Boray Acar
Gericiliğin ayak sesleri…
Türkiye’nin ilk kadın veterineri Sabire Aydemir, Samsun’da geniş aile olarak yaşadığımız evimize birkaç ev mesafede yaşayan komşumuzdu. Babaannemle iyi ahbaplardı. Zaman zaman karşılıklı yapılan ziyaretlerden olsa gerek yüzü gün gibi hatırımda. Özel hatıratını ise çocukluk evresi sonrasında ikinci ağızdan aktarıldığı kadarıyla biliyorum. Onun, Cumhuriyet’in yaratmak istediği kadın imajı açısından ne manaya geldiğini ve nasıl bir değerler bütününü temsil ettiğini çok sonralarda idrak edebildim. Bugün birilerinin nefret duygularıyla “reklam arası” olarak nitelendirdiği “laik Türkiye inşası”, “kadın”ı eşit yurttaşlık ve cinsiyet eşitliği temelinde sosyal hayata dâhil etmeyi hedefledi. Nâzım Hikmet’in dizelerinde bahsettiği “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadın”a, insani hakkını erkek egemen toplumsal tabulara rağmen büyük bir kararlılıkla teslim etmek noktasında da iyi bir başlangıç yaptı. Sabire Hanım, bu yolda ilklerden birisiydi. Anadolu coğrafyasının muhtelif köşelerinde yaptığı çalışmalar ile tarihe adını yazdıran bir liyakat timsaliydi, ruhu şad olsun…
Genç Cumhuriyet; toplumu idealize ettiği eğitim ve kültür düzeyine vardırmak için asırlar boyunca dogmatizmin baskısı altında aklı, ruhu ve kalbi mühürlenmiş, fikir üretme kabiliyeti iğdiş edilmiş bir anlayış ile mücadele etti. Bu anlayışı tarihin akışının bir sonucu olarak görmek durumundayız. Onu içinde bulunan siyasi ve sosyal koşullardan bağımsız olarak ele almak ve lanetlemek anakronizme düşmek olur. Ayrıca; yüzeysel olmayan ve toplumun ruh köklerine nüfuz etmiş bir maluliyeti, sorunun kökenine inmeden, palyatif önlemler ile çözmek de söz konusu olamaz. Nitekim olamamıştır ve başından beri kurucu irade ile çelişen bağnaz anlayış bugün demokrasinin simgesi olması gereken meclis çatısı altında zuhur etmiştir. Hatta; kurucu değerleri aşağılayacak ve tarihi bir hesaplaşmaya girebilecek kadar da semirmiştir. Yüz yıl önce kadının yaratıcı potansiyeli ile dertlenen vizyondan, -Sabire Aydemirlerden- 6 yaşında kız çocuğunun evlendirilmesini mazur gören siyasilere, “15 yaşında bir kız çocuğunun cinsel olgunluğa eriştiğini ve rızasının geçerli olacağını” söyleyen Fatih Erbakanlara nasıl geldik, üstüne düşünmek gerekiyor.
Bu sarsıcı paradigma değişikliği başka cesur çıkışlara da imkân sağlıyor. Örneğin; Şeyh Sait, bugün iktidar partisinin MKYK üyesi tarafından “şehit” sıfatı ile anılıyor. HÜDAPAR için zaten öyle… Cumhuriyet değerleri ile hemhal olmuş her yurttaş, salt yurttaşlık refleksiyle bu durumdan rahatsız olabilir, eleştiride de bulunabilir. Demokrasinin bize sağladığı imkân da esasen bu özgür tartışma zeminidir ki bunu da Cumhuriyet’e borçluyuz. Bu tartışmanın şiddete evrileceği durumlarda, herkese eşit mesafede durarak ve tarafsızlık ilkesinden ödün vermeden gereken dengeyi kurmak da devletin görevidir. İşte zurnanın zırt dediği yer de burası. Eğitim müfredatı kapsamında senelerce ezberletilen resmi tarih öğretisine göre Şeyh Sait, devlete isyan etmiş ve ayaklandırdığı bir grup ile askere kurşun sıkmış bir teröristtir. Aynı devletin yürütme organı durumunda olan partinin içindeki birtakım unsurlar ise onu şehadet makamına yükseltiyorlar. Günün sonunda bu fikir beyanı oluyor ve kimse sesini çıkarmıyor. Buna karşılık Merdan Yanardağ’ın, üstelik kanunlar nezdinde suç olmayan bir siyasi analizinden ötürü yargı harekete geçiyor; gazeteci, “terörü ve teröristi desteklemek”le suçlanıyor ve tutuklanıyor. Dolayısıyla; akıbetinizi hangi devletten ve hangi teröristten bahsettiğiniz belirliyor. Yaralar kabuk bağlamış ise zaman aşımı avantajı ile romantizm yapma imkânına sahip olabilirsiniz. Velhasıl kişiye özel hukuk, duruma göre demokrasi, ne âlâ…
Sonuç itibariyle; denge unsuru olması gereken irade her fikre, inanca ve dünya görüşüne eşit mesafede değil. Gittikçe otoriterleşiyor ve bu yolda kendine yakın olmayan tüm unsurları, düşünceleri ve yaşam biçimlerini ezip geçerken, fikirsel çeşitliliğe tahammülü olmayan ve kendi bağnaz saplantılarını topluma dayatan gerici unsurların da önünü açıyor, onları cesaretlendiriyor... Varsın konuşsunlar, semirsinler, güçlensinler demekle olmuyor. İBB’nin Feshane’de açtığı sergiye yapılan İslamo-faşist saldırı girişimi bir işaret fişeğidir. Bu marjinal potansiyelin önü alınmadığında neler olabileceğini daha birkaç gün önce sene-i devriyesini idrak ettiğimiz “Sivas Katliamı”ndan biliyoruz. Bu toprakların aydınlarını diri diri yakan azgınlığın, cezasızlık kültürünün de itkisiyle daha neler yapabileceğini öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor...
Elbette korkmuyoruz ve boyun eğmiyoruz... Ancak, tehlikeyi görüyoruz ve toplum adına endişe duyuyoruz.