Emre Alkin
Deneme, model ve tasarım aynı şey değildir…
Ekonomik faaliyetlerin çapı büyüdükçe kritik karar alıcıların işi zorlaşır. Çünkü sebep-sonuç ilişkileri birbirine karışmaya başlar. Ölçek küçükken alınan kararların sağladığı başarı, büyük ölçeklere ulaşıldığında yöneticileri yanlışa sürükleyebilir.
Mesela, ihracatçıların ulaştığı hacmi “ülkeye giren para” olarak nitelendirmek bu yanlışların başında geliyor. Artık dış ticarete konu olan firmaların faaliyetleri oldukça karmaşık hale geldi diyebiliriz. Kazançlarının ne kadarını yurt dışındaki tedarikçilere doğrudan ödedikleri, ne kadarını daha düşük maliyetli kredi alabilmek için yurt dışı iştiraklerin hesaplarında tuttukları, borç-alacak ilişkileri ve vadeleri detaylı şekilde incelenmedikçe, ihracat gelirleriyle ilgili doğru bir tasarrufta bulunmak mümkün olamaz.
Bu da yetmez. Çünkü bu inceleme “anlık” olarak yapılacağı için bir sonraki zaman diliminde ne olacağını bize göstermez, sadece bir fikir verebilir. Dolayısıyla “% 25’i TCMB’ye satılırsa ihracat gelirinden 62,5 milyar dolar doğrudan kasaya girer” yaklaşımı doğru değil.
Diğer taraftan Türkçemizde “elin taşıyla elin kuşunu vurmak” gibi bir deyim vardır. Ancak her konu için geçerli değildir. İhracatçıların döviz kredisi kullanması için getirilen yeni zorunluluk, arzu edilen sonucu yaratmayabilir. Yani, “ihracatçının dövizini bozdurma şartıyla döviz kredisi vermek” bir anlamda onların parasıyla onlara kredi açmak anlamına gelir ki, piyasa ekonomisiyle uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü ihracatçılar da dahil birçok firma bazı vadelerde ödemek zorunda oldukları döviz girdilerine karşı açık pozisyonda kalmamak için bu dövizleri tutmakta.
Anlaşılıyor ki Merkez Bankası’ndan yine “Biz takip ediyoruz kimin ne yaptığını” tarzında bir kestirmecilik tatbik ediliyor. Oradakilerin hesabına göre Kurumsal DTH’ların en az % 20 ‘si ihtiyaç amaçlı tutuluyor. Bu sebeple “kur korumalı hesaba dönsünler, sorun olmaz” diyerek döviz kredilerini şarta bağlı hale getirmişler. Büyük ihtimalle Merkez Bankası’ndaki teknisyenler kendilerine göre bir risk toleransı katsayısı hesaplamışlar ve buna göre “giren döviz-çıkan döviz” arasındaki dengeyi sağlayacak bir modelleme yapmışlar. Aklıma Leonardo Da Vinci’nin hiçbir zaman gerçeğe dönmemiş tasarımları geliyor. Hepsi de kâğıt üzerinde güzel gözüküyordu. Yalnız arada bir fark var.
KESTİRMECİLİK DOĞRU BİR YAKLAŞIM DEĞİLDİR…
Leonardo hiçbir zaman kabul edilebilir standartlarda bir eğitim almamıştı. Hayal gücünü kullanarak tasarımlar yapıyordu. Yaşadığı zaman süreci, bu tip yaklaşımlara cesaret veriyor ayrıca da gelir yaratabiliyordu. Bugün ise ekonomik zorlukların içindeyiz. Eğitimli insanların hayattan kopuk tasarımlar yapması en azından Leonardo Da Vinci’ye haksızlık olur. Çünkü onun düzenleyici otoritelerde çalışan arkadaşların onda biri kadar bile eğitimi yoktu. Belki de hayal gücü her yerde işe yaramıyor.
Tabii kestirmeci bir yaklaşımla “mevzuata dönüşünce mecburen uyacaklar” deniyor da olabilir. Ancak, geriye dönüp baktığımızda yan etkileri ekonomiye ve sektörlere zarar veren uygulamaların sayısının çokluğunu görüyoruz. Ayrıca bu tip uygulamalar mevzuattan kaldırılmadan “düzeltme” anlamında yenilerinin geldiğini de görüyoruz.
Tüm bunlar, 13,5 seviyesinde dengelenen dolar/TL ile alakalı endişeler taşındığını bize gösteriyor. Rezervler güçlenmeden hiç bir şekilde güvende olmayacağımız ortada. Firmalar da yavaş yavaş kendi maliyetlerini merkeze alan enflasyon endekslerini hazırlamaya başladılar. Herkes borcunu erteleyip alacağını çabuk tahsil etmek peşinde. İşletme sermayesi yokluğu çeken firmalar ise çok yüksek bir faiz yükünün altındalar, daha fazla kredi almaktan imtina ediyorlar. DTH’lerde ise arzu edilen çözülme gerçekleşmedi. Dolayısıyla kambiyo rejiminin serbestliğini zorlayacak öneriler geliştiriliyor.
Özetle; ekonomi, içine insan davranışlarının girdiği ve sebep-sonuç ilişkilerinin giderek karmaşıklaştığı bir bilim dalıdır. Veri tabanından çektiğimiz bilgileri yorumlarken mutlaka piyasalarda olan bitenden eksiksiz olarak haberdar olmalıyız diye düşünüyorum.