Mutlu Hesapçı
“Kızılcık Şerbeti, topluma ayna tutuyor”
‘Kızılcık Şerbeti’ dizisini başladığı günden beri takip ediyorum ve nihayet gerçekçi, her iki tarafı hatta tarafları insanların duygularıyla, zaaflarıyla, yaşamlarıyla gerçek hayatta olduğu gibi doğal halleriyle anlatma başarısını ayakta alkışlıyorum. Bizim toplumumuzda bir taraf yok aslında, her taraftan birbirinden farklı insanlar ve yaşamlar var. Coğrafyamız böyle. Muhafazakâr aile ile seküler aile çoktan iç içe geçmiş, yıllardır birlikte yaşıyor. Aileler, kuşakları değiştikçe değişime uğruyor ve bazı örf, adet, gelenekler ne güzel ki hiç değişmiyor. Ama zaman başka bir yöne gidiyor. En iyi başardığımız şey birbirimizi farklılıklarımıza rağmen sevmek, kucaklamak ve saygı duymak. İşte bu noktada, dizi bu duyguları o kadar güzel veriyor ki “herkesi sevmeye devam” diyerek buluyorsunuz kendinizi. Bu kadar güzel ve başarılı bir dizi maalesef cezalandırılıyor, inanamıyorsunuz. Ödüllendirilmesi gerekirken cezalandırmak büyük haksızlık ve hâlâ bu tartışmaların içinde kalmak ne büyük acı. Kendisiyle yüzleşmekten korkan toplumlar ilerleyemezler ve bir dizide kurgu olan şeyi bile büyüterek korku salarlar. Dizinin vermek istediği; mesaj deyin, duygu deyin ne hissettiriyorsa halk ödüllendirirken, bir yasaklama organı haline gelen RTÜK tarafından cezalandırması akıl alır gibi değil. Yine de umudumu koruyorum, mahkeme yürütmeyi durdurup RTÜK’ten savunma istedi, bu büyük yanlıştan dönüleceğini düşünmek istiyorum. Lütfen RTÜK Kızılcık Şerbeti’me dokunma! Aslında giriş yazımı kendisine hayranlığımı dile getirerek başlayacaktım ve tanımaktan ne kadar mutlu olduğumu kelimelere dökecektim. Ama röportaj yaptığımız sırada dizinin ceza boyutunun haberi geldi ve bizim de sohbetimiz ona göre ister istemez değişti. Şimdilerde Kızılcık Şerbeti’nin Sönmez Annesi olan usta oyuncu Aliye Uzunatağan ile buluştum. Onun tadına doyulmaz sohbetine bıraktım kendimi. Diziye, dizi üzerindeki tartışmalara ve kendisinin oyunculuk hikayesine, tiyatronun altın yıllarına kadar uzun bir sohbet yaptık. Aliye Uzunatağan başta olmak üzere Kızılcık Şerbeti ekibine selam olsun, ayakta alkışlıyorum onları.
‘Kızılcık Şerbeti’ çok güzel bir dizi, tebrik ediyorum sizi. Herkes tarafından çok izleniyor, sizce neden bu kadar çok sevildi?
Çünkü dizi topluma ayna tuttu. Toplum dizide anlattığımız her şeyi beş-altı senedir yaşıyormuş, ben de bu kadarının farkında değildim. Ama şimdi yoldan çevirip “Benim kızım da bunu yaşıyor, benim yeğenim de bu durumu yaşıyor” diyorlar. Aslında bu; muhafazakâr aileyle, seküler aile çoktan iç içe geçmiş, onun için herkes dizide kendini görüyor. Topluma ayna tutmuş oluyoruz. Yazarımız Melis Civelek çok iyi ve gerçekçi yazıyor. Ayrıca kadro çok iyi kurulmuş ve bütün ekip, oyuncular birbirimizi çok sevdik, bu durum da diziye yansıyor.
“SENARYO BENİ TAVLADI”
Proje size nasıl geldi Aliye Hanım?
Ben “Elif Ana” projesi için dört ay dağlardaydım. Çok üzgünüm ki depremde oradaki tanıdıklarımın birçoğunu kaybettim. Proje döneminde 4 ay o bölgede kaldım ve çok yoruldum. Çünkü doğa koşulları çok çetindi, dize kadar karın içinde incecik elbiseyle lapa lapa kar yağarken oynadım. Üç defa hastanelik oldum, bağırsak iltihabı ve zatürre geçirdim, birden şekerim yükseldi, hastaneye kaldırıldım. Yani Elif Ana’da çok yoruldum ve hiçbir iş yapmak niyetinde değildim, dinlenmek istiyordum. Hatta 1-2 tiyatro projesine çok istediğim ve özlediğim halde hayır demek durumunda kaldım. Ama şöyle bir şey oldu; senaryo bana geldiğinde herkes rolünü biliyordu, benim rolümü başka bir arkadaş oynayacakmış son anda olmamış o isim. Sonra bana geldiler “Tansiyon ve şeker hastasıyım üstelik Elif Ana filmi ile Avrupa turnesi yaptım ve çok yorgunum” dedim ama ısrar ettiler. Senaryoyu okuduğum zaman zaten senaryo beni tavladı.
Senaryoyu okuduğunuzda neler hissettiniz ve nasıl bir değerlendirme yaptınız?
Senaryoları ilk okuduğum anda ben dramaturji yaparım. Dramaturji yaptığım anda gerçekle yüz yüze geldim ve yazılanlar beni çok etkiledi, çok gerçekçi buldum senaryoyu. “Bu dizi ya kaldırılır ya da zirve yapar” dedim, hatta arkadaşlarımla da düşüncelerimi paylaştım. Öyle başladık oynamaya ve hakikaten dizimiz zirve yaptı.
“ÖNCE KARAKTER ANALİZİ YAPIYORUM”
Öncelikle senaryoyu beğendiniz, peki karakteri Sönmez’i nasıl yarattınız, özel bir çalışma yapar mısınız? Onun ardından hem de biraz gençlere de ya da işte oyuncu olmak isteyenlere de bir karakter gelip…
Öncelikle akademik eğitimine bakıyorum. Nerede doğmuş, nerede büyümüş, köyde mi, kasabada mı, metropolde mi, şehirde mi, nasıl bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, neler görmüş ve geçirmiş? Mesela Sönmez’in iki kızı var, iki kızını nasıl eğitmiş? Kurallı bir anneymiş, büyük kızı Kıvılcım’ı da kendine benzetiyor; “Bana benziyorsun” diyor. Karakteri yaratırken doğduğu ev, sınıfı çok önemli. Ciddi bir karakter analizi yapıyorum, yazıp çizerek ortaya çıkartıyorum. Bütün rollerime öyle çalışırım. Sönmez’i de Elif Ana’yı da öyle çalıştım. Mesela Elif Ana karakteri için 10 gün önce gittim o coğrafyaya. Elif Ana’nın evini gezdim, türbesine gittim, akrabaları ile konuştum. Karavanda kostümü giydiğim ana kadar elim ayağım titriyor inan bana. Ama kostümü giydiğim anda bütün bilgilerim yerli yerine oturdu ve karavandan indiğim andan itibaren Elif Ana idim zaten.
“DİZİDEKİ SÖNMEZ BENİM ANNEM GİBİ”
‘Kızılcık Şerbeti’ndeki karakter size benziyor mu ya da annenize, Sönmez nasıl bir kadın?
Sönmez benim annem o. Onun için çok gerçekçi buluyorum. Annemin bize söyledikleri hep Sönmez’in söyledikleri ve her anne için bu geçerli. Çünkü anne çok yaşamış oluyor, çocuklar daha genç oldukları için ve o kadar yaşamadıkları için hayatı tek boyutlu görüyorlar. Bu yüzden anne olarak Sönmez doğrusuyla, yanlışıyla her şeyi söylüyor, tutamıyor çenesini. Dediğim gibi Sönmez’i anneme çok benzetiyorum, yolda seyircilerimizden de çok duyuyorum “Aynı benim annem…” sözlerini. Biraz da karakter için şöyle düşünüyorum: Yaşlılar sevimli olmak zorundalar, huysuz yaşlıları evlatlar bile çekmez. Arada bir sevimli de yapıyorum Sönmez’i. Sönmez çok güngörmüş bir kadın. Benim düşünceme göre asker bir aileden geliyor. Bakımlı bir kadın, giyimine ve kuşamına dikkat ediyor, kırmızı ojelerini bile hiç eksik etmiyor. Aileden gelen bir varlığı da var, apartman sahibi üstelik, kiracıları da var.
Seküler bir aileyle muhafazakâr bir ailenin birbirini anlama çabası ve iki aile arasında geçenler, her bir bireyin yanlışı ve doğrusuyla verilmesi çok etkileyici. Bizim toplumumuz bu aslında. Ve birlikte yıllardır yaşıyoruz. Dizinin bu kadar çok sevilmesini ve izlenmesini bu faktörlere bağlıyorum. Bir şeyler sekteye uğramıştı, tartışmalar olmuştu. Bir yerde uç noktaya geçmiştik ki böyle bir dizi tam ihtiyaç anında yetişti ve bize ayna oldu diye düşünüyorum. Siz neler söylersiniz?
Seküler bir ailede büyümüş insanlarla, muhafazakâr ailede yetişmiş insanlar arasında örf, adet ve inanç farklılıkları var. Var ama birbirimize saygı duymalıyız, müdahale etmemeliyiz bence. Müdahale edince çirkinleşiyor her şey, bu dizinin en sevdiğim tarafı da bu. Yazar her iki tarafı da eleştiriyor ve işin özünde insan olmak vurgusunu yapıyor. ‘Birbirimize saygı duyarak gayet iyi yaşayabiliriz’ durumunu gözler önüne seriyoruz. Benim muhafazakâr ailede büyümüş ve yaşayan arkadaşlarım var. Tabii ki aramızda farklılıklar var ama onlarla sohbet etmek çok güzel. Sadece onların yaşayışları, âdetleri ve gelenekleri farklı. Ve bu fark bizi rahatsız etmediği gibi birbirimizi anlamamıza yol açıyor. Herkes dilediğince yaşamalı hangi taraftan olursak olalım. Kaldı ki doğduğumuz aileyi ve daha birçok durumu biz kendimiz seçemiyoruz. Muhafazakâr arkadaşlarım dua edilen günler yapıyor, ben başka davetler veriyorum. Onlar bana eşlik ediyorlar, ben onlara eşlik edemiyorum çünkü annemi babamı kaybettiğimden beri dua günleri beni çok duygulandırıyor, çok etkileniyorum ve ağlıyorum. Bu dizi iki aileyi birbirine bağlıyor ve Melis’in kalemini çok seviyorum. İki aileyi aşkla sevgiyle birleştiriyor ama aralarında tartışmalar çıkabiliyor. Sonra yumuşatıyor o insanları. Aslında senaristimiz Melis çok büyük bir iş yapıyor. Herkesin önyargılarını kırmayı başardığımız bir işin içindeyiz.
“RTÜK CEZASI BÜYÜK HAKSIZLIK”
Bir sürü insanın değişimini ve dönüşümünü izlediğimiz için de çok önemsiyorum diziyi. Zaten seyirci de ödüllendirdi sizleri ve en çok izlenen dizi oldunuz. Ama RTÜK’ten gelen bir ceza var. Siz ne düşünüyorsunuz, neden ceza verildi?
Anlamak mümkün değil, inanamıyorum. Verilen bu cezayı ve bu haksızlığı kabul edemiyorum. Hepimiz ekipçe çok üzgünüz. Hatta sinirlerimin bozulup güldüğüm yorumlar bile var; mesela Nursema’ya ‘Soyun’ demiş damat oradan soruşturma açmış. Kadına şiddeti özendiriyormuşuz, ceza bu nedenle gelmiş. RTÜK acaba gündüz programlarını hiç izliyor mu? Gerçekten orada olan olaylara ben inanamıyorum yani onlara ceza vermiyorsa bize aksine teşekkür etmeliler. ‘Birlikte yaşamayı öğreten dizi’ diye bence teşekkür etmeliler. Kadına şiddet diyorlar, eee her gün dizilerde adamlar öldürülüyor, kan gövdeyi götürüyor. Bence RTÜK onlara dönüp baksın. Dizi öyle çok sevildi ki taklitlerimiz çıkmaya başladı. ‘Kızılcık Şerbeti’ gerçekten birlikte nasıl güzel yaşanabilir, birlikte nasıl aşk olabiliyor, sevgi neleri aşabiliyor, bunları öğretiyor. Dizide işlenen her şey en ince noktasına kadar etüt ediliyor. Biz oyunculara gelen övgüler zaten dizinin halk tarafından ne kadar desteklendiğini ve sevildiğini gösteriyor. Bu hem bize hem de seyircimize büyük haksızlık.
Gerçekten bu dizi başka bir şeye dönüştü ve her hafta heyecanla yeni bölümü bekliyorum. Sizi öyle her projede de göremiyoruz, sizin için anlamı nedir diye sorsam?
Ben öyle her dizide oynamayı sevmiyorum. Bir dizi bitti öbür diziye başlıyor durumunu sevmedim hayatımda, onun içine hep ara veririm. Ama bu diziyi gayet bilinçli seçtim yani çok aklıma yattı. Benim böyle öngörülerim vardır; ‘Çocuklar Duymasın’ için de öyle olmuştu, biliyorsun çocuğum oynadı o dizide. Senaryoyu ilk okuduğum gün Birol Güven’e dedim ki; “Bu iş zirve yapar” bana “Nereden çıkarıyorsun abla” dedi hakikaten zirve yaptı dizi. 33 yıl eğitimcilik yapmış bir kadın olarak, Müjdat Gezen’in okulunda 10.000 çocuk yetiştirmişiz, biz ona hocalık demeyelim el verme diyelim ki şu anda hepsi star. Bunca yıla bir senaryoyu okuduğum zaman anlıyorum ve öngörebiliyorum bazı şeyleri diyebilirim.
“BEN HÂLÂ TALEBE GİBİYİM”
Ben biliyorum ki bitmek bilmeyen bir öğrenme isteğiniz var ve heyecanınız hâlâ devam ediyor.
Ben oyunculuğu şöyle takip ediyorum hâlâ talebe gibiyim, hâlâ İrlanda ve Avusturya’dan gelen egzersizleri önce kendime öğretirim, kendim yaparım sonra öğretmeye başlarım. Ben Aliye’yi adam edebilmek için çok uğraştım. Şanslı bir insanım, dokuz yaşında Şehir Tiyatroları’na başladım Darülbedayi kuşağı ile çalışma gibi bir şansım oldu, onlar için tiyatro kutsaldır. Siz hatırlamazsınız Dram Tiyatrosu vardı, sonradan yandı o bina, orada geçirdiğim zamanları hiç unutmam, o zamanlar çocuktum. Kapının önünde ayakkabılarını çıkarırlardı, çamurlu ayakkabıyla tiyatronun içine girmezlerdi bu çok dikkatimi çekmişti, içeri girdikleri anda yüksek sesle konuşmazlardı. Binanın içi Arap sabunlarıyla ve fırçalarla ovulurdu. Beni çok severlerdi, çocukken odalarına çağırdıkları zaman hep onları makyaj yaparken izlerdim, pırıl pırıldılar. Ben başka bir dünyada, böyle bir dünyada büyüdüm. O zaman Tepebaşı Dram Tiyatrosu sabahtan öğleye kadar operaya aitti operacılarla da çok yakındım. Hatta iki operada da o dönem oynadım. Annem beni gitmek istemesem de baleye gönderdi, 4 sene bale dersi aldım. Yıllar sonra Şehir Tiyaroları’nda tesadüfen evrakları bulduğumda öğrendim ki bale derslerimin ücretini Muhsin Ertuğrul ödemiş, çok duygulandım. Meğerse bu yüzden annem beni zorla baleye göndermiş. Benim tiyatroya gidişim de Muhsin Ertuğrul sayesinde oldu.
TİYATRO İLE TANIŞMA VE MUHSİN ERTUĞRUL’LU YILLAR
Tiyatroya giriş nasıl oldu?
Annem gazetedeki ‘Çocuk tiyatrosuna oyuncu aranıyor’ ilanını görüyor ilkokul üçüncü sınıf hocam Keriman Öğretmen, ‘Aliye’nin konsantrasyon gücü çok yüksek, bir şeye konsantre olduğu anda çocuk çok başarılı oluyor’ demiş, annemin aklında bu kalmış. Ayten Gencer ile İlhan Gencer de annemin çok yakın arkadaşı, annem bir sanat delisiydi, sinema ve tiyatro da annemden sorulurdu. Annem beni elimden tuttu, 9 yaşında Dram Tiyatrosu’na götürdü. Büyük bir toplantı masası vardı beni masanın ortasına çıkarttılar. Bir tarafta çocuk tiyatrosunun başı, bir tarafta da Muhsin Bey oturuyordu dediler ki; “Annen sana bir şey öğretti mi”, “Yok” dedim. “Hiçbir şey mi öğretmedi?” dediler. “Bir tane bir şey biliyorum” “Söyle” dediler; “Eteklerim pileli, saçlarım lüleli, gelme kuleli arkamdan, annem bakıyor balkondan, babam, keser gırtlağından…” Annem bunu öğretmişti. Muhsin Bey “Senin saçından iki karış kessek çok üzülür müsün?” diye sordu. Anneme baktım, başını salladı “Olabilir” diye, “Olur” dedim. “Biz seni tiyatroya aldık ve sen hemen bir büyük oyununda oynayacaksın” dedi. Rahmetli Hüseyin Kemal Gürmen’in koyduğu Nedret Güvenç’in başrol oynadığı ‘Güneş Batarken’ oyununda “Abla bana bir lokma ekmek verir misiniz?” dedim ve o gün tiyatrocu oldum.
Muhsin Ertuğrul’un himayesinde olmak, Nedret Güvenç gibi bir isimle ilk oyunda oynamak çok büyük şans…
Muhsin Bey’in odasında okul ödevlerimi yapardım, o kontrol ederdi ve bu durum 17 yaşına kadar da sürdü. Her kapıdan çıkışımda bana “Büyüyünce ne olacaksın Aliye?” diye sorardı, ben de dönüp “Çocuk doktoru” derdim. Ta ki 17 yaşında Türkiye’nin ilk epik oynanan oyununda oynayana kadar. Hatta Şener Şen de kadroda küçük bir rol ile vardı. Oyunu Harbiye’de oynadık ve oyun gecesi Türk tiyatrosunun büyükleri Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Genco Erkal kim varsa herkes oradaydı. Oyunun ertesi günü Muhsin Bey beni çağırdı ve tebrik etti; “Çok başarılıydın ama bir şey yapmayı, selam vermeyi unuttun” dedi. Tam kapıdan çıkarken de “Büyüyünce ne olacaksın?” diye tekrar sordu, belki de oyunda selam vermeyi unuttuğum için de hırsla döndüm “Oyuncu olacağım, hem de en iyisi olacağım” dedim. Hocaya karşı gelmek ne demek çok şeydi ama dedem gibi gelirdi bana. Bir döndüm ki gözünden yaş akıyor ve kollarını açılmış “Bir gün senin ağzından bunu duyacağımı biliyordum” dedi.
Muhsin Ertuğrul size sizden çok inanıyormuş.
O zaman dedi ki; “Bana bir söz vereceksin, akademik oyuncu olmanı istiyorum…” O dönemler akademik oyunculuğun ne olduğunu bile bilmiyorum tabii ki. Hocanın sözlerini dinledim ve uyguladım hayatım boyunca. Konservatuar yıllarım da böyle geçti. Hayatım boyunca oyunculuğu öğrenmekle geçti yıllarım. Edinburg Festivali’ne gittim, bakış açım değişti. Dünya tiyatrosunu ondan sonra takip etmeye, workshop’lara gitmeye başladım. Bir mesleği yapıyorsan artık çağımızda dünya çapında o mesleği bilmen gerekiyor. Bu da yalnız Türkiye’de olmaz çünkü orada öğrendiğim bazı şeyler Türkiye üniversitelerinde yok. Onun için Aliye’yi adam etmek için o kadar para harcadım ki… Biz idealist kuşaklardık araba, ev alma hayallerimiz yoktu, umurumuzda değildi. Sabah 9’dan gece yarılarına kadar dublaj yaparak geçti yıllarım. O karanlık odalarda para biriktirir ve yurt dışına giderdim. Nerede ne öğrenebilirimin peşinden koştum hep. Oyunculuk da doktorluk gibi sürekli kendini geliştirmen lazım. Yani anlayacağınız hâlâ Aliye’yi adam etmeye çalışıyorum.
“SANAT BİZİM ÜLKEDE ÇOK DEĞER GÖRMÜYOR”
Yıllarını mesleğe adamış ve hâlâ öğrenmeye devam eden bir usta olarak yeterince değeriniz bilindi mi sizce?
Çok ödüllü bir kadınım ben, çok anlamlı ve önemli ödüller aldım. Ama sanat bizim ülkemizde çok değer görmüyor. Sanat lüks geliyor. Oysa sanat gerçekten iyileştirir. Tiyatro nedir? Hayatın bir parçasını anlatır; yazarın bir derdi vardır, yazar ya ülkeye bir şey söyleyecektir ya da evrene. Yani dünyaya bir şey söyleyecektir. Onun için tiyatro başka bir şeydir. Dizilerde ise aynı gerçekçiliği işte bu bizim “Kızılcık Şerbeti’nde gördük. Ne kadar çarpıcı bir dizi oldu ve topluma ayna tuttu. Maalesef dizilerin genelinde bu yok.
Motivasyonunuz hiç bitmiyor mu Aliye Hanım?
O zaman yaşamayayım, hani öğrenmediğim gün yaşamayayım öyle düşünüyorum.
“HERKES OYUNCU OLABİLİR AMA BİLGİYLE”
Çok sayıda öğrenci yetiştirdiniz. Herkesten oyuncu olabilir mi ve bunun bir yaşı var mıdır?
Hayır, hiç yoktur. Herkes her yaşta oyunculuk yapabilir ama bilgiyle. Bana “Eğitimsiz insanlar oyuncu olmuyor mu?” Aliye Abla diyeceksin. Olur ama dışa dönük insanlardır, kuliste büyümüştür. Adile Naşit gibi mesela Adile Abla çok iyi bir oyuncuydu, onunla çok çalıştım. Ertem Abi’yle (Eğilmez) yıllık sözleşmemiz vardı, bütün aile filmlerinde genç kızları ben seslendiriyordum. Adile Abla saçlarımı uzun diye çok severdi bana ‘İpek’ derdi.
Adile Abla kuliste büyümüştü. Çok özel bir oyuncuydu; birden bire ağlarken gülerdi ve bunu yapmak çok zor. ‘Biliyor musun abla? Bunun eğitimi var, egzersizleri var ama sen doğuştan yapıyorsun bunu’ derdim, yani öyleydi. Suna Pekuysal, Suna Abla da öyleydi. Onlar bayağı ciddi epik tiyatro oyuncularıydı. Nevi şahsına münhasır farklı oyuncular vardı. Ben eğitimden yanayım ama doğru dürüst eğitimden. Eğitimsiz oyuncu olduğu zaman hep böyle birkaç karakterde kalırsın ama eğitimli oyuncuyla oyunculuk biliyorsan çok daha fazla karakter yaratabilirsin. Algısı açık olan her insana oyunculuk öğretirim. Şimdi senin algın açıksa ben sana oyunculuk öğretirim, masa başında ders veriyorum çünkü ben. Kimsenin eline koluna, vücuduna başına, ayağına hiç böyle bir şey öğretmiyorum. Ben sana temel oyunculuk nasıl çalışacaksın, bir rolü onu öğretiyorum. Ondan sonra zaten senin bana ihtiyacın kalmıyor. O başucu defteri var ya hayatta her işe yarar. Çünkü insana kökten bakış öğrettiğim için çıktığım flörtlerime bile böyle bakıyorum. Anlıyorum hemen senin defterinden diyor bana. Müjdat Gezen’de yıllarca parasız eğitmenlik yaptım ve çok sayıda şu an bildiğiniz oyuncular öğrencimdi, onları yetiştirdim.
Meslekte kaçıncı yılınız, saydınız mı yılları?
61 yılında tiyatroya girdim, 62 yılında yevmiyeye aldılar. Günde 10 lira kazanıyordum. Kaç yıl olmuş sen say, 60 yıl olmuş.
“BİR AŞİRET ANASINI OYNAMAK İSTERDİM”
Bunca yıl film şeridi gibi gözünüzün önünden geçtiği zaman hissettiğiniz duygu nedir?
Tokluk duygusu. Çünkü 17 yaşından beri başrol oynuyorum ve dünya tiyatro edebiyatında oynamadığım yazar çok az. Çok şanslı bir oyuncuyum. Çok güzel kadın rolleri oynadım. Gerçekten çok şanslı buluyorum kendimi ve şimdiki gençlere üzülüyorum. Benim oynadıklarımın dörtte birini oynamıyor gençler çok kalabalıklaştık belki ondan. Ben o zamanlar tiyatronun birkaç genç kızından biriydim, bir de Muhsin Ertuğrul’un çok sevdiği bir çocuktum yani.
İçinizde kalan, oynamak istediğiniz hangi rol var?
Bugün gözümü kapatsam mesleğimden dolayı tokum. Ama aşiret anasını oynamak isterim.
Bütün bu yaptıklarınızın yanında anne olmayı da başardınız.
Ben sırf çocuk doğurmak için evlendim. 37 yaşında doğurdum. Hep erteledim anne olmayı, en sevdiğim adamdan bile çocuk yapmadım. Şunu da oynayayım, bunu da oynayayım, onu da oynayayım dedim.
“KIZIM STELLA ADLER STUDİO OF ACTİNG’İ BURSLU KAZANDI”
Kızınız da oyuncu oldu. Siz mi hocası oldunuz?
Oyuncu olsun diye hiç uğraşmadım. Mesleğini kendi seçsin istedim. Hatta Çocuklar Duymasın’da oynarken Ayşecan’a hiçbir şey öğretmedim. Ben onun halkla ilişkiler falan okuyacağını sanıyordum. Geldi bir gün dedi ki; “Anne ben dün gece hiç uyumadım?” “Niye çocuğum?” dedim. “Ben masa kadını olamayacağım.” “Ne olacaksın çocuğum?” “Oyuncu olacağım” dedi. “Olamazsın” dedim. “Benim oyunlarımın dışında oyun seyretmedin” dedim ama bu arada tabii bizim ev konservatuar gibi zaten ben annesi olarak önemli bir oyuncuyum. Juliet’in intihar ettiği sahneyi çalıştı. “Oyna o zaman göreyim” dedim, “Ama tek kelime etmeyeceksin” dedi. İçerden küçük bir yastık, kitap açacağı aldı. Bir de parfüm şişesi, benim ipek bir geceliği giydi. Uzun geldi böyle koltuğun içinde oturuyorum, bir oynadı. Sadece ağladım. Çocuk eğitilmiş. Öyle başarılı oldu ki burslu olarak benim okumak istediğim ağzımdan düşürmediğim Stella Adler Studio of Acting’i kazandı.
Hayatta başaramadığınız ne var?
İngilizce öğrenmek için vaktim olmadı. Bu yaşa kadar hep oynadım çünkü. Tiyatrodan başka, oyunculuktan başka dünyam pek yok.