Onlar ki genellikle erkektirler, hep cinnet geçirirler!
Bugün Türkiye’de kimin cinnet geçirdiği, kimin mankurtlaştığı, kimin mutlak bir felaketle sonuçlanacak çılgın bir koşu tutturduğu çoktan birbirine karıştı. Kadınlar Amokvari bir koşu tutturmuş erkekler tarafından öldürülüyor, yakılıyor, pencerelerden atılıyor. İçinde yaşadığımız/yaşamda kalmak için çabaladığımız iklim, kadın, çocuk, hayvan demeden önüne çıkanı katlediyor
Bizim yaşımızdakilerin çocukluğundan soluk bir anıdır, gazetelerin üçüncü sayfasından evimize dolan “cinnet” haberleri… Birileri –genellikle erkektir onlar- cinnet geçirir ve yakınlarını gözünü kırpmadan öldürüverirler. Cinnet ve katliamı ise genellikle intihar takip eder.
Bu haberleri geçmişin soluk anıları olarak hatırlamam boşuna değil elbette, fotoğraf tekniklerinin ilkelliğinden midir, baskı tekniklerinin gelişmemişliğinden mi bilmem, gazetelerde ölmüş kişilerin fotoğraflarının diğer haberlere göre, biraz daha soluk, biraz daha cansız olduğunu hatırlıyorum, sanki ölenin fotoğrafı bedeniyle birlikte ölmüşçesine!..
O dönemin okurununsa “cinnet” haberlerine karşı tuhaf bir ön kabulü vardır adeta. Kişi üç çocuğunu ve karısını öldürmüştür. Evet, bu dehşet vericidir ama “cinnet” geçirilmiştir. Bu hal bir “antite” olarak kabul görmüştür sanki.
O yıllarda, çocukluğun o kafa karışıklığı ve kavramsallaştırmadan yoksun ruh ve bilinç dünyasında “cinnet” bir türlü karşılığını bulamamıştı bende. Bir yandan dehşete kapılır, bu çocuklarını öldüren adamdan ve yaşadığı şeyden ölesiye korkar, bir yandan da bu “cinnet” denen şeyin ne mene bir şey olduğunu anlamaya çalışırdım. Bu yaşımda anladım mı? Pek emin değilim.
Zaten kavramın içeriğinin anlaşılmasına gelemeden söze dökülmesinde de bir belirsizlik var. Cinnet geçirmek mi? Yoksa cinnet getirmek mi? Bu tartışma net bir sonuca bağlanmış gibi görünmüyor. Neyse ki TDK sözlüğü karmaşaya bir nebze olsun açıklık getirmiş. “Cinnet geçirme” halini “delirmek, aklını kaçırmak”, “cinnet getirme” haliniyse “bir an için delilik belirtisi göstermek” olarak tanımlayarak aradaki nüansı kayıtlara geçirmiş!..
İster geçirilsin, ister getirilsin bu “cinnet” denen şey çok da tıbbi bir ifadeymiş gibi görünmüyor. Sanki daha çok kültürel ya da antropolojik bir kavramda karşılığını buluyor o.
Amok Koşucusu
geliyor! Kaçın!
“Cinnet” sözcüğüne bilimsel yazında rastlanmamasının arkasında sözcüğün/kavramın sınırları belirli bir durumu anlatmaması ya da altındaki anlamın bütünlükten uzak olması var gibi…
Ama sanat, cinnet izleğini sıklıkla kullanmış ve izleyenin zihnine eylemi hak ettiği şekilde dehşetle harmanlayarak yerleştirmeyi başarmış.
Biyografilerin ve küçücük öykülerin görkemli yazarı Stefan Zweig “Amok Koşucusu” adlı novella’sında kendisinden yardım isteyen ancak bu yardımı isterken gururundan bir nebze ödün vermeyen sıra dışı bir kadınla, aymazlığı ve kibri yüzünden bu talebi reddeden doktoru anlatmış. Doktorun nasıl büyük bir hata yaptığını anlaması kısa sürmüş gerçi ama iş işten bir kere geçmiş.
Doktorun kendini affettirme ve yardım etme isteği hızla bir saplantıya ve sonu ölümle bitecek bir koşuya “Amok Koşusu’ na dönüşecek ve okur da doktorun peşinde bu koşuya katılacaktır artık.
Zweig öyküde Amok’u tarif ederken, konu hakkındaki sınırlı bilimsel literatürün de özetini yapar. “Malezyalılara özgü bir tür sarhoşluk… Bu sarhoşluktan daha fazla bir şey. Bu delilik, bir tür insan kudurması… Ölümcül anlamsız bir saplantının krize dönüşmesi hali. Bir Malezyalı son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor, orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk… ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor, dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru… Nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor. Koşan adamın ağzından köpükler saçılıyor, delirmiş gibi uluyor… Köydeki insanlar bir Amok Koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler. Onun koşarak gelmekte olduğunu gördüklerinde herkesi uyarmak için bağırırlar. “Amok… Amok…”
Ve Zweig, Amok’u bir iki söcükle özetleyiverir bu delirme halini: “Hayat ile ölüm arasındaki koşu”
All work and no play makes Jack a dull boy
Stanley Kubrick 1980’de çekmek için ne zamandır aradığı öyküyle bir Stephen King kitabında karşılaşır: The Shining
Filmin yapılma macerası ayrı bir yazı konusu. Ama Kubrick belli ki bu “Cinnet” meselesiyle nicedir hemhal olmaktadır.
Öğretmenlikten, evliliğinden, işinden ve hayattan sıkılan Jack Torrence, devasa büyüklükteki Overlook Oteli’ne kapalı olduğu beş ay içinde göz kulak olmak gibi tam da kendisine göre bir iş bulmuştur. (Otelin adının gözümden kaçtığı sanılmasın, “overlook” bakmak, yüksekten bakmak anlamına gelebildiği gibi, görmezden gelmek anlamını da karşılar!)
Otel kış aylarında yağan yoğun karın ona ulaşmayı engellediği bir yüksekliktedir, şaşırtıcı büyüklüğü ve içindeki insanı ezen sıkıcı gösterişiyle pek de görmezden gelinecek gibi değildir. Burada görmezden gelinen daha çok Jack Torrence’ın yaşamı gibidir. Jack ailesini de yanına alarak bu tuhaf binanın içinde bir süreliğine gönüllü tutsaklığı kabul eder. Hem bu nicedir yazmayı düşündüğü romana başlamak için de mükemmel bir fırsattır.
Filmin mistik öğelerle bezeli, Kubrick’in dehasıyla teminat altına alınmış ve Jack Nicholson’ın sıra dışı yeteneğiyle harmanlanmış hali onu bir sinema klasiği haline getirmiştir gerçi ama bu yazının konusu içinde yer alması gereken yanı kuşkusuz Jack Torrence’ın cinnete doğru olan zihinsel yürüyüşüdür.
Jack, hayatının sıkışmışlığını bu devasa otelin onu daha da kontrol altına almasıyla –bir tür mekansal terör- elinde balta karısını ve çocuğunu öldürmek için delice bir koşuyla başlar. O hep başlamak istediği romansa sayfalar dolusu tek bir cümleden oluşacaktır: “All work and no play makes Jack a dull boy” (“Hiç oyun oynamaksızın hep çalışmak Jack’i sıkıcı biri yapar”).
Zweig’in doktoru pişmanlık ve saplantısının eliyle bir Amok Koşucusu’na dönüşmüş, Kubrick’in Jack Torrence’ı ise karın delirtici beyazlığı ve hayatını günbegün ele geçiren bir otelle cinnete adım atmıştır. Cinnet bir sıkışmışlık, bir kör döngü halinin sonucudur sanki.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirlerdi…
Hatırlayan olacaktır. Bir dönem iktidarın dilinin pek sevdiği bir kavramdı “Mankurtlaşmak”. Bir çocuğun yeni öğrendiği bir sözcüğü yerli yersiz kullanması gibi siyasi bir kavram olarak sıkça yüzümüze haykırılmıştı “Mankurt olma” hali.
Cengiz Aytmatov “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı şahane romanında Kırgızistan’ın uçsuz bucaksız, gözün, bakışın sonunu bulamadığı Sarı Özek Bozkırı’nı fon olarak kullanır. İnsana dair bir öykü anlatılmaktadır bir yandan, bir yandan da Kırgız mitolojisine ait izlerle büyür roman.
Uzaklardan gelip Sarı Özek bozkırını zapt eden Juanjuanlar bölge göçer halkına ettikleriyle anılmış uzun yıllar. “Önce tutsakların kafalarını kazırlar, saç diplerini kesip kanatırlar, bir deveyi hemen oracıkta yatırıp keser, kestikten sonra derisini yüzerlerdi. Deve derisi boyun bölgesinde çok kalın olur, işte bu boyun derisinden bir parça kesilir, taze taze tutsağın kafasına geçirilirdi. “Deri geçirme” işkencesi işte böyle başlardı. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boynuna tahta kalıp takılır, yürek parçalayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında aç susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer mankurt (köle) olurlardı.”
Sovyetler Birliği’nde Merkez Komünist Partinin özgür düşünceye yaptığı muamelenin metaforudur deve derisi. Aytmatov’un romanı döneminde rejim karşıtı bulunduğundan hatırı sayılır miktarda sansürlenmiştir.
Bir yandan da cinnetin ötesidir sanki anlatılan, cinnetini bir şekilde tamamlayanın dönüştüğü haldir “mankurtlaşma”. Düşünsel sıkışmışlık coğrafyanın da etkisiyle delirtir oradakini. Bozkırın ölümcül yeknesaklığı, her bölümün başına yerleştirilen aynı epigrafla geçirilir bize.
“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirlerdi”
Peki ya bizim yaşadığımız?
Bugün Türkiye’de kimin cinnet geçirdiği, kimin mankurtlaştığı, kimin mutlak bir felaketle sonuçlanacak çılgın bir koşu tutturduğu çoktan birbirine karıştı.
Kadınlar Amokvari bir koşu tutturmuş erkekler tarafından öldürülüyor, yakılıyor, pencerelerden atılıyor. İçinde yaşadığımız/yaşamda kalmak için çabaladığımız iklim, kadın, çocuk, hayvan demeden önüne çıkanı katlediyor. Bir mülki amir annesini kardeşini para için öldürüyor, bir adam hayvanlara tecavüz ediyor, bir “erk” tarihi eserleri “hilti”yle yıkıyor, beton döküyor. Kendi ellerimizle özene bezene yok ettiğimiz dünya bize bir virüsle cevap veriyor. Hiçbir şey öldürmese zaten o öldürüyor.
Bizeyse her cinnetin er ya da geç sona ereceğini ummak kalıyor.
• Stefan Zweig, Amok Koşucusu, Çev: Nafer Ermiş, İş Bankası Kültür Yay. 2020
• Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Çev: Mehmet Özgül, Cem Yayınevi, 1998