Mutlu Hesapçı
Mutlu’nun Hayat Perdesi’ne birbirinden güzel filmler yansıdı
59. Antalya Altın Portakal Film Festivali 1-8 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. Ulusal Yarışma Bölümü’ndeki bütün filmleri izledim. Festivale davet eden ve emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım. Ve kazanan ya da kazanamayan bütün sinemacıları yürekten kutluyorum. Yaşasın sinema ve hayatıma kattıkları. Filmlere dair tek cümlelik duygularımı aşağıya bırakıyorum.
‘AYNA AYNA’: Toplumun içinde sıkışmış kalmış kadınların kendilerini var etme, özgürlüklerini kazanma ve ayakta durma çabalarında hayallere ulaşmak için çıktıkları bir yolculuk…
‘BİR UMUT’: İstenmeyen bir çocuk olan Umut’un hayata tutunamama hikâyesinde kendini var etme savaşı…
‘BOMBOŞ’: Saf ve iyi insan Günel’in bomboş hayatında başına gelenlerden sonra kötülüğe geçiş hikayesi…
‘GİDİŞ O GİDİŞ’: Mektuplar eşliğinde birbiriyle kesişen hayatlar…
‘HARA’: İçinizi sımsıcak tutacak ve uzun süredir özlediğimiz duyguları aile masasında toplayacak bir hikaye…
‘İGUANA TOKYO’: Bilinçaltı yolculuğunda insanın kendinden bir başka kendini keşfetme yolculuğu…
‘KAR VE AYI’: Soğuk bir kış zamanından kalma bilindik ve eski bir kasaba hikayesi…
‘KARANLIK GECE’: İnsan olma meselesinde kötülüğün hayatın her yerine bulaşması ama her karanlığın ardından bir aydınlık gelecektir duygusunda güçlü bir hikaye…
‘KURAK GÜNLER’: Etkisinden hiç kurtulamayacağım kadar memleket ve kişisel meselelerin hepsini bir hikaye eşliğinde anlatabilmiş, anlamı derin ve sorgulatan bir yolculuk… Tüylerim diken, gözlerim yaşlı ama karşı tarafa geçenlerden olacağım için mutlu.
‘LCV’: İkiyüzlü ilişkilerin haritasını ortaya koyan ve insanların kaçtığı duyguları su yüzüne çıkaran tokat gibi yüzleşme yaşatan sarsıcı bir film. Aşk, meşk, evlilik, aldatma ve ilişkiler üzerine bir zamanın içinde bir an yaşıyorsunuz.
Kendinin bile bilmediği içindeki başka biri ile yüzleşme!
Çocukluğum küçük bir odaya sıkışıp kalmış bir mekandı. Odanın duvarlarına bakıp hayaller kurarak odamın metrakaresini sonsuz büyüttüğümü hatırlıyorum. Üstelik uyumanın en güzel yanı olan rüyalarım ile uzun yolculuklara çıkıyordum. Hayatı oyuna çevirmiştim ve oynuyordum. Bazen hangisi oyun hangisi gerçek karıştırabiliyordum ya da işime öyle geliyordu diyelim. Kaan Müjdeci’nin filmi ‘İguana Tokyo’yu işte bu nedenle sevdim. Bilinçaltımda yaptığım başka bir yolculuğun, rüyalarımda yaşadığım ikinci bir hayatımın ve gerçek ile sanal arasında sıkışıp kalmış dünyayı buldum. Evet anlaşılması zor, biraz sert bir film ama cesaretle yolda yürümen için seni özgürlüğe ve sınırsızlığa davet ediyor.
“İguana Tokyo”, Japonya’nın başkenti Tokyo’da yaşayan üç kişilik küçük bir Türk ailesinin, M² adlı bir sanal gerçeklik oyununa bağlanmalarıyla bilinçaltının dehlizlerine uzanan hikâyesine odaklanıyor. “İguana Tokyo”, izleyiciyi bir yandan “Bilinçaltınızla yüzleştiğinizde, yaşadıklarınızı taşıyabilir misiniz?” sorusuyla baş başa bırakırken diğer yandan da sanal gerçeklik oyunlarının insan dünyasını ele geçirişini gözler önüne seriyor.
Kaan Müjdeci’nin yazıp yönettiği ikinci uzun metraj filmi “İguana Tokyo”, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında gösterildi. Başrollerini Saadet Işıl Aksoy, Ertan Saban ve Deniz Ülkü paylaşıyor. Film ekibiyle Antalya’da bir araya geldim. Saadet Işıl Aksoy’la filme dair sohbet ettim.
Filmi izlediğinde neler hissettin, senin için nasıl bir proje oldu?
Şimdi bile söyleyince acayip duygulanıyorum, ben Ertan'ın Saadet'e, ''Saadet gitme gidersen ölürüm '' dediği yerde baya ağladım. Oradaki duygu beni her seferinde çok etkiliyor, çekerken de çok etkilemişti. Yönetmenimiz Kaan'a da söyledim “Ağladım ben burada” diye; “Zaten sette de o sahnede sürekli ağlıyordun” dedi. Çok etkiledi beni o kısmı çünkü oraya kadar geliyor duygular ve o ilişkiyi görüyoruz. Hepimizin hayatının bir döneminde yaşadığı benzer duygular eminim olmuştur.
Film farklı bir film ve herkesin farklı okuması olacaktır diye düşünüyorum.
Herkesin yaptığı yorumda o oldu. Filmde farklı farklı fikirler var. İnsanlara sorular soruyor ama herhangi bir cevap verme çabası da yok sadece duygulara dokunuyor. Seyirciyi gerçekle gerçeküstü bir dünya arasında kendi kişisel yolculuğuna çıkarıyor. Seyirciye kendi istediği yolculuğa izin vermesi açısından film benim için çok kıymetli.
Bu kadar farklı ve zor olan bir projeyi kabul etme sebebin ne oldu?
Ben filmde olmayı Kaan Müjdeci olduğu için istedim. Kaan'ı daha önce tanımıyordum. Kaan'ın senaryoları çok ilginç, çok fazla anlaşılamayan bir senaryo yolladı bana. Senaryoya dair bende güçlü bir duygu uyandı ve o duygu benim için çok önemliydi. Sonrasında da okuduğum şey üzerinden Kaan ile görüntülü bir görüşme yaptık. Orada ben bir şey hissettim, ben bu bakış açısının bir parçası olmayı istedim. Kaan çok cesur bir sinemacı. Bazen insanları rahatsız edecek bir açıklıkta ama bence bu müthiş bir şey bu. Kaan’ı yaratıcı ve cesur yapan şey de bu.
Kendi isimlerinizle oynuyorsunuz bu durumu da sevdim ben.
Bir nedeni var kendi isimlerimizin olmasının çünkü orada bize büyük bir alan açtı. Kağıt üzerinde okuduğumda karaktere dair açıkçası pek bir şey oturmamıştı. Ama Kaan ile konuştuğumuzda ve bana o alanı açtıktan sonra orada artık büyük bir dünya oluştu. O yüzden aslında onun adı Ertan, onun adı Saadet. Çünkü tamamen kendi içimize dönüp kendi dünyamızdan, kendi isimlerimizi taşıyan başka karakterler yarattık. Belki bizim paralel hayattaki olma ihtimali olan kişileriz.
Filmdeki Saadet nasıl bir kadın?
Bir kadın olarak dünyaya geldiğiniz andan itibaren erkek hakim toplumun üzerinize yüklediği bazı görevler var. Ve bunun farkındalığı ile büyüyorsunuz zaten, çok buna duyarlı bir aileniz yoksa. Ve sizi o hep bir kalıplara sokuyor. Yani ben saçımı işte şu renge boyatmak istiyorum dediğinizde o sizi bir kalıba sokuyor. Ben üzerime işte bu eteği giymek istiyorum dediğinizde o bir kalıba sokuyor. Ben işte ne bileyim yani başörtüsü takmak istiyorum dediğinizde o bir kalıba sokuyor. Ve gitgide gitgide gitgide böyle şeyler üzerinize yüklenmeye başlıyor. Artık o sizin omuzlarınızdan atamadığınız sorumluluklar silsilesiyle yaşayan bir insana dönüştürüyor. Bu kadın da böyle bir kadın aslında. Ve bir noktada özgür olabileceği bir dünya açılıyor kadının önünde. Ve o dünyada da o sorumluluklarının hiçbiri yok. Tamamen özgür olabildiği bir yer. O yüzden çok heyecan verici.
Başka kendini görüyor o dünyanın içinde.
Kendini görüyor aslında, başka kendini değil. Gerçek kendini görüyor aslında.
Oradaki oyun benim çok hoşuma gitti. Kendimiz başlatıp oyunu kendimizi rahatsız hissettiğimiz noktada ya da bir yerde bitirebiliyoruz. Hayatta keşke olsa dediğimiz bir gerçeküstü sanallık var.
Ne güzel değil mi? Orada oyunda bitiriyorsunuz da ama kendi içinizde artık bitirememiş oluyorsunuz. Bir şeyi sonlandırmak gerekiyorsa onu başlattığı gibi istediği gibi düzenleyen de kadın. Yani bir şeyi başlatan, hayat veren de doğuran da kadın. İşte o bir şeye adım atabilmek gücünün daha çok olduğu tarafta kadın. Sonunda bir şey artık kontrol edilmek zorundaysa ve bitirilmesi gerekiyorsa yani bu benim görevim; bunu yapacak olan, benim diyen de kadın. O yüzden yine o noktada işleri ele alıp hadi bakalım başa gelen çekilir deyip kadın yapıyor her şeyi.
İşte o zaman sorgulama ve savaş başlıyor aslında.
Bitirdiğinizi sanıyorsunuz ama orada hâlâ makine çalışıyor.
Neden iguana?
Değişik bir hayvan iguana bu filmle alakalı, alakasız kısmını bilmiyorum ama soğuk bir hayvan. Böyle hani öyle ne bileyim alışık olduğumuz evcil hayvanlar gibi insanla o kadar ilişkisi olan bir hayvan değil. Daha dışarıdan bir göz gibi hep. Yani umurunda değiliz biz onun o kadar. Öyle söyleyeyim ve o kısımları beni iguana ile ilgili etkiledi. Bir de ona dokunmak filan o sahnelerde garip bir his oluştu. Bir huzursuz edici yanı var.
Cinsellik meselesi de var filmde. Kadının çıplak olup aynalardaki kendini keşfetme ve kendini görme hali hem estetik açıdan çok güzeldi hem de bir kadının aslında bedeniyle barışmasıydı. Ve özgürlüğü anlatan bir sahne gibiydi…
Günlük hayatta yüklerden dolayı hem ruhumuzu hem bedenimizi unutuyoruz. Duruşumuzun farkında değiliz, vücudumuzun farkında değiliz. Biraz işte tamamen normlardan da gelen bir şey. Bence o kadın da öyle bir kadın. Yani o yılların akışında, bir anne olmanın getirdiği bazı gerekliliklerle işte kaç yıldır evli olduğu kocasının artık o kadar da onu etkilemiyor olmasına artık o kısmı biraz kapatmış bir kadın. Belki kapatmasının da tabii bir nedeni var. Belki de kapatmasa yani korkuyor gideceği yerlerden ve oralara gitmek istemiyor. Ve biz hep korktuklarımızı kapatıyoruz aslında. Ondan da belki korkuyor yani bir bakıma. Ve sonra açıldığında o özgürleşme anı, vücudunu tekrar hatırlama anı çok değerli bence.
Film seni nasıl bir yolculuğa çıkarttı?
Biraz düzeni bozan, kendi içindeki akışı değiştiren, beni seyirci olarak düşünmeye sevk eden bir film oldu. Beklenmedik yerlere gitmek istiyorlarsa izlesinler evet benim için biraz böyle. Film hiç beklenmedik yerlere gitmemi sağladı. Filmi yaparken de kendi iç dünyamda, böyle yaşadığım o süreçte o güne kadar getirdiğim kişi ile ilgili geri dönüp bazı cevaplar bulmamı sağladı. Cevaplardan çok aslında sorular sormamı sağladı. Yani daha çok sorular sormamı sağladı. Bazen cevabı oldu, bazen yanlış cevaptı, bazen hiç cevap veremedim. Ama bence zaten ateşi başlatan o sorular zaten. Olur ya da cevap olmaz önemli değil ama mesele zaten o soruları kendine sorabilmek. Ve o yolculuk zaten öyle başlıyor.