Mutlu Hesapçı
“Büyünce bu peynirden yiyeceğim diye hayal ettim, benim hayalim sadece buydu!”
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü desteği ve Kültürlerarası Sanat Derneği işbirliği ile düzenlenen 2. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’ne geçtiğimiz haftalarda konuk oldum.
Benim için festivalin en heyecan verici tarafı hayranı olduğum dünyaca ünlü iki isimle İzmir’de buluşabilecek olmaktı.
Polonyalı besteci Zbigniew Preisner’in İzmir’e geleceğini öğrendiğim anda çok heyecanlandım. Benim için hayatımda iz bırakan Kieslowski’nin üçlemesinin müziklerini yapan besteci geliyor ve onunla tanışacağım. Üçlemenin ‘Kırmızı’ filmini yıllar sonra tekrar izledim çünkü söyleşide onu görecektim ama söyleşiye yetişemedi.
Neyse ki kendisini dünya gözüyle ödül töreninde görebildim ve mutlu oldum. Ünlü besteci ile röportaj yapamadım ama bana asıl mutluluğu yaşatan kişi kendisiyle uzun vakit geçirebildiğim ve röportaj yapabildiğim dünyaca ünlü yönetmen Tony Gatlif oldu.
Festivalde bizi bu isimlerle buluşturan herkese katkılarından dolayı teşekkür ederim.
İzmir’de olmak başka bir duygu oradan ayrılmak istemedim. Daha nice festivallerde İzmir’de buluşmak dileğiyle, herkese iyi pazarlar dilerim. Tony Gatlif ile tanıştığıma çok memnun oldum, röportajımızı okuduğunuzda siz de memnun olacaksınız!
2. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali davetlisi olarak duygularınızı alabilir miyiz?
Sizler beni bu festivale davet ettiğinizde çok duygulandım. Demek ki o filmler bir yerlere dokunmuş, sizlere dokunmuş. Çünkü sinema insana dünyayı anlatır. Sizler dünyayı bu festivalle buraya taşıyorsunuz. Herkese çok teşekkür ederim. Türkleri gerçekten çok seviyorum. İlk filmim için yıllar önce İzmir'e gelmiştim. Tek bir kelime bilmeden, hiçbir şey konuşamadan Türklerle iletişim kurabilmiştik ve onlar bana yol göstermişti. İşte ben bu duyguya büyü diyorum. Büyü diyorum çünkü sinema bizi büyülüyor.
“İstanbul’un zaman içerisinde çok değişmiş olduğunu gördüm”
Türkiye’ye ilk ne zaman geldiniz ve daha önce ülkemiz hakkında bir fikriniz var mıydı?
Türkiye’ye gelmeden önce bir fikrim vardı ama daha çok folklorik açıdan bir bilgiye sahiptim. Cezayir asıllı olduğum için İslam ülkesi, ortak özellikler hakkında bir bilgim vardı. Semerkant gibi bir kent düşünüyordum. İlk geldiğimde rıhtımda gördüğüm hamalları hatırlıyorum. 90’larda ülkenize geldiğimde o zaman farklı bir Türkiye vardı. Sonra İstanbul Film Festivali’ne geldim artık değişmiş olduğunu, gençliğin çok modern ve farklı olduğunu gördüm. Paris gibi moderndi ve gerçekten bu moderniteyle karşılaşmak şaşırtıcıydı benim için. İstanbul’un zaman içerisinde çok değişmiş olduğunu gördüm.
“Türkiye hakkında hep olumlu şeyler düşünüyordum”
Kaç yıllarıydı geldiğiniz ve Türkiye’ye dair fikirleriniz zamanla mı değişti?
Daha önce de olumlu görüyordum aslında ve Türkiye hakkında hep olumlu şeyler düşünüyordum ama bu modernleşmeyi de görünce fikirlerim netleşti diyebilirim. 1984 yılında ilk kez ‘Prensler’ filmimle Türkiye’ye geldim, o zaman beni İstanbul, Ankara, İzmir şehirlerine götürdüler ve oralardan çok iyi izlenimlerle ayrıldım. Bütün kentlerde kiminle karşılaşsam dilimi bilmedikleri halde bana yardımcı oluyorlardı ve bu durum beni çok mutlu etmişti.
“Annem, annemin bütün ailesi çingeneydi”
Filmlerinizde Fransa’nın en güzel ve modern halini göstermek gibi bir derdiniz yok, aksine sanki film Fransa’da çekilmemiş hissine kapılıyoruz ve bambaşka görüntüler hikâyelerinize eşlik ediyor. Bugün söyleşinizde de “Beni çingeneler ilgilendiriyor Fransa umurumda değil” dediniz. Neden çingeneler?
Çünkü annem çingeneydi, annemin bütün ailesi çingene ama bu bir şey ifade etmez. Bu bir eğitimdir, böyle bir ailede anne çocukları eğitir ve ben de öyle eğitildim. Çingene kültüründe anne bu eğitimi verir. Ve ailenin diğer fertleri, büyükler herkes bu eğitimde bir görev üstlenir.
“Zengin olanlar çingene olduğunu kabul etmiyor”
Çingene olmaktan gurur duymak sizin gibi üst düzeye çıkmış, tanınan insanlar arasında pek görülen bir şey değil. Kimliklerini saklıyorlar ve ayrı bir yol tercih ediyorlar hatta çingene denilmesin diye başka bir hayat kuruyorlar. Ama siz çingene olmanızın üstüne gidiyorsunuz ve filmlerinizde bu mevzuyu işliyorsunuz ayrıca bu kimlikle gurur duyuyorsunuz...
Ben dünyanın her köşesini dolaşıyorum, seyahat ediyorum, çingenelerin, yoksulların evlerine giriyorum. Onlar gurur ve onur duyuyorlar çingene olmakla, asla reddetmiyorlar. Ama tabii zengin olanlar bunu kabul etmiyor. Ben 20 yaşlarındayken sinemacı olmayı düşlüyordum ve senaryo yazmaya başlamıştım ayrıca tiyatroda oyunculuk yapıyordum. O sıralarda Paris’e gelen Yunan yönetmen Kakoyannis ile tanıştım. O sırada tiyatroda oyunculuğu bırakmaya karar vermiştim. Kakoyannis bana “Niye bırakıyorsun?” diye sordu “Sinema yapacağım” dedim. “Ama ne anlatacaksın” diye sorduğunda “Bir erkeğin peşinde giden bir kadının arasında geçen aşk hikâyesi anlatacağım” dedim. Nereli olduğumu sorunca annemin çingene olduğunu anlattım. “Niye onlar üstüne film yapmıyorsun” dedi ve her şey böyle başladı. Onun filmi ‘Zorba’ çingene ruhu taşıyan bir filmdi, filmi Girit’te çekti. Kakoyannis ve Anthony Quinn orada yaşayan çingeneleri inceledi ve onlardan ilham aldı. Kakoyannis benim gözlerimi açtı, sosyal politik bir mesele olarak bu durumun üstüne gitmeme yol açtı. Kendi ailemden yola çıkarak başka bir Fransız’ın yapamayacağı bir film yaptım böylelikle.
“Bir şeyleri hayal ederek film yapmam”
Hep gerçek hikâyelerden mi yola çıkıyorsunuz ve filmlerinizde temayı nasıl belirliyorsunuz?
Filmlerimde hep gerçek hikâyelerden yola çıkıyorum. Eğer gerçek bir hikâye bulamazsam, öyle bir film yapmam. Bir şeyleri hayal ederek film yapmam. Bir şeyi görüyorum ve gerçekten etkilenerek o hikâyeyi anlatıyorum. Var olmayan bir şey beni ilgilendirmiyor.
“Çingenelerin Sulukule’den sürülmesi çok rahatsız edici”
İstanbul’a geldiğinizde Sulukule’deki çingeneleri de ziyaret etmiştiniz. Sulukule’de neler gördünüz ve sizi nasıl etkiledi?
Çok güçlü bir duygu hissettim orada tıpkı ‘Prensler’ filmimde olduğu gibi. Bir de büyük bir yoksulluk gördüm, yapacak bir şeyleri yoktu ve orada yalnızdılar. 2008 yılında dönemin belediye başkanı beni o bölgeye davet etmişti. Oradaki insanlar yaşadıkları yerlerden çok uzağa götürülmüşlerdi. Tabii bu durum beni çok rahatsız etti. Bunun çok yanlış bir şey olduğunu, bölgeden sırf birileri para kazanacak diye sürülmenin yanlışlığından söz ettim.
“Bu proje Walt Disney platosu olabilir”
Sonra oradan da sürüldüler ve evlerine el konuldu.
Siz bunu yaparsanız onların hırsızlık vs. gibi yanlış işler yapmalarına da yol açarsınız. Belediye başkanı bana bir film göstermişti, bir mimari proje ve gayet güzel görünen bir projeydi. Projede şık binalar, ağaçlar her şey vardı. Dedim ki “Bu proje Walt Disney platosu olabilir”… Belediye başkanı basına verdiği demeçte benim projeyi çok sevdiğimi söylemiş.
“Film yapacağım, yönetmen olacağım böyle bir şey düşünemezdim o yıllarda”
Islah evinde geçen zorlu bir döneminiz de var. O çocuk yıllar sonra Cannes’da kırmızı halıda yürüyor ve ödül alıyor, bu büyük bir başarı. O günden bugüne baktığınız zaman dünyada tanınan bir sinemacı olacağınızı, bu kadar büyük bir başarıyı hayal etmiş miydiniz?
O yıllarda peynir düşlüyordum, sadece peyniri… Peynir yiyebilmeyi. 25 yaşında keçi peyniri gördüm ve tattım, hiç böyle bir şey yememiştim o ana kadar. Büyünce bu peynirden yiyeceğim diye hayal ettim, benim hayalim buydu. Film yapacağım, yönetmen olacağım böyle bir şey düşünemezdim o yıllarda. Cannes’a birkaç defa gittim orada kırmızı halıda merdivenleri çıkarken hep çocukluğumdaki köydeki tepeye tırmanışımı düşündüm. Çünkü Cezayir’de Belkur Mahallesi’nde hep tepelerde yaşamıştım.
“İbrahim Tatlıses’in sesini çok beğendim ve filmimde kullandım”
Festival kapsamında filmlerinizi tekrar izleme şansım oldu ve bazı detayları size sorma fırsatı yakalamışken sormak isterim. ‘Geronimo’ filminde bir Türk kızının hikâyesi var ve şarkılarda İbrahim Tatlıses’i kullanmışsınız.
Bu filmin hikâyesini gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdım. İbrahim Tatlıses’i Türkler sayesinde keşfettim, çok güçlü bir ses ve sesini çok beğendim, filmimde o güzel sesi kullanmak istedim.
“Birol Ünel’i sinemada izlediğim film sayesinde keşfettim”
Peki ‘Transylvania’ filminde Türk asıllı rahmetli oyuncu Birol Ünel oynuyor, onu nasıl buldunuz ve filminizde oynattınız?
Almanya’da bir üniversiteye davet edilmiştim. Dilini bile bilmediğim bir şehirde vaktim vardı ve sinemaya gittim. Fatih Akın’ın filminde Birol Ünel’i görür görmez oyunculuğundan çok etkilendim ve kendisini öyle keşfettim. Çok iyi bir oyuncuydu, maalesef çok erken kaybettik.
“Eğer gençlik depresyondaysa gelecek tehlikede demektir”
Proje olarak hangi film var önümüzde, yeni hikâyenizde ne anlatıyorsunuz?
Covid beni çok etkiledi, salgın başladığında çekim yapıyordum oysaki. Salgın ile birlikte bütün dünyanın bakış açısı değişti. Ayrılıkçılar daha da çok ayrılıkçı oldu ama özgürlükten yana olanlar da yani onlar da bir umutsuzluğa düştü. Sinema da değişti tabii ki. Sinema salonları değişti. Artık ‘Zorba’ gibi bir film yapılamıyor mesela… Belki de yok oluşa doğru gidiyor sinema. Artık sinemayı dijital platformlar yapıyor.
“Eğer dünya bu yönde giderse varlığını sürdürebilecek olanlar sadece çingeneler olur”
Yeni filmimde 14-17 yaş arası gençlerdeki değişimi anlatmak istiyorum. Bütün dünyada eğitimli gençler depresyonda, eğer gençlik depresyondaysa gelecek tehlikede demektir. Artık sinemacı olmayı düşleyecek gençler bile çıkmıyor, eskiden eğitimle yaşamını sürdürme imkânına kavuşuyorlardı. Artık eğitim de alsalar yaşamını sürdürebilmenin güvencesi kalmadı. Eğer dünya bu yönde giderse varlığını sürdürebilecek olanlar sadece çingeneler olur.