Boray Acar
Gezi’den Akbelen’e…
Gezi olaylarının başladığı günlerdi… Neyin ne olduğunu anlamak adına birkaç arkadaş, ağaçlı yoldan Taksim’e doğru yürürken denk geldiğimiz insanlarla da laflıyorduk. İçlerinde kaos meraklısı, anayasal düzeni değiştirmek saikiyle orada olan veya teröriste benzeyen birini gördüğümüzü hatırlamıyorum. Gezi Parkı’nın içi tam manasıyla panayır yeri gibiydi, insanlar ailece pikniğe gelmişçesine kendilerine ait olan bir nesneye -biraz da sürü psikolojisiyle- sahip çıkma maksadıyla oradalardı ve bunu eğlenerek yapıyorlardı. Hükümet eleştirisi mizahi bir yaratıcılıkla zenginleştiriliyordu. Zamanla eleştirilerin dozu artmaya başladı. Lakin bu işler böyledir, büyüyen toplumsal tepkilerin gazı alınmadığı takdirde nereye evrileceği belli olmaz; işe şiddet, örgüt hatta dış mihraklar bulaşır, kısaca olay istismara açık hâle gelir. Nitekim öyle de oldu.
Bu “gaz alma” işini yapması gereken devletin yürütme organıdır. Demokratik olma iddiasındaki rejimin yöneticileri, kendi kendini yönettiği söylenen halklarının hassasiyetlerini dikkate almalı, yükselen seslere kulak vermelidir. Böylece “halk iradesi”, salt seçim dönemlerinde dikkate alınan bir olgu olarak kalmaz ve demokrasinin gerekleri yerine getirilmiş olur. Bunun olması için, ille de devlet erkânının orada olması gerekmez. Üstünde parti ambleminin olduğu küçük hediyelikleri veya kömür poşetlerini vermek için çalınan kapıların, anket yapmak ve fikir almak için çalınması da bir yöntemdir ve gerekliliktir. Kendisine yetki veren yurttaşa sorulacak bir soru yetecektir: “Sen ne istiyorsun?” Ancak bu şekilde provokasyonların önüne geçilir, gerilim düşer. Gerilimi düşürmemekte ısrar eden, “derdi ağaç olmayan” art niyetli unsurlar ancak bu şekilde ayıklanır ve krizler de toplum-devlet el ele yönetilmiş olur. Tabii toplum, muktedirlerin gözünde de hassasiyetleri, istekleri olan ve dikkate alınması gereken bir unsur, kısacası “yığın” değil “toplum” ise…
Velhasıl bizde işler böyle yürümez. Sapla saman kasıtlı olarak birbirine karıştırılır, kurunun yanında yaş da yakılır, provokasyonlara yol verilir. Tüm bunlar planlı bir stratejiyle yapılır ki haklı toplumsal tepkilere “devlet/millet düşmanı kalkışma”, ön plana çıkanlara da “hain” muamelesi yapılabilsin... İleride yaşanması muhtemel benzer hadiselere kılıf hazırlanabilsin... İktidarın küçük ortağı partinin özgün lideri, Akbelen Ormanı’nın katli için “Günbegün eriyen bir partinin ve marjinal yedeklerinin Akbelen’den bir Gezi Parkı kalkışması çıkarmak için her alçaklığa tevessül ve teşebbüs ettikleri açıktır.” açıklamasını yapabilsin… Kimse Gezi olaylarının yaşandığı dönemde yapılan “Gezi Parkı’nda yaşanan gelişmeler Türk Milleti’ni rahatsız etmiştir. Polisin aşırı şiddet kullanması, iktidarın gerilim stratejisiyle bazı siyasi hedeflere ulaşmaya dair bir oyunudur.” açıklamasını hatırlamaz. Oysa bu sözler de Devlet Bey’e aittir. Kendi ifadesiyle “İktidarın gerilim stratejisi ile hangi siyasi hedeflere ulaşmak istediği” ise, Sinan Ateş olayında olduğu gibi kendisinde saklı bir sır değildir.
Nedir peki? Lafı eğip bükmeye gerek yok. Muktedirler nezdinde “sermaye”yi rahatsız eden ve rant kanallarını tıkayan her girişim ve demokratik tepki, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik bir kalkışmadır. Halk bir defa kendilerini yetkili kılarak kararını vermiştir. Başına gelen her ne ise onu çekmek zorundadır. Uygulamaları beğenmemek veya karşı durmak gibi bir şansı olamaz. Toprağıyla kurduğu bağı ağaca sarılarak gösteren 88 yaşındaki Zehra Nine’nin durumu da “işe yaramayacak romantik bir iç çekiş”tir. Bunu demokratik bir hak arayışına dönüştüren ve toplumu gerçeklerle yüzleştiren unsurlar ise Osman Kavala’nın, Can Atalay’ın, Mücella Yapıcı’nın, Tayfun Kahraman’ın, Çiğdem Mater’in ve diğerlerinin akıbetine uğrayacaklardır. İktidar&sermaye birlikteliğinin saadeti ve muvaffakiyeti için bu insanları önce “hain” ilan etmek, sonra da cezalandırmak sistemin alamet-i farikasıdır.
Bunlar olurken muhalefet ne yapar? Tepki merkezlerini siyasi şov alanına çevirir, jandarma kovalar, sonunda da samimiyetsizliğinin ve beceriksizliğinin mükâfatını(!) bizzat orada olan halk tarafından alandan kovularak alır. İktidarın ve onun uzantısı olan sermayenin, yalan yanlış da olsa enerji ihtiyacının karşılanması, “kesilenden çok ağaç dikiliyor” olması gibi (zeytin, meytin ne önemi var) argümanları varken, muhalefette bu kadarı da yoktur.
Makûs muhalefetsizliğimiz kaderimiz olduğunda; tüm bu itiş kakışın ülkenin enerji ihtiyacının %1’inin karşılanması için olduğunu Çiğdem Toker’den, kesilenden çok ağaç dikildiği hikâyesinin koca bir palavra olduğunu Soner Yalçın’dan öğreniriz.
Hülasa; “muhalefetsizlik” sorununu çözmeden, ne derdimizi anlatabiliriz ne de toplum olabiliriz.