CANI PAHASINA DÜĞÜN YAPMAK
Pozitif olduğumuzu bile bile gizli kapaklı girdik düğünlere. Virüsü taşıdığımızı sakladık. “Düğün yoksa nişan bozulur” diyen kız tarafı olduk. Karantina listelerinde adımız varken içeriye sızmaya kalkıştık. “Haydi herkes piste, oynamayan Korona olsun inşallah” diyen piyanist şantörlerin önünde göbekler attık. Halay sopaları aldık. (Halaysız hayat hayat mıydı?) Düğün gözlemcisini atlatmaya çalıştık. (Yeni dünyanın yeni mesleği) Gelinliğimizi sırtımıza geçirip valilik önlerinde kısıtlamaları protesto ettik.
Düğünler beni hep korkutur.
Bu korkunun arkasında bir sosyalleşme kaygısı, bulunduğum ortamı içselleştirme becerilerinden yoksun olmam nedeniyle hem kendime hem etrafıma yönelttiğim yabancı bakışlar, elini ayağını nereye koyacağını bilememe hali kısacası ayrık otu misali geçirilen birkaç saatin huzursuzluğu vardır genellikle.
Ama artık “aslında” neden korktuğumu anladığımı düşünüyorum. Düğünler gergin, her an patlamaya hazır tanımlanamaz bir duygu yoğunluğunun havada asılı durduğu, tepenizde salınan dev bir ambivalans sarkacı tarafından belirlendiğiniz tuhaf ortamlar değil midir?
Hatta bu saptamayı bir adım daha öteye taşıyorum ve “Düğünler kriminal zeminlerdir” diyerek el arttırıyor ve “Düğünüme Dokunma” hashtagi (#düğünümedokunma) altında bir tweet olmayı göze alıyorum. Çoğu düğünün sonunda kavga çıkmasının bir anlamı olmalı!
Oysa umuda yapılan çağrıdır düğünler. Genel ve uzun vadeli etkileri açısından taze ve yeni başlangıçlara, mutlu geçeceği sanılan bir hayata, yeni bir eve; lokal ve kısa etkileri açısından o gece en şık, en farklı, en güzel olmaya, biraz içip rahatlamaya, hatta bir miktar dedikoduya gebedir.
Kısacası güzel şeylerdir düğünler, yapılmak istenir, tarihi heyecanla beklenir, yapmak için krediler alınır, ilk birkaç yıl geri ödemelerle boğuşulur ama olsundur, düğün düğündür, daralıp bunaldıkça düğün DVD’si açılıp (çocukluğumun videolu yıllarında önce VHS ardından Beta kaset içindeydi o anılar) o gün tekrar hatırlanır. Aslında pek de kimin kim olduğu anlaşılmamaktadır. Daracık bir pistte dip dibe oynayan insanların arasında beyazlar içindeki gelin arada bir çerçeveye girmektedir.
Zaten düğünler de gelinler için değil midir?
“Limonata, pasta, La Cumparsita”dan “konvoy, silah ve plastik sandalye”ye!
Düğünler geçmişten bu yana epey şekil değiştirdi, ama bir düğünü düğün yapan ana unsurlar –elbette başta şartlar ne olursa olsun düğün yapmak için duyulan önlenemez istek- değişmedi.
Karavel ya da topuz yapılmış saçlar yerini içinde hala maşa varmış gibi duran buklelere bırakmış, kalın göz kalemleri ve sakin makyajlar sim ve boya içindeki yüzlere dönüşmüş, gelinlik modelleri biraz değişmiş, damatlar bellerine tuhaf ve anlamsız kuşaklar takmaya başlamış olabilirlerdi. Evet, eskiden genç çift salona “La Cumparsita” eşiliğinde giriyordu, şimdilerdeyse gelin ve damat yanlarda patlayan fişekler ve meşaleler eşliğinde rustik, bohem, tavan süslemeli, ışıltılı, ihtişamlı gelin yollarından yürüyerek, daha mütevazı ama çılgın ruhlar içinse gökten zembille inme, nikah masasına vinçle bırakılma ve daha nice absürd seçenek eliyle düğün salonuna “giriş yapıyordu”
Giriş şarkısının seçiminde de bazı sorunlar olabilirdi. Şarkının ne anlattığına bakmadan melodinin romantik bulunarak aslında konsepte pek de uygun içeriklere sahip olmayan şarkılar – Careless Whisper (bir aldatma öyküsü), Another Day in Paradise (kötülükle dolu dünyada bir ütopya arayışı) ve The Final Countdown (şaka olmalı)- seçildiği sıklıka görülüyordu.
Değişmeyen şeyler de vardı kuşkusuz. Düğün ister “La Cumparsita” ile başlasın, ister davetlileri karşılamaya pek münasip hafif caz ezgileriyle, ne ara ne olduğu anlaşılmadan ortam “Kasap Havası” na ya da bir Serdar Ortaç şarkısına evriliveriyordu. O ana kadar güç bela bir arada duran elit hava da bir anda dağılıyor, gecenin ilk dakikalarının salon beyefendileri sonlara doğru kravat kafada ya da cepte, içtikleri sıvıların da vermiş olduğu esriklikle pistte marifetlerini gösteriyor kısacası düğün şürekâsının ruh hali er ya da geç karar noktasına dönüyordu.
Düğünler en çok çocuklar içindi. Önce koştururlar, sonra pasta yerler, yerden konfeti toplarlar, çelenklerden çiçek “aşırırlar”, “Sayın davetlilerimiz, lütfen çocuklarımızı pistten alalım” anonsları eşliğinde kollarından çekiştirilerek bir yerde sabitlenmeye çalışırlar, kan ter içinde oynadıkları oyunların sonundaysa mutlaka birleştirilmiş iki sandalye üzerinde uykuya dalarlardı.
Pratikleri ister değişsin ister değişmesin düğün yapmanın ardındaki gizil motivasyon aynıydı. “Farklı olmak” Sonuçsa hiç değişmezdi: Farklı olmaya çalıştıkça aynılaşan düğünler, gelinler, damatlar, aileler, müzikler, pastalar, giydirilen sandalyeler, ordövr tabakları...
Düğünümüze kimse dokunmasın!
Ne zaman ki hayatımıza Covid-19 denen virüs girdi, ezberlerimiz bozuldu, alışkanlıklarımız yerle bir oldu. Düğün yapmamamız gerekiyordu. Başlarda kolaydı buna dayanmak, mevsim düğün mevsimi değildi, iki bayram arasıydı. Ama ne zaman ki bu iş uzadı, yaz geldi, o melun düğün yapma arzusu ruhumuzu ele geçiriverdi.
Düğünler yapılmalıydı, kimse onlara dokunamazdı, sosyal medyada “Düğünüme dokunma” hashtagleri açıldı, başlıklar “trend topic” oldu. Zaten hiçbir düğün de iptal edilmiyordu, kısıtlama adı altında bir takım yazılı önlemler dolaşıyordu ortalıkta. Bizi düğünümüzden hangi önlem, hangi kısıtlama alıkoyabilirdi?
Pozitif olduğumuzu bile bile gizli kapaklı girdik düğünlere. Virüsü taşıdığımızı sakladık. “Düğün yoksa nişan bozulur” diyen kız tarafı olduk. Karantina listelerinde adımız varken içeriye sızmaya kalkıştık. “Haydi herkes piste, oynamayan Korona olsun inşallah” diyen piyanist şantörlerin önünde göbekler attık. Halay sopaları aldık. (Halaysız hayat hayat mıydı?) Düğün gözlemcisini atlatmaya çalıştık. (Yeni dünyanın yeni mesleği) Gelinliğimizi sırtımıza geçirip valilik önlerinde kısıtlamaları protesto ettik. Tüm bunları kınalarla, nişanlarla, “Hayırlı olsun”, “Allah Kavuştursun” “Geçmiş Olsun” “Başınız Sağolsun” ziyaretleriyle harmanladık.
Hepimiz potansiyel pozitifiz!
Çünkü biz mucize bekleyen çocuk bir toplumduk.
Çünkü biz görmediğinin varlığına inanmayan ergenlerdik.
Çünkü biz “Bana birşey olmaz” diyenlerdik.
Oysa hepimiz potansiyel pozitiftik.
Oysa sağlık personeli tükenmişti, ölüyordu.
Buradan herkesin düğününe dokunuyor başta geçtiğimiz hafta istek şarkı yüzünden birbirine sandalye fırlatıp düğün salonunu bir spagetti western filminin barına çeviren coşkulu Kırklarelili gençler olmak üzere tüm düğünseverlere Bedük ve onun postmodern şaheseri “Automatic” şarkısı ve klibini yolluyorum. ( Seyredin, düğün yapmış kadar olun!