Mutlu Hesapçı
Bütün evler aydınlık olsun!
Yılmaz Erdoğan geçmişte biriktirdiği “Cebimde Kelimeler” dediği hikâyeleri bu kez ‘Aydınlıkevler’ oyunuyla anlatmaya devam ediyor.
İyi ki de devam ediyor...
Eğer yoksun, yoksul ve anlamlı hikâyelerimizi kendinden yola çıkarak gün ışığına çıkartmasa bu kötüleşen dünyaya, insanlığa nasıl dayanabiliriz bilemiyorum.
Yılmaz Erdoğan’ı son dönemlerde siyaseten eleştirenlerin ki buna ben de dâhil; geçmişin masalsı tadında ilerleyerek duygu yüklü hikâyesinde birleştirdiği ‘Aydınlıkevler’ oyununu izleyince anlıyorsunuz ki kendisi bu kadar eleştirilmeyi hak etmiyor. Çünkü büyük resmin içinde aslında hepimize oyununda rol vererek her şeyi kalemiyle söylemeyi tercih ediyor ve bizi geçmişimizle baş başa bırakıyor... Öyle ki hepimizi bu güzel hikâyede birleştirmeyi de ustalıkla başarıyor.
Hayatı sobalı evlerde geçen uzun bir geçmişe sahip kuşaklarız biz. Çok kuşak öncesine gitmeye gerek yok; ucundan, kıyısından hepimiz biliyoruz o dönemleri. Ve mutlaka bir aile büyüğümüzle birlikte geçirdiğimiz çocukluğumuz ve bir mahallemiz var. Oyun her ne kadar 1975’ten başlasa da yıl çok fark etmiyor, hepimiz bir şekilde yaşadık ve yakaladık o yılları.
Kömürün iyisini bulmak ve ısınmak üzerine geçen zamanlar ama üşümemize rağmen birbirimizle ısınmayı başardığımız o güzel sevgi dolu yıllar…
Babaannemizin, ananemizin, dedelerimizin hikâyeleriyle aile olmayı sevdiğimiz ve çocuğum, torunum yeter ki okusun diye her türlü fedakârlığın yapıldığı ama evlerden dışarı çıktığımızda huzuru bulamadığımız, oyunda geçen cümle gibi “çirkin hayatımızın tipsiz gerçeği” dönemler.
Pencerenin dışından baktığımızda gördüğümüz aşılmaz duvarlar ve manzaramıza konan birileri ki o birileri sürekli değişti ama hep varlar ve biz duvarlara özgürlük yazıları yazarken aslında hep o duvarın arkasındakileri merak ettik. Onlarsa o ördükleri duvarın arkasında bizim ne yaşadığımızı merak etmediler ve bilmediler de. Ama bu yok sayılmaktan en çok etkilenen büyüklerimiz oldu. Oyundaki babaannemiz değişen iklimin ve siyasi konjonktürün içinde kendine yer bulmaya çalıştıkça bir yerde yoruldu, bulduğu çözüm yolu ise çok gerçekti... Eski zengin günlerinin içinde yaşamaya devam ederek babasının hayaliyle; sayıldığı, sevildiği anılarını anlatarak hatırlamaya ve hatırlatmaya çalıştı. Baktı o da olmuyor tıpkı benim babaannem ve ananemin yaptığı gibi kendini şeker içer gibi ilaç içmeye verdi diyebilirim.
O kadar gerçek ki!
Amerikaların küçücük top peşinde oyun oynadıkları düşünülürse babaannemizin yaptığı Oscar’lık oyun, kaldı ki Demet Akbağ zaten Oscar’lık oyuncu.
Amerika sen ölçüt değilsin...
Tamam zamanında Levi’s kot almak için ben de kuyruğa girmiş olabilirim, olur böyle şeyler!
Penceresinde manzarasız kalan babaanne yeşilliklerin içinde, doğanın kucağında ve bir atın üstünde özgürce çocukluğuna dönerken, bu zenginlikte bir hayal gücü varken Allah’ın Amerikalısı küçük bir topu çimenlerin içinde deliğe sokma derdinde! Kim zengin bu durumda, tabii ki babaannemiz Zühre! Torunumuz Ayhan ise şanslı çünkü böyle bir babaanneye sahip, daha ne ister ki insan hayattan değil mi? Fakire ambargoymuş hadi oradan deme gücünde bizimkiler tabii ki. Bütün çabaları aslında üşümemek için; formülü de bulmuşlar hak, adalet, sevgi ve aşk.
Yılmaz Erdoğan dönüp dolaşıp aşka dayandırıyor hayatı, sanki içinden aşk geçmeyen her şey yavan ki bence de öyle. Yoksa aşk olmadan nasıl hayat geçer ki?
Oyunu izlerken ressam Süreyya o diyorsunuz ki o bence, çocukluğu da Ayhan aslında ve kendinden izler taşıyor bu iki karakter de. Su gibi güzel Sülün’e âşık olmak hayatın güzelliği elbette yoksa nasıl hayal kurabilir ki insan. Güzele bakmak sevaptır derler, âşık olmak da normal tabii ki bu durumda. Ama aşkta anlamlı tek durum vardır, oyunda Süreyya’nın dediği gibi; “Yaptığın söylediğin ile aynı, söylediğin yaptığınla aynı olmalı”...
Felsefe hocamın dediği gibi aynı ışık süzmesinden çıkmalı sözlerin ve eylemin bak işte o zaman aşk olur! Çünkü bütün çaba üşümemek ve aşkın sıcaklığında ısınabilmektir.
Oyunda dış güçler Amerikalılar gibi görünse de dış güçler aslında duvarlar. Hepimizin birbirimize ördüğü duvarlar ve benim bahçeme bakmasın durumu.
O kadar yalnızlaştık ve o kadar korkuyoruz ki artık her birimiz birbirimizin dış gücü olduk bile.
Babaannemizin duvarları yıktığı bir hikâye de artık bize umut olamıyor günümüzde maalesef.
Yine oyunda geçen bir cümle bir duvar gibi yüzümüze çarpıyor; “Bu dünyada hiç kimse, kimse için bir şey yapmıyor”... Ama oyundaki hikâyenin güzelliği ve iyiliği bizi kurtarıyor, oyundan çıkarken herkes birbiriyle bir şey yapmak istiyor. O anda golf sahasında evcilik ve futbol oynayacak çocuklara dönüşüyoruz hatta eve gidip hayal kurup resim de yapabiliriz kıvamına geliyoruz.
Söyleyecek oyundan güzel bir cümle kalıyor yine düşüncemizde, dillendirirsek daha da güzelleşecek değil mi Süreyya; “Gerçekler onlarınsa, düşler bizimdir”...