Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

BEN ARTIK İNSAN HAKİKATİNİN GÖRÜLMESİNİ İSTİYORUM!

Bir cinayetten yola çıkarak her şeyi sorguladığım bir okuma zamanı oldu benim için. Mitolojinin eşlik ettiği hikayede kendini bulma arayışında insanın gücünde çaresizliği gözler önüne serilirken aslında tarihin içinde kendine yer bulmaya çalışan bir şeye dönüşüyordu her şey. Tarihinden, coğrafyasından, geçmişinden, ailesinden, annesinden, babasından, doğadan, inandığı yaratıcıdan bağımsız yaşanmıyordu hayat. Ötekileştirdiğimiz ve dışladığımız her şey dönüp dolaşıp bir yerde karşımıza çıkıyordu. Kayıp bir neslin çocukları olmak istemedikçe kendimizi kaybettik. Coğrafya kaderindir diyerek bize ve kendimize ait olana, değerlere sahip çıkamadık. Oysa o kader dediğimiz coğrafya ne muazzam bir şeydi göremedik. Bir çağ eleştirisi ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ her şeyle bir yüzleşme ama aynı zamanda içinde bir yolculukla beraber yollara düşme kitabı. Ahmet Ümit’in kitaplarında yıllardır yolculuk yapmak çok anlamlı ve her kitabından sonra iz bırakan bir duyguda kalmanın duygusu bambaşka. Altı çizilen satırlardan yola çıkarak kendi hayatında kalan tatların etkisi ise anlatılmaz Ahmet Ümit okuyanlar bilir.  ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde kaybettiğiniz her şeyi bulmanız ve yüzleşmeniz dileğiyle! Sağlıklı ve mutlu pazarlar dileriz.

AHMET UMIT / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN RADIKAL KITAP

Kaç yıl üzerinde çalıştığınız bir projeydi, kitap yeni çıktı neler hissediyorsunuz?

İlk kez 2007 yılında Berlin’de romana konu olan Pergamon Altarı’nı Bergama Müzesi’nde gördüm ve çok etkilendim. Şöyle etkilendim; müthiş bir dini mekan, yapıt ve anıt diğer yandan çok üzüldüm Bergama’dan götürülmüş Almanya’da sergileniyor ve adamlar Avrupa’nın iki büyük arkeoloji müzesini yapmışlar bu müthiş bir şey. Sonra aradan dört yıl geçti psikologlar beni Bergama’ya davet ettiler orada tarihi bir mekanda konferans verdim ardından da Antik Pergamon’u gezdik. Ve o gün 2011 yılında bunu yazmaya karar verdim. O günden bugüne pek çok roman yazdım tabii ama bir yandan bilgi biriktiriyorum bir yandan Berlin’e gidiyorum bu roman nasıl olmalı diye düşünüyorum bir yandan Bergama’ya gidiyorum yani hep aklımda bu. Kitap üzerine dört yıldır çok yoğunlaştım o yüzden Berlin’e daha sık gitmeye ve orada yaşamaya başladım. Bergama’ya daha sık gitmeye başladım giderek kurguyu oluşturdum. Bu romanı anlatacaksam Berlin’de olmalı, Berlin’de başlamalı “bu benim içinde farklı bir anlatım olur” dedim. Romanlarımda genellikle Kar Kokusu’nu saymazsak Türkiye’yi anlatıyorum, bu kitapta Berlin var. Bir Türk olarak bir Alman şehrini anlatmak benim için zordu bir meydan okumaydı açıkçası ve çok korkuyordum. Bunu yazdım ama acaba sakil mi kaçar turist gibi mi yazıyorum diye Almanya’daki dostlara kitap yayınlanmadan önce gönderdim okuttum “onlar olmuş çok iyi anlatmışsın” dediler. Kitap 10 yıllık bir süreç evet şimdi kitap bitti ve okurlarla buluştu. Bu roman yazılırken okurlarıma sosyal mecralardan fotoğraflarla ve bilgilerle adım adım Berlin’i, Pergamon’u, romanın hikayesini ve yazılma sürecini anlattım aslında. Bir tür uzun zamana yayılmış roman bienali yaşadık. Bu benim 14. romanım 28. kitabım bütün okurlar kitabı alıp fotoğraflarını gönderiyorlar inanılmaz bir tutku var ve ilk kez başıma bu geliyor açıkçası. Daha önceki kitaplarım da büyük ilgi gördü şimdi bu kitapta daha değişik bir hava var gibi bilmiyorum. Tabii pandemi koşullarında ilk kez bir kitap çıkarıyoruz zor onun getirdiği bir heyecan var ama ne olursa olsun o kısmını boş ver bu roman yazma sürecinde çok iyi vakit geçirdim, çok fazla yer gezdim, çok fazla bilgiye sahip oldum ve okudum. Şu anda da sanırım insanlarda duyarlılık uyandıracak kalıcı bir eser bıraktım duygusu içerisindeyim, bu nedenle biraz yorgun ama huzurlu ve mutluyum.

Pergamon ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden biri

Berlin’e gittiniz kafanızda bir şey oluştu peki ardından Bergama’ya gitmeniz tesadüf mü oldu?

Tümüyle tesadüf bir rastlantı sonucu oldu birbiriyle hiç alakası yok. Oradaki psikologlar Ahmet Bey romancı ve onun romanlarında psikoloji yoğun bir şekilde yer alıyor biz de burada bir konferans düzenleyelim diyerek beni davet ettiler, iyi ki etmişler çünkü tam ikisi birleşmiş oldu. Bir yandan 1878 yılında Berlin’e götürülmüş muhteşem bir anıt 2007 yılında onu görüyorum sonra 2011 yılında bu daveti alıyorum ve orada artık bu romanı yazmaya karar veriyorum. Pergamon gerçekten olağanüstü bir şehir mutlaka gidip görülmesi gereken çok görkemli bir kalenin üzerinde yer alıyor bütün Bakırçay Ovası’na hakim olağanüstü bir yer. Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden biri ama Berlin’e de gidin benim kitabımı okursanız bence önce Pergamos-Berlin bunun arasında bir seyahat yapın. Pandemi izin verse aslında okurlarıma böyle bir gezi yaptırabilirdim eğer Eylül’e doğru bir açılma olursa böyle bir gezi yaptırmayı da çok isterim.

Türkiye’deki bağları azalıyor onlar kendilerini Alman gibi hissediyorlar

Kitapta bahsettiğiniz bu yerler gerçekten var mı Berlin’e gittim ama detaylı gezemedim. Romandaki yerlerin ve karakterlerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Karakterler kurgu tabii mitolojik bir Tanrı Zeus’un dışında. Berlin’de Tartaros Tiyatrosu dışındaki her şey gerçek. İstanbul Hatırası’nda yazdığım gibi sokak sokak Berlin’i yazdım orada anlattığım bütün köprüler, anıtlar, meydanlar hatta kafeler hepsi gerçektir ve birebir orada yaşadım, insanlarla konuştum orada güneşin doğuşunu ve batışını, yağmurun yağışını her şeyi gördüm. Yükselen Nazi tehdidi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gerçektir. Türkiye kökenli işçilerinin yaşadığı o kültürel kimlik bunalımı, kendilerini arayışları bu yıl göçün 60. yıl dönümü. Almanya’da o insanlar üçüncü kuşak artık, yani ilk gidenler onların çocukları şimdi onların torunları, onlar artık Alman ve kendilerini Alman hissediyorlar. Yani evde Türkçe öğrenseler de anneleri ve babalarının hala Türkiye ile bağları olsa da artık dedeleri ölmeye başlıyor. Türkiye’deki bağları azalıyor onlar kendilerini Alman gibi hissediyorlar. Fakat ne yazık ki Alman Hükümeti ve Almanya’daki ırkçılar Neo Naziler onlara rahat yüzü vermiyor onları her aşamada tehdit ediyorlar, öldürüyorlar, taciz ediyorlar maalesef böyle bir tehlike de var.

Çok katmanlı bir romandan söz ediyoruz

Berlin ve orada gördüğünüz anıt sizi neden bu kadar etkiledi ki üzerine bu değerli romanı yazdınız?

Pergamon Anıtı alışıldık tapınaklardan farklı diğer bildiğimiz tapınaklar çatılı ve sütunları olan tapınaklar ama bu öyle değil yapısı bambaşka üzerinde kabartmalar romanın da konusu olan Devlerle Tanrıların Savaşı. O kabartmalar adeta bir çizgi roman bize Devlerle Tanrıların savaşını anlatıyor. O heykel işçiliği dönemin en yüksek işçiliği ve o dönem ki Pergamon M.Ö 2150 yılından söz ediyoruz Atina ile baş ölçüşebilecek bir yetkinlikte bir şehirden söz ediyoruz. Atina Helenistik dünyanın başkenti bir de Babil var aşağıda ama burada Pergamon muhteşem şehirlerden olağanüstü şehirlerden biri bir başkent. Anadolu’daki Helenistik bir başkent bu anlamda çok önemli ve çok zengin bir kültürü temsil ediyor, bu bir kere beni çok etkiledi bunu anlatmak ve yazmak istedim. Berlin’e gelince Berlin klasik Alman şehirlerinden çok farklı Almanya şöyle bir yerdir örneğin Frankfurt, Münih, Hamburg‘ta saat dokuzdan sonra sakinleşir kimse sokaklara çıkmaz ama Berlin sanki bir İstanbul, bir New York, Londra gibi 24 saat yaşayan bir şehir ve kozmopolit. Göçmenler gelmiş oraya yani şöyle söyleyeyim Berlin’de Türkçe konuşarak Almanca öğrenmeden yaşayabilirsiniz o kadar çok Türk var. Aynı zamanda bir sanat merkezi bütün marjinal sanat grupları orada, eşcinseller için çok önemli bir merkez. Orası Avrupa’nın şu anda başkenti olmaya aday böyle bir şehirden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu şehir benim ilgimi çok çekti ve o yüzden hem Pergomon Altarı nedeniyle hem de Berlin’in böyle kozmopolit bir yapısı nedeniyle yazmaya değer buldum ve romanımı oradan başlatmak istedim. Çünkü aynı zamanda Berlin Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla beraber dünyada büyük bir tarihsel kırılma yaşandı 21.yy sonunda tarihin kırıldığı yerlerden bir tanesi.  Ben bunu bir Türk ailesinden yola çıkarak anlatmak istedim. Ölmez ailesinden bu tarihsel kırılmanın, duvarın yıkılması Doğu ve Batı Berlin’in birleşmesiyle olan bir vaka. Bu durumu Ölmez ailesinden yola çıkarak cinayetler yoluyla anlatmak istedim. Ama bunu yaparken aynı zamanda Pergaman Altarı’ndaki duvarlarında yer alan mitolojik hikayeyi Zeus’un ağzından yani bir pagan mitolojik bir tanrının ağzından insanlara antik Yunan mitolojisini anlatmak istedim. Dolayısıyla bu kitabı okurken bir yandan merakla bir cinayeti çözmeye çalışıyorsunuz, bir yandan da Pergamon’un hikayesini öğreniyorsunuz ama bir yandan da antik Yunan mitolojisinin alfabesini öğreniyorsunuz. Çok katmanlı bir romandan söz ediyoruz.

Romanın ana meselelerinden bir tanesi de babalar ve oğullar, erkekler ve kadınlar

Kesinlikle çok katmanlı bir roman bir yanda mitolojiyi öğreniyorsunuz, bir yandan seyahat etme isteği uyandırıyor Berlin’e ve Bergama’ya gitmek istiyorsunuz. Bir de tabii içindeki mesele de çok önemli. İnsanların ailelerinden getirdikleri genlerden, kuşaklardan, tarihsel süreçten bağımsız olamayacakları aslında kaderlerinin bu şekilde oluştuğu gibi bir duygu da geçti. Bu noktada öncelikle kitaptaki babalar ve oğullarından yola çıkarak insanın geçmişi hep peşinden mi geliyor?

Çok doğru aslında romanın ana meselelerinden bir tanesi de babalar ve oğullar, erkekler ve kadınlar. Romanda babalar ve oğulları hem Ölmez ailesi içindeki çatışmada görüyoruz hem Zeus’un babası Kronos’u yenmesinde Kronos’un babası Uranos’u yenmesinde görüyoruz. Ama özellikle mitolojik bölümde başka bir şey daha görüyoruz anaerkil dönemin ana tanrıça Gaia döneminin bitmesi yani Zeus’la beraber ataerkil tanrılar döneminin başlaması. Çünkü başta Gaia var toprak ana ve bir kadın, Gaia Uranos’u yaratıyor yani aslında hakim olan kraliçe, belirleyici olan o. İlk başta Gaia Uranos’u çoğalmak için kendi erkeğini yaratıyor sonra Uranos çocuklarını ortadan kaldırdığı için oğlu Kronos’la beraber kocasını tahttan indiriyor. Aslında orda da hala başa başlar sonra Kronos’ta bu sefer çocuklarına zulüm edince onu da torunu vasıtasıyla iktidardan indiriyor ama bu sefer maalesef torunu çok acımasız çıkıyor ve onu tümüyle iktidardan uzaklaştırıyor. Öteki iki erkek de Uranos ve Kronos’da aslında Gaia’ya gücünü yarı yarıya kaybediyor, Zeus’ta tamamen kaybediyor. Dolayısıyla romanın aslında mitolojik olarak da ana tanrıçadan ata tanrıya yani Zeus’a geçişi anlattığını da söyleyebiliriz. Çünkü bizde de çok önemlidir ilk başta ana tanrıça var, bir kadın yani topraktan çıkan bir ana tanrıçamız var toprak ana diyoruz biz ona sonra onun yerini erkek tanrılar almaya başlıyor, roman bir anlamda bunu da anlatıyor aslında.

İktidarın olduğu her yerde mutlaka kötülük oluyor

Bir ana tanrıça olan kadın doğuruyor ve onun güçlü olduğu bir durum var ama gücünü kendi elleriyle teslim ediyor. Annelerin oğullarına kıyamamaları, bir nesil devam ettirmek var ama sanırım orada iktidar savaşı önemli. Toprak ana ne kadar güçlü olursa olsun erkekler bir şekilde gücü ele alıp iktidar savaşında kötülük mü bulaşıyor her şeye?

Kötülük bulaştığı kesin. İktidarın olduğu her yerde mutlaka kötülük oluyor yani en adil sistemi savunanlar bile mutlaka iş başına geldikleri zaman kötü oluyorlar. Kronos da benim düzenimde adalet, hak olacak diyor ama gelir gelmez değiştiriyor, Zeus aynı şekilde güya adaleti ve medeniyeti temsil ediyor ama o da inanılmaz acımasız kendi torununu öldürüyor. Yani iktidar demek iktidar kanla beslenen bir organizmadır ve mutlaka çürütür evet romanın bir anlamda bir metinde bir yanı da bu. Ve aslında günümüzde de topluma baktığımız zaman, aileye baktığımız zaman biz aynı şekilde erkek kadın bağlamında baktığımızda erkeğin iktidarı ele geçirmiş olduğunu görüyoruz ve bunun aslında bugünkü toplumumuzdaki sağlıksız yapının nedenlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kadın özgür değilse erkeğin özgür olması mümkün değildir, kadın özgür değilse çocukların iyi yetiştirilmesi mümkün değildir. Kadın özgür değilse burada gerçek bir aşktan söz etmek, o ailede sevgiden bahsetmek, çocukların sağlıklı büyümesinden bahsetmek mümkün değildir ve kadın aklının, kadın emeğinin, kadın yaratıcılığının olmadığı ve yeterince yararlanılmadığı toplumların gelişebilmesi mümkün değildir mutlaka bir eksiklik vardır. Bence yaşadığımız sorun ataerkil yapıdan bu yana yaşadığımız sorunların temelinde biraz da kadınların ikinci sınıf olarak görülmeye çalışılması ve dışlanması yatmaktadır.

Hakikat o değil ki

Gaia’dan daha toparlayıcı olmasını bekledim.

Hakikat o değil ki

Kadın uyanışının kadının toplumda eşitlik, adil, haklı bir şekilde yer almasının önüne asla geçemeyecekler

O kadın da teslim oluyor iktidara, oğluna, kocasına zaafları var. Sonra değişiyor her şey bir şey oluyor sistemin içinde…

Hakikat bu olduğu için ben bunu yazmak zorundaydım. Keşke tersi olsaydı keşke kadınlar ayaklansaydı. Aradan bunca 2150 yıl geçti günümüzde şimdi kadınlar “bir dakika, istemiyoruz, biz kendi ayaklarımızın üzerinde dururuz” diyorlar. Dünyanın her yerinde ve bizim ülkemizde o yüzden de öldürülüyorlar. Türkiye’de kadın cinayetlerinin bu kadar artmasının nedeni Gaia’nın artık yeter demesi ve karşı çıkması. Bunu kabul edemeyen erkekler kadınları öldürmeye kalkıyorlar ama bunun önüne geçemeyecekler. Kadın uyanışının kadının toplumda eşitlik, adil, haklı bir şekilde yer almasının önüne asla geçemeyecekler ve geçmemeleri lazım. Asıl o zaman dediğim daha iyi bir toplum, daha sağlam, daha özgür, daha kişilikli, daha kimlikli bir toplum kurmanın bir tek yolu var; kadınların kendi özgürlüklerini kazanmış olmaları. Çünkü Gaia mitolojik bir hikaye ama aynı zamanda bütün mitolojik hikaye Zeus’u da o mitolojiyi de yaratan insanlar. Bir üst düzeyde din ve inanç bağlamında böyle bir sistem kurmuşlar. Dolayısıyla o toplumdaki kadınların yerini de anlatıyor bu hikaye. O günden bu yana kadınlar böyle bir süreçte yaşadılar ama artık özgürlüklerine kavuşma süreci de başladı bence bunun önüne de kimse geçemeyecek diye düşünüyorum.

Bu roman bir anlamda bu çağın bir eleştirisi

Kitapta bir sürü dert ve mesele var. Duyarlı olan insanlar için orada bir faşizm, ırkçılık meselesi, yabancı düşmanlığı var geçmişteki Yahudi soykırımı meselesi ve Almanya’nın tarihi ile yüzleşmesini yaşatmışsınız. Bir taraftan tarihi eserlere sahip çıkamama durumu ailenin arafta kalıp da kendi yurdunda sürgünsün hikayesinde solculuk meselesi var. Bu çatıyı kurarken nasıl düşündünüz aslında tam da bu dönemde yüzleşmemiz gereken hassas olduğumuz bütün meseleleri anlatmışsınız ve bir misyonu da var kitabın. Bu anlamda neler söylersiniz?

Aslında şöyle katilimizin ismini vermeyelim ama katilimizin finalde yaptığı konuşma bence bütün bu meseleyi anlatıyor öyle bir medeniyet yarattık. Zeus diyor ki; “artık bir medeniyet başlıyor”  bugün bu medeniyete baktığımızda ne yazık ki bizim için artık bir cehenneme dönüşmüş durumda. İnsanlar birbirlerine zulüm ediyorlar. Almanya azınlık diye Türk’e zulüm ediyor, Türkiye’de azınlık diye kim varsa gücümüz kime yeterse zulüm ediyoruz. Kadınlardan nefret ediyorsak kadınlara, eşcinsellerden nefret ediyorsak eşcinsellere, doğa kirleniyor bencillik almış başını gidiyor zulüm her yerde devam ediyor. Dünya ne yazık ki bu modernite ve uygarlık dediğimiz şey bugün hiç iç açıcı bir yere gelmemiş kötü bir yere gelmiş. Aslında evet bu roman bir anlamda bunun, bu çağın eleştirisi o yüzden katilimiz kendini Tanrı olarak görmeye başlıyor yani bıktım sizden diyor. Cervantes Don Kişot’u yarattı çünkü Don Kişot delirmişti. Neye delirdi çünkü gördüğü toplum riyakârdı, alçaktı, bencildi, o eski şövalye toplumundaki değerler ortadan kalkmıştı. Aşk aşk olmayı yitirmişti başka bir şeye dönüşmüştü kadın meta olarak görülüyordu. İnsanlar para, pul, şöhret için her türlü yalakalığı yapıyorlardı her türlü alçalmaya gidiyorlardı. Onun üzerine Don Kişot birden bire dedi ki; “ben şövalyeyim”. Bitmiş bir çağın şövalyesi oldu Don Kişot, benim kahramanım bu romandaki katil de o kadar yozlaşma, o kadar kötülük, kendi ailesinden gelen kötülük de var tabii bütün bu hikaye içerisinde öyle bir yere geldi ki “ben sizi istemiyorum ve ben Tanrı Zeus oluyorum” diyerek Pergoman Altarı ilişkisi nedeniyle buraya döndü ve kaçtı aslında. Evet çok güzel bir şey söyledin Mutlu aslında bu mesele aynı zamanda bir çağ eleştirisi sadece bir Türk toplum eleştirisi değil. Almanya’yı anlatmamım nedeni de o aslında bir uygarlık eleştirisi ve bu uygarlık eleştirisini yaparken de 2150 yıl öncesinden bugüne kadar geçen bir zaman dilimini resimleyerek anlatmaya çalıştım bu tabii çok derinlik katıyor metne yani sadece günümüzde geçen bir hikaye olabilirdi evet ama dönüp geçmişe baktığımızda o insanın ne olduğunu görüyor. Orada PrometheusZeus’a “insanlara dikkat edin, bunlar tekin yaratıklar değil” diyor işte asıl özet cümle bu. Bir yazar olarak bunu neden yapıyorum çünkü ben artık insan hakikatinin görülmesini istiyorum. İnsan iyi bir varlık değil, kötü bir varlık da değil eğer eğitilirse doğru bir eğitim alırsa, aç kalmazsa, yoksul kalmazsa bunun üzerinden eğitim alırsa iyi olabilir ama doğuştan iyi değil, doğuştan kötü de değil. Bu gerçeği görmemiz lazım bu gerçek bize neyi sağlayacak? Bana değil siyasetçiye, psikoloğa, sosyoloğa, ahlak adamına hatta din adamına öğretmenlere neyi sağlayacak şunu sağlayacak; elimizdeki malzeme deyim yerindeyse tırnak içinde malzeme böyle bir şey dolayısıyla bunu iyi yapmamız lazım. Bu iyi olmazsa dünya da kötü olacak, yok olacak ve dünyayı iyi yapmanın güzel bir yer haline getirmenin tek yolu insanın ihtiyaçlarını karşılamak kimsenin aç kalmaması, demokratik, hümanist, doğaya, öteki canlılara saygılı, insana saygılı bir insan yaratmak böyle bir kültür vermek ancak bunu verirsek dünya ve insanlık kurtulabilir. Bunun için önce doğru teşhis yapmak lazım o eski palavradan vazgeçmek lazım; insan iyidir, hoştur, güzeldir böyle olmadığını hepimiz biliyoruz herkes biliyor. Bütün dünya pratiğinde yok ettiğimiz dünya bunu biliyor. Ailemizle ilişkimize, arkadaşlarımızla ilişkimize, işverenimizle, siyasetle, bilimle ilişkimize, covide baktığımızda bu virüsü biz yarattık çünkü doğanın her tarafına saldırdık insan böyle bir mahluk. Covid elbette bitecek ama yeni covidler kapıda olabilir. Tümüyle insanın değişmesi gerekiyor ama bunun için önce doğru teşhis lazım o teşhis işte bu romanda.

AHMET UMIT / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN

En korkunç şey ölümlü olduğumuzu bilmemiz  

Mitolojik ve tarihi eserlerin ışığında getiriyorsunuz mevzuyu günümüze. Geçmişten bugüne bir şey değişmedi insanoğlu aynıydı bizim değişmemiz gerekiyor ki yaşıyorsak değişmeliyiz. Burada ölümlü olma, ölümsüz olma, Tanrı, kurtarıcı kavramları ve hikayeleri de var. Hepimiz bir noktada kurtarıcı bekliyoruz, Tanrılar yaratabiliyoruz hayatta tutunacak bir şey bekliyoruz sonra kendimize bakmıyoruz. Ölümlü olarak kendimizi tanrı zannediyoruz gibi çıkmazlar da var. Kendime bir tanrı seçmek istesem Zeus falan derim ama bilemedim. Buradaki çelişkiden ve değindiğiniz durumdan bahseder misiniz?

İnsan için en korkunç şey öteki varlıklardan farklı olarak zeki bir varlık olduğumuz için en korkunç şey ölümlü olduğumuzu bilmemiz. Bir gün öleceğiz bunu biliyoruz ve bu çok korkunç bir travma o nedenle hep ölümsüzlük peşindeyiz. Öleceğiz ama aslında ölmeyeceğiz öteki dünya var orada cennet cehennem var. Bütün mitolojilerde ve bütün tek tanrılı dinlerde ölümden sonra bir hayat var. Çünkü ölümlü olmayı, yok olmayı biliyor ama ondan sonra yok olacağım biteceğim diyerek bunu insan sindiremiyor. Zeus da aslında bir tanrı olarak bunu sindirememiş “beni unuttunuz 2000 yıl önce bana tapıyordunuz şimdi bana tapmıyorsunuz” diye bu duruma çok sinirleniyor. Bana sorarsanız benim oradaki simge tanrım Dionysos ile Apollon sanat tanrıları. İkisi de sanat tanrısı olduğu için ben bu ikisini tercih ederim. Çünkü bizi ölümsüz yapacak bir şey varsa tek yolu sanattır, o da ölümsüz dediğimiz şey simgesel eserlerimizim kalması.

İyileştirecek olan insanı sanat

İnsanı iyileştirecek olan da sanat değil mi?

Çok doğru iyileştirecek olan da insanı sanat.

İnsan kendi kurtuluşu için ona iyi senaryolar yazacak birini arıyor

Tanrılar değişiyor ama insan mutlaka tapacak bir şey buluyor

Tabii o çaresizliğimiz, o bizim çaresizliğimiz çünkü insan birey olmadığı için kendi kurtuluşu için ona iyi senaryolar yazacak birini arıyor. Yani biri çıksın Zeus, Hera, Apollon olabilir bu o kadar çok bela o kadar çok sıkıntı o kadar çok sorun var ki çıksın Tanrı beni korusun, bana bela hastalık zulüm neyse bunlar başıma gelmesin ve mutlu bir hayatımız olsun diye adaklar sunuyor. Zeus Altarı’nın amacı da o yukarıda bir ateş yanıyor ve siz Zeus’a bir hayvan kurban ediyorsunuz, o kurbanın en iyi tarafını yakıyorsunuz “benim için iyi şeyler düşün ve iyi şeyler yap” diyorsunuz bu insanın kendi kaderiyle başa çıkamamasıdır. Eğer insan bilince ulaşırsa o zaman sorun kalmayacak çünkü siz o zaman kendi kaderinizi yapacaksınız ama orda da tabii öyle bir şey ki bir mavi top boşlukta dönüyor ve başımıza ne geleceği belli değil. Sabah kalkıyoruz deprem olabilir, birden bire virüs çıkabilir. İşte o yüzden iyi senaryolar yazacak büyük bir varlık ihtiyacı insan da hep olmuştur.

Onlar yok ama içimizde yaşıyor ve onlara tapmaya devam ediyoruz

Belki de şöyle bir şey var herkes kendine göre inanç sisteminde adlandırdığı bir yaratıcıya inanabilir, kalbinden ve beyninden geçen bir inanç sistemi kurabilir. Ama bunun dışında para, mevki, statü, kadın, erkek bunlara tapmamak gerekiyor belki de mitolojik dönemdeki küçük tanrıcıkların yerini bunlar aldı ve sistemin içinde bunu yarattık gibi görünmüyor mu eskiden çok tanrılı da daha iyiymiş bir sürü farklı alandaki tanrılar varmış. Şimdi sistemin içinde tanrının dışındaki her şeye tapıyoruz.

Çok doğru. Aslında o zaman da tam bunların tanrıları var mesela Afrodit aşk tanrısı, hırsızlık tanrısı bile var o zaman da bunları yaratmışlar. Aslında evet onlar yok ama çok doğru içimizde yaşıyor ve onlara tapmaya devam ediyoruz. Aslolan bu değil tabii aslolan iyi olmak, adil olmak, dürüst olmak, insan hakkı yememek, doğaya saygılı olmak, öteki canlılara zulüm etmemek bence bizi insan yapacak şey bu değerler. Ve mutlu bir dünyayı ancak böyle kurabiliriz diye düşünüyorum.

Ama umudu asla kaybetmem

Denizler kusuyor, medyada ve siyaset üçgeninde kirlilik ve ilişkiler akıl alır gibi değil. Her şeyin patladığı açığa çıktığı bir süreç yaşıyoruz. Bu patlama yaşansın ki kussun her şey yenilensin diye bir umut da taşımaktayım siz umutlu musunuz?

Aynı şekilde düşünüyorum ama bu kendiliğinden gelmeyecek. Benim söylemek istediğim asıl mesele insanların bunun için ayağa kalkması yani dibi buluyoruz, giderek korkutucu bir şekilde dibin dibine gidiyoruz ama insanlar çıkıp da bir dakika yeter böyle yaşanmaz.  Böyle bir kültür, böyle bir anlayış hem insanlığı hem öteki canlıları hem yeryüzünü her şeyi yok ediyor sadece bizi yok etmiyor. Bu anlayış artık hakim olmalı,  insanlar yaşama ve hayatı savunma temelinde bir şeyler yapmalı, sokağa dökülsün demiyorum ama ben bir roman yazıyorum ve romanımda bunu anlatmak gereği hissediyorum. Başka bir şekilde de anlatabilirdim ama bu şekilde anlatıyorum ki görülsün bu resim bir tür çığlık, bir tür haykırış, bir tür tokat adına ne dersen de, bunu yapmamız lazım hepimizin kendimizce bunu yapmamız lazım. Bu olduğu zaman umutluyum çünkü insan değiştirebilir doğa Gaia toprak anamız çok bereketli ve kendini iyileştirebilir bu hala mümkün ama zaman daralıyor ve hakikaten harekete geçmek lazım, bir an önce harekete geçmek lazım. Ben kendim hasbelkader romanlarımda bu romanda da özellikle bunu anlatmayı tercih ettim ama umudu asla kaybetmem.

‘Gönüllü Unutkanlık’ korkunç bir şey onun yerine yüzleşmeyi öneriyorum

Kitabınızda “Gönüllü Unutkanlık” durumunu da anlatmışsınız gönüllü unutkanlık nasıl bir şey?

Bu Almanya’da çok yaygın bir şey çünkü Almanya 2. Dünya Savaşı’nda Naziler 70 milyon insanın ölümü, tüm bunlara neden olan bir parti, Hitler tek adam tek doğru benim diyen bir adam, Almanya’da tek inancı, tek sesi, tek düşünceyi getirdi. Ve sadece Almanya’yı mahvetmedi tüm dünyayı mahvetti. Bu hakikatle yüzleşmek yerine bundan utanç duymak, bunun karşısında yeniden uyanık olmak yerine unutmayı seçiyorlar bu çok yaygın o yüzden bu gönüllü unutkanlıktan vazgeçmek lazım. Bu sadece Almanya için geçerli değil bu aynı zamanda Türkiye, Amerika için geçerli. Amerika’da Kızılderililere yapılanları, siyahilere yapılanları unutmasalardı dünya böyle olmazdı. Bu bizim için de geçerli biz eğer Susurluk’la yeterince yüzleşseydik, devletin içinde karanlık çetelerle, devletin yaptığı yanlışlarla yüzleşseydik bugün Sedat Peker çıkıp bütün o devletin karanlık kirli yüzlerini tekrar bize ifşa etmek durumunda kalmazdı. Yani ‘Gönüllü Unutkanlık’ korkunç bir şey onun yerine yüzleşmeyi öneriyorum. Yüzleşmek lazım, kötülükle yüzleşmek, kötülüğü kim yaptıysa toplumsal olarak, devlet olarak, kurum olarak, birey olarak kim yaptıysa bununla yüzleşmesi lazım. Bununla yüzleşirsek gelecekte bu kötülükler olmayacaktır.

Elimizdeki eserlere sahip çıkalım ve bir tarih bilinci oluşturalım

Ülkemize ait tarihi eserlerimizin yurt dışına çıkartılmasına çok üzüldünüz mü, bu konu ara ara gündeme gelir ki biz var olanı da koruyamıyoruz maalesef ama bu topraklardan taşınması, gitmesi ve tarihin yok olması çok üzücü. Biz bunun anlamını çok iyi anlayamıyoruz ama kitabınızda okuyunca daha net algıladım.  

Doğru, çok üzüldüm bu romanın yazılma nedenlerinden biri de budur aslında. Türkiye bir açık hava müzesi ve olağanüstü tarihi eserlere sahip. Ve ne yazık ki şu anda eserlerimizin önemli bir kısmı British Museum’da, Paris’te Louvre’da ve Berlin’e götürülen Pergamon Müzesi’nde bu beni çok üzüyor. Bu kitap da biraz bunu sağlamaya yönelik yani öyle bir bilinç oluşturalım ki eserleri getiremesek de alamasak bile en azından elimizdeki eserlere sahip çıkalım ve bir tarih bilinci oluşturalım. Çünkü bu topraklarda ne varsa 200 bin yıllık ne varsa hepsi bizim kaynağımız, kültürümüz, soyumuz evet bugün çoğunlukla bu ülkede Türkler, Kürtler, Müslümanlar yaşıyor ama Hristiyan, Yahudi vatandaşlarımız da var. Eskiden daha yoğun çok kozmopolitti ne olursak olalım aslında bizim köklerimiz ta Antik Yunan’a Roma’ya Doğu Roma’ya Selçuklu’ya Osmanlı’ya Likya’ya Frigya’ya bütün o büyük uygarlıkların hepsine uzanıyor. Bu da bizi aslında dünya vatandaşı yapıyor bunun farkına varmak çok önemli. Bu uygarlıklar dünya temelini belirleyen uygarlıklar. O yüzden o kadar önemli ve kıymetli ki yeryüzünde böyle bir ülke yok. Böyle bir toprak parçası yok fakat acı olan şu biz bunun farkında değiliz.

Tarihi, çağı, ülkeni, aileni ve kendini tanı

“Kayıp Tanrılar Ülkesi” kitabının duygusu ve hikayesine dair neler söylersiniz?

Bu kitap aslında çok katmanlı bir kitap pek çok sorunu anlatıyor; yabancı düşmanlığı, ötekileştirme, kadın hareketi, arkeolojiye sahip çıkmak, ülkemizin derin tarihi, tarihine sahip çıkmayan tarihini bilmeyenin geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz gibi bütün bunları anlatıyor. Ama aslında bu roman bence insanlara şunu anlatıyor; kendimizi tanımalıyız, kendimizi ve hakikatimizi tanıdığımızda iş bitmeyecek çünkü bu hakikat çok güzel olmayabilir, kötü de değil güzel olmayabilir asıl bunu tanıdıktan sonra ne yapacağız bu çok önemli. O yüzden kendimizi tanımak, tarihimizi, tarihte geçmişte neydik bunu tanımaktan geçiyor. Kendimizi tanımak çağımızı tanımaktan geçiyor, kendimizi tanımak ülkemizi tanımaktan ve ailemizi tanımaktan geçiyor. Bu romanın amacı ve masajı budur. Tarihi, çağı, ülkeni, aileni ve kendini tanı!

Bu yıllar çok güzel geçti sadece başarı değil anlamlı bir hayat

Yıllar nasıl geçti Ahmet Bey ilk başladığınız zamandan baktığınızda neler hissediyorsunuz?  

Yıllar çalışmayla geçti siz de bu süreci zaten çok iyi biliyorsunuz. 1982 yılında bu yana yazıyorum ben yaklaşık 40 yıl olmuş. 40 yıla 28 kitap sığdırdık 14 roman ve bunlar artık Türkiye’de en çok satan sağ olsun milyonlarca okuru olan kitaplar. Dünyada 32 farklı dilde yüzün üzerinde kitabı yayınlanmış bir yazarım bu çok güzel ama ben hala romanlarımı yazarken o amatör 22 yaşındaki Ahmet Ümit ruhunu koruyorum, korumaya çalışıyorum bu çok önemli çünkü. Hala ürküyorum hala korkuyorum kötü bir kitap mı çıkacak acaba, bunları yazıyorum evet planladım diyorum ama her seferinde aynı korkuyla aslında yazıyorum. Bu yıllar çok güzel geçti sadece başarı değil anlamlı bir hayat. 39 yıldır yazım, yazma süreci devam ediyor yepyeni bilgiler ediniyorum yazarken belki okurlarım bir sürü şey öğreniyor ama bende öğreniyorum. Evet yazarlık sanatını ve yazma sürecimi geliştiriyorum. Bu bana iyi bir hayat verdi, maddi manevi çok iyi bir hayat verdi. O nedenle edebiyat tanrısı varsa çok teşekkür etmem gerekiyor.

Yazarak yaşayabilen az sayıdaki yazarlardan biri haline geldim

Yazarak çok para kazanılıyor mu?

Okurlar bana şöyle söylediler “sen başka bir iş yapma Ahmet Ümit biz senin kitaplarını alacağız ve sen bize kitap yaz” bunu sağladılar onlara çok teşekkür ediyorum. Ben artık sadece yazarak yaşayabilen az sayıdaki yazarlardan biri haline geldim, bu çok kıymetli ve   sadece yazacağım kitaplarımı düşünebiliyorum. Şu faturayı ödeyeyim mi, ödemeyeyim mi düşünmüyorum artık sadece kitabın kurgusu, kitabın içeriği, kitabın karakterlerini düşünüyorum.

Hiç düşünmedim aklımın ucundan bile geçmedi

Başlangıç noktasına geldiğiniz zaman para kazanmadığınız dönemleri düşünün sadece yazarak para kazanacağım ki böyle bir ülkede yazarak para kazanmak zor ve farklı hedef kitlesinden her kesimden okurlara da ulaşmak çok önemli bir başarı. Bunu düşünmüş müydünüz, hayal etmiş miydiniz?

Hiç düşünmedim aklımın ucundan bile geçmedi. İlk yazdığım zaman zevk için yazıyordum ekmek parasını çıkartmak için başka işler yapıyordum aklımın ucundan geçmiyordu ama öyle büyük bir şey oldu ki benim de aklımın ucundan geçmeyenler oldu. İlk kitabım 1989 yılında yayınlandı bir şiir kitabı 600 adet sattı, Sis ve Gece 1996 yılında ilk polisiye romanım çok iyi bir kitaptır bir yıl boyunca 4000 bin adet sattı. Şimdi Sis ve Gece her yıl 15-20 bin adet satıyor. Hiç aklımın ucundan geçmezdi ama bundan şikayetçi değilim bu güzel bir şey.

Sevmeyi bilmeyen erkekler hakkında bir masal

Peki polisiye türünün dışında üzerinde çalıştığınız proje var mı?

Şu anda bir masal yazıyorum. Büyükler için bir masal ve sevmeyi bilmeyen erkekler hakkında bir masal, polisiye değil fantastik bir masal hikayesi.

BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Hayatta ben en çok babamı sevdim

Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk

Çarpı bacaklarıyla –ha düştü, ha düşecek—

Nasıl koşarsa ardından bir devin,

O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,

Geldi mi de gidici –hep, hepp acele işi!—

Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.

Atlastan bakardım nereye gitti,

Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,

40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbula,

Bi helâlaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!

Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,

Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin

Koştururken ardından o uçmaktaki devin,

Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için

Açıldı nefesim, fikrim, canevim.

Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi