Emre Alkin
Atatürkçü olmak
Atatürk'ün aramızdan ayrılışının matemini ilk günkü gibi idrak ederken, "yaşasaydı acaba ne isterdi veya ne istemezdi" diye aklımdan geçiriyorum.
Öncelikle aklıma gelen şu: “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir deha mutlaka eğitimli ve akıllı insanların mevcut olduğu bir yerde, herkesin bir orkestra gibi ahenk içinde çalışıp en güç işleri kolaylıkla başarmasını isterdi. Kişilerin kendi kaderlerini başkalarının eline bırakmalarını istemeyeceği için, katılımcı bir yönetim anlayışını kurgulardı. Tıpkı 29 Ekim’de yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinde olduğu gibi.
Buradan hareketle şunu net olarak söyleyebilirim:
Kabiliyete uygun görevlendirmelerin yapıldığı, çalışan ile çalışmayanın birbirinden kolayca ayrıldığı, kişileri değil işi kontrol eden yöneticilerin var olduğu, az zamanda çok işler başaran, çarpıcı-sıra dışı-marifetli tasarımlar için özgür düşünceyi benimseyen, taleplerine dolambaçlı yollardan değil dürüstlük içinde ulaşmak isteyen, vazifesini yaparken onay beklemeyen ve gerekirse inisiyatif alabilen kişilerin olduğu kurumlarda; Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Aslında sadece kurumlarda değil; kadın ve erkeğin eşit şartlarda muamele gördüğü, çocuklara ve gençlere sevgiyle yaklaşılan her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Dogmaların değil bilimin ve sanatın taçlandığı her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor, yaşatılıyor.
Sporun zevki, çevik ve aynı zamanda ahlaklı yapıldığı her yerde Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor ve yaşatılıyor.
Attığımız her adımda, aldığımız her kararda, kabul ettiğimiz her işte ve hitap ettiğimiz her yerde bu gerçeğin farkında olarak hareket ettiğimizde, ne ilginçtir ki kendimizi vicdanen de rahat hissediyoruz. Dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk vicdanlı insanların yüreklerinde de yaşıyor yaşatılıyor.
Bir de tersinden düşünelim:
Peki Atatürk neyi istemezdi?
Sanıyorum, yukarıda bahsettiğim vicdanlı davranışların dışına çıkan kişilerin “ben Atatürkçüyüm” demesini istemezdi.
Yöneticiliğin talimat vermek değil icra etmek olduğunu unutanların, sorumluluğu üstündekine ya da altındakine bırakmaya çalışanların, insani değerlerden çok şekilciliğe bağlananların, tutamayacağı sözleri verenlerin, başarısızlığın suçunu başkasına yükleyenlerin,
unvandan makamdan çok sevgi ve bilgiyle yönetmek gerektiğini yadsıyanların “ben Atatürkçüyüm” demelerini istemezdi.
Aramızdan ayrılışını bir kez daha idrak ettiğimiz bugünlerde, kendimize bir kez daha soralım:
“Ben Atatürkçüyüm” ya da “Atatürk’ün yolundayım” derken, gerçekten bu söylemin içini doldurabiliyor muyuz ?
Çalışma arkadaşlarımızın fikirlerini alıyor muyuz, istişare ediyor muyuz, demokrasiye ve özgür düşünceye inanıyor muyuz,
herkese eşit mesafede durabiliyor muyuz, sadakatin şahsımıza değil kuruma olması gerektiğini bunun da ancak liyakatle olabileceğini,
kişileri birbirine gerçekten bağlayan duygunun menfaat değil sevgi olduğunu kabul ediyor muyuz? Kendi gerçeklerimizi değil, hayatın gerçeklerini kabul edebiliyor muyuz? Değerleri kaybetmenin kolay olduğunu ama zor olsa da insan kazanmanın en doğru davranış olduğunu idrak ediyor muyuz? İdrak etmek bir yana, bunu uyguluyor muyuz?
Aslında bu bahsettiklerim insani değerlerden başka bir şey değil. Yani, Atatürkçü olmak insan olmayı, kendimizi değil insanı merkeze koymayı gerektiriyor. Bunları yapmadan en azından yapmak için çabalamadan “ben Atatürkçüyüm” demek kanımca doğru bir davranış değil.
Atatürkçü olmak saf tutmak değildir. Aksine doğrunun yanında, ahlakın içinde, vefa ile nezaketin, yaratıcılık ve zekanın, hak ve özgürlüklerin önünü kesmeden yaşamaktır bence.
Daha da önemlisi, Atatürkçü olmak geçici süreyle görev yaptığımız makamları, taşıdığımız unvanları insanlık lehine kullanmak, gerektiğinde adaleti sağlamak için bunlardan aldığımız gücü kullanmakta tereddüt göstermemektir.
Unutmayalım ki, iyi olmak zordur ama adaleti sağlamak bundan da zordur. Şunu her zaman bilmeliyiz ki, kişileri iyi ya da kötü diye keyfiyete göre ayırt edemeyiz. Ya yeterince bilgisi ya da tecrübesi yoktur ya da tecrübesi ve bilgisiyle alakası olmayan bir yerde görev yapmaktadır.
Şunu unutmayalım ki, Yüce Atatürk bu vatanı birbirinden farklı beklenti, anlayış ve kültürde olan insanları ortak bir paydada birleştirerek kurtardı. Bu ortak payda “özgürlük”tür. Bunun için de kendi kaderimizi başkasının değil bizzat bizim tayin etmemiz, demokrasiyi benimsemiş olmamız ve bu doğrultuda kabiliyetleri geliştirerek değer yaratmamız bulunmakta.
Bazen “neden olmuyor” diye soranları duyuyorum. Cevabı Atatürk’ün sözlerinde bulabiliriz:
“Biri işi nasıl başaracağımı düşünmem, önündeki engelleri kaldırırım, kendiliğinden olur.”
Ne güzel bir yaklaşım değil mi? Ancak, bu yaklaşıma yüzeysel bakmamak gerekiyor. Çoğu zaman yöneticiler bir türlü çözülemeyen sorunların kaynağını kendisinden dışarda aramakta. Mutlaka sorun teknik bir sorundur, kişiler kabahatlidir ya da kusurludur. Modelin hatalı olduğunu, işin önündeki engelin kısıtlar, inatlar, bağnazlıklar, kibir, kişisel takıntılar, güç bağımlılığı ve kıskançlık olduğunu görmezden geliriz.
Verilen talimatların, ortaya konan taleplerin gerçekçilikten uzak olması da bir başka sorundur. İşin gereği olan kaynağı ve altyapıyı kişilere verilmedikçe onların performansını eleştirmek de akılcı bir yaklaşım değildir.
Atatürk'ü anarken bir başka güzel anı aklıma geldi. Ulu önderin masasında yemek yemek ve söz almak unvana göre değil aynı zamanda vicdana göre belirlenmiş bir haktı. Bir akşam bu masada yer bulan bir kişinin o sırada orada bulunmayan bir kişi hakkında ileri geri konuşması Atatürk'ü düşündürmüş. Yaverinden bahsedilen kişinin bulunup masada misafir edilmesini istemiş. Neticede onları yüzleştirmiş. Böylece herkese şu mesajı vermiş: “Kurumlar dedikoduyla değil dürüstlükle, icraat ile, saygıyla ve sevgiyle yönetilir.”
“Ben Atatürkçüyüm” diyen herkesin sadece bu örnekten yola çıkarak bile kendisini değerlendirmesi gerekir diye düşünüyorum. Dedikoduyu bırakıp dürüstçe fikrini muhatabına söyleyen kişi, kendini karanlığın esaretinden çıkarır. Hem kendine hem de çevresine değer katmaya başlar.
Buradan hareketle, değer yaratmanın ancak özgür zihinlerle sağlanabileceğini anlayabiliriz. Başkasının zihnine hükmetmeye çalışan kişi, esasında kendi zihnini esaret altına almıştır. Mustafa Kemal Atatürk hiçbir zaman bunu istememiştir.
Özgürce çalışan, bilim ve sanat icra eden, iş yaparken değer yaratan, öğrenen ve öğreten, değer yaratan bir insanlar olup, bunları yaparken adaletli, vefalı ve akılcı davranırsak “biz Atatürkçüyüz” deme hakkına sahip olacağız diye düşünüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.