesini yükseltmesine bağlayan gerici anlayışa teslim oldu… Veya aslına rücu edecekti de bu da işin bahanesi oldu. Korkunun ve telaşın rasyonel akla, çağın gereklerine ve gerçeklerine galebe çaldığı bugünlerde sosyal ve siyasal iklime hâkim eril irade, sıradanlaşan kötülükler zincirine bir halka daha ekledi.
Önce İstanbul Sözleşmesi’nden, Meclisi de hiçe sayarak, bir kişinin iradesi ile çekildiler. Bunun için kıyametler koparılırken, 6284 sayılı yasanın gereken koruma kalkanlarını sağladığına işaret ederek “sebepsiz bir yaygara yaratıldığını, kadına yönelik şiddet noktasındaki tutumun hiçbir şekilde değişmeyeceğini” ifade ettiler. Teskin etmeye yönelik bu söylemler iktidarın niyetinin ne olduğunu bilen veya sonradan anlayan cenahta bir karşılık bulmadı. Ancak yirmi yıllık iktidar yolculuğunun serencamında baş koydukları davanın(!), kendilerini harcayabileceğini öngöremeyen muhafazakâr kadınlar tam manasıyla “O sarı öküzü vermeyecektik…” pişmanlığı içerisindeler. Elbette bunu bu denli açık seçik ortaya koyamasalar da, muhafazakâr kadın imajının günümüzdeki önemli temsilcilerinden birisi olan Özlem Zengin’in “yalnızlık” vurgusunun bu pişmanlığa öykündüğünü sezmek için uzun boylu analizlere girmek gerekmiyor. İktidarın düğmeye basmasıyla da kendisine gazeteci süsü vermiş holiganından trolüne uzanan hatırı sayılır bir kalabalık, Zengin’e saldırmaya ve onu düşmanlaştırmaya girişti.
Kadının toplumdaki sosyal konumu ile ilgili tarihi bir sorunsalımız zaten vardı. Kadının şahitliğinin erkekle bir tutulmadığı, birden fazla kadınla evli olmanın hak olduğu, bakire kadının erkek doktora muayene olmasının yasak olduğu, velhasıl kadın doktorun azlığı düşünüldüğünde kadının sağlık hizmetinden yoksun kaldığı ve giyinmenin belli şartlara bağlandığı bir düzenden kadına seçme ve seçilme hakkının verildiği, her meslek sınıfından bir kadının ön plana çıkarıldığı, hülasa kadının bir birey olarak kabul edildiği bir düzene geçildi. Tabii bu büyük devrimin, kadının dişil yanını kullanma veya topyekûn kadını metalaştırma alışkanlığını benimsemiş olan toplumda karşılık bulması öyle kolay bir iş değildi. Dolayısıyla Cumhuriyet rejimi de o dönemin kadınını “eğitimli eş, anne ve ev hanımı” olarak tasavvur etmiştir. Zaman zaman Cumhuriyet döneminin belli uygulamalarını eleştiriyor olsak da bu konuda ahkâm kesmek ve dönem eleştirisi yapmak anakronizme düşmek olur. Kurucu iradenin o dönem için fazlasıyla cesur adımları, kadınının toplum içindeki yerini tahkim vazifesini gelecek nesillere vasiyet etmiştir.
Siyasi iktidar; kendini önce Türkiye’ye, sonra da dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı dönemdeki göstermelik tutumu dışında bu mirasla herhangi bir bağ kurmamıştır. 28 Şubat garabetinin kadının giyinme özgürlüğünü kısıtlayan kararlarına yaslanarak türbanı siyasallaştırmak ve bundan siyasi rant devşirmek haricinde müktesebatlarında kadına yönelik bir hassasiyet de yoktur. Bir dönem Türkiye’nin aydınları, sahte demokratikleşme masalları ile nasıl kandırıldılarsa, siyasi iktidarın peşine takılan muhafazakâr kadın imajı da aynı pragmatizmin kurbanı olmuş ve birilerinin siyasi ikbali uğruna kullanılmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’si için kadının sosyalleşmesi ve her anlamda eşit yurttaşlık temelinde algılanması demokrasi mücadelesinin bir veçhesidir. Yaşandığı dönem itibariyle marjinal bir eylem olan Halide Edip’in Sultan Ahmet Meydanı’nda toplumu milli mücadeleye çağıran sesi, bugün aynı şehrin kurtarılmasının baş aktörü olan Canan Kaftancıoğlu’nda cisimleşmiştir. Ve onu mahkûm etmeye tevessül edenlerin sorunu ve korkusu temsil ettiği değerler bütünüdür. Bu değerleri hiçe sayan küçük siyasi hesaplar, meclis kürsüsünde “Beyoğlu Kaymakamı… Kimsin la sen?” diyerek eril dili aşağılayan Sera Kadıgil’in çelik iradesine çarparak tuz buz olmaktadır. Kadının metalaştırılmasının en süfli örneği olan Adnan Oktar örgütü ile arasındaki sevgi bağı bilinen Fatih Erbakangillerin bu iradeden korkması, onu sindirmeye çalışması çok normaldir.
İsteseler de istemeseler de bugün kadının sosyal hayattaki mevcudiyeti, mutabakat metinlerindeki “Kutsal Aile” mevhumunun içinde eritilemeyecek bir güce ulaşıyor. Artık iki kutbu temsil eden seküler ve muhafazakâr kadın imajları arasında yıkılamayacak bir köprü kuruluyor. Bu minvalde önümüzdeki seçimler, kadının mutlak özgürlük yolculuğunda bir yol ayrımıdır. Hiçbir kadın yalnız değildir. Sadece bir tercih hatasının bunca emeği heba edeceğinin ve kadının topyekûn yalnızlığa mahkûm edileceğinin görülmesi gerekiyor…