Mutlu Hesapçı
BU HAFTA HAYAT PERDEME YANSIYANLAR…
İnsan iki kitap okuyunca hayatı değişmiyor ama çok sorguluyor. Okuduğum kitaplardan biri tam da 10 Kasım haftasına denk geldi “iyi ki Atam varsın” dediğim noktada yetişti. Atatürk’ün manevi kızı kim olmak istemez ki değil mi diyerek okuduğum gazeteci-yazar arkadaşım Özlem Özdemir’in kitabı “Afet” oldu. Bir diğer kitap ise sistemi bana sorgulatan ve yüzüme çarpan arkadaşım Levent Karakoç’un ilk kitabı “Gece Köpekleri” okuma köşemde yer aldı. Özlem’in kitabında Afet olmaya çalışırken Levent’in kitabında kendimle yüzleşmeler yaşarken rüyada olmak istedim. İki kitap da beni çok etkiledi ve sizlerle paylaşmak istedim.
“AFET, ATATÜRK’ÜN ZAMANLA İLİM ARKADAŞI OLMUŞ”
Afet İnan seni neden bu kadar etkiledi ve yaşamöyküsünü yazmaya karar verdin?
2018 yılında yazdığım İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları: Öncü Kadınlar kitabımda yer alan 25 kadından biri de Afet İnan. Bunca önemli işler başarmış bir kadının daha fazla bilinmeyişine üzülmüştüm. Afet İnan çoktan tanınmalı, herkes tarafından bilinmeli, gençlerin idollerinden biri olmalıydı. Atatürk’ün en yakınındaki kişi, “ilim arkadaşı”, devrime sayısız katkısı olmuş bir kadın! Bir başka ülkede olsa hakkında sayısız film, kitap olurdu, kendi ülkesinde ise adını bilmeyenler var. Yola bunun değişmesi lazım diye çıktım.
Mustafa Kemal’in manevi kızı olmak o kadar özel bir durum ve ayrıcalık ki insan kıskanıyor gerçekten. Atatürk kendisini neden manevi kızı olarak seçiyor ve yanından ayırmıyor?
Afet henüz üç aylık öğretmenken Atatürk okulunu ziyaret ediyor. Bir öğretmen onu Atatürk’ün yanına oturtuyor, Afet heyecandan yüzüne bile bakamıyor. Atatürk onun Selanik, Doyranlı olduğunu öğrenince ailesiyle tanışmak istiyor. Öğreniyorlar ki Atatürk henüz genç bir askerken Afet’in ailesinden birileri onun hayatını kurtarmış. Tanışmalarının ilk dakikalarında Afet’in ona okumak isteğini dile getirmesinden de etkilenmiş olmalı. Onu İsviçre’ye dil eğitimine yolluyor (bu ailesinin gücünün yeteceği bir şey değil) ve manevi kızı olarak tüm eğitimini üstleniyor. Atatürk’e göre yeni kurduğu ülkenin kalkınması için eğitimli gençler lazım ve en önemlisi kızların okumasını çok önemsiyor. Sonrasında Afet Hanım’ın İsviçre’de geçireceği eğitim dönemleri hariç hep birlikteler çünkü çok çalışkan, azimli, karakter sahibi bir kadın Afet İnan. Kendi fikirlerini Atatürk’e iletmekten korkmamış, kendini her konuda yetiştirerek zamanla onun yardımcısı, yoldaşı ve kendi deyimiyle “ilim arkadaşı” olmuş.
Afet İnan kadın hakları mücadelesinde öncü
Afet İnan’ın kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesindeki önemi, rolü ve katkısı nedir?
Afet İnan, kadınların seçme ve seçilme haklarının elde edilmesinde başroldeki kadın ama bunu neredeyse kimse bilmiyor, çünkü son yıllarda (hem sağdan, hem soldan) geçmişi yeniden yazmaya soyunanlarca tarihten silinmiş! Kadın hakları mücadelesindeki öncülüğü ise şu olayla başlıyor: Öğretmenlik yaparken bir gün sınıfta bir belediye seçimi yaptırıyor ve bir kız öğrenci belediye başkanı seçiliyor! Ama bir erkek öğrenci buna kadınların seçme ve seçilme hakkı yok diye itiraz ediyor. Düşünsenize, öğretmen Afet oy veremiyor ama birkaç yıl sonra erkek öğrencisi seçmen olacak. Bu olay Afet’i çok üzüyor. Atatürk’e olayı ağlayarak anlatıyor ve hatta bu hakka sahip olana kadar öğretmenlik yapamayacağını söylüyor! Atatürk de ona başka ülkelerde durum nedir öğren diyor. Ve Afet’in bir yıla yakın dünyadaki kadın hakları hakkında araştırma süreci başlıyor. 3 Nisan 1930’da, kadınlara belediye seçimlerinde oy hakkı tanınacağı gün, Afet halkın karşısına ilk kez çıkıyor ve araştırma sonuçlarını paylaşarak, artık sıra Türk kadınındadır ve bugün ilk adım atılmıştır gibi bir konuşma yapıyor. Kadın hakları mücadelesinin sözcüsü Afet olmuş oluyor. Kitapta daha ayrıntılı yazdım ama özetle haklarımızı elde etmemizde yolu açan kadın Afet İnan. Ölene dek de bu konuda çalışmayı bırakmıyor.
Afet İnan’ın tarihten silinmesi, Atatürk devrimlerinin silinmek istenmesinden kaynaklanıyor
Afet İnan’ı yeterince neden anlayamadık, bilmiyoruz ve bir kadın olarak açtığı çağdaş yol, çalışmaları neden göz ardı edildi?
Türkiye’de son yıllarda Cumhuriyet karşıtlığıyla yazılmaya çalışılan yeni tarih anlayışına paralel Afet İnan’sız ve de Atatürk’süz bir kadın hakları mücadele tarihi de yazılmaya çalışıyor. Bu beni bir kadın olarak başından beri çok rahatsız ediyor çünkü gerçeği bu denli çarpıtmanın maliyetini yine en başta biz kadınlar ödüyoruz. Aslında Afet İnan’ın tarihten silinmesi, Atatürk’ün en yakınında olan bir kadın olarak, Atatürk devrimlerinin silinmek istenmesiyle aynı nedenlerden kaynaklanıyor. Bu benim kişisel fikrim ama 1950’lerden itibaren siyasilerin iktidar adına Cumhuriyet prensiplerinden verdikleri tavizlere bakılınca, örnek Türk kadını Afet İnan’ın artık doğru bir rol model olarak görülmemesi de bunda bir sebep olabilir.
Afet İnan yaşasaydı şu an kadınların içinde bulunduğu durumu nasıl özetlerdi ve İstanbul Sözleşmesi’ni kadınlara nasıl anlatırdı?
Bunu çok düşündüm. Kadınların hiçbir hakkının olmadığı bir dönemde doğmuş ve büyümüş bir kadın iken, Cumhuriyet sayesinde kadınların özgürleşmesine tanık olmakla kalmamış haklarını kazanmalarını sağlamış bir kadından bahsediyoruz. Herhalde geldiğimiz bu duruma müthiş üzülürdü… 1930’lardaki kadınlardan bile geri kalmış bir durumdayız, oysa haklarımızı dünyadaki pek çok ülkeden önce aldık. Bugün kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri oranları ortada değil mi? Bu artışın en önemli sebeplerinden biri de kadını aşağı gören bir zihniyetin yargıda karar verici olması. Siz daha cumhuriyet rejimini kurmadan önce kadınların erkeklerle aynı statüde olması gerektiğini savunan ve Cumhuriyet kurulduktan 3 yıl sonra Medeni Kanun ile başlayıp 7 yıl içinde de siyasi haklarını elde etmelerini sağlayan kanun değişikliklerini yapan Atatürk’e düşmanlık ederseniz, kadından nefret edenlere de geçit vermiş olursunuz. Afet İnan, bugün yaşasa “haklarınıza sahip çıkmalısınız” der, İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar için önemini kapı kapı dolaşarak anlatmamızı sağlardı. Bir de biz kadınları bu noktaya gelmeye nasıl izin verdik diye azarlar mıydı bilemem ama bence bu hakkı olurdu.
Afet İnan’ın yaşamöyküsündeki en önemli kırılma noktalarından biri nedir ve senin onun hayatında en çok etkilendiğin çarpıcı detay ne oldu?
Bence yedi yaşında annesini kaybettiği gün ve de tabii ki Atatürk ile tanışması onun hayatının en büyük kırılma noktaları… Benim onda en çok etkilendiğim konu, Atatürk’ün çalışma arkadaşına dönüşecek kadar kendini geliştirmesi diyebilirim. Her konuda birlikte çalışmışlar, büyüleyici bir şey bu. Aslına bakarsanız ben kendimi ona çok benzetiyorum. İdealistliği, tarih konusunda gerçekleri sonuna kadar savunması, Atatürk ve Cumhuriyet’e bağlılığı…
LEVENT KARAKOÇ; ÇÜNKÜ İNSAN, ÖZÜNDE BÖLÜCÜ VE YIKICI BİR VARLIK
Levent, ilk kitabıyla hepimize bir yüzleşme yaşatıyor ve sistem içinde çok yaşamak isteyen birinin sancılı hikâyesini gerçeğin içinde başka yanılsamalarla okuyucuya veriyor. Bana kitaptan düşen cümle; “Çünkü zaten artık kimse pek bakmıyor birbirinin gözlerine.”
Kitabın hikayesi nasıl ortaya çıktı, kurguyu nasıl oluşturdun ve seni etkileyen, tetikleyen ne oldu?
Yazdığım “Demirevler” isimli bir romanı bitirmek için sonsuza kadar ayrıldığım iş yerinden eve döndüğüm gün, romanıma ait bütün verileri sakladığım depolama aygıtını takside unuttuğumu ve bir daha hiç ulaşamayacağımı fark etmemle başladı galiba her şey. Kaybettiğim romanı tekrar topladığım bir yılın sonunda ise, son sayfayı yazıp yattığım bir gece, bir rüya gördüm. Uyandığımda, Gece Köpekleri’nin ana konusu beynimde yankılanıp duruyordu hala. Böylece Demirevler doğum zamanını bekleyeceği yerde dururken, ben Gece Köpekleri’ne başlamış oldum. Kitabın kurgusu ise, tamamen yolun kendisinde giderken her adımda kendisini yaratmış bir kurgudur. Benim, hayatı yaşarken işleri yapma şeklim gibi yani. Ana planı kurulmuş, varmak istediği yer belli ama gidiş yollarını yaşadığı günün şartları belirler. Bu sebeple Gece Köpekleri, başlayış ve bitiş noktası hariç, kalan her anını karakterlerin kendi yaşayışlarıyla belirlemiş olduğu bir kurguyla yazılmıştır.
Doğru bulduğum ahlakla yaşayıp güzel bir çiçek tohumu üretmek
Sistemi eleştiren bir adamın çaresizce sistemin dışında kalmak istemesinin sancılı bir hikayesini anlatıyorsun. Sistemi değiştiremiyorsan kendini değiştirmek de sanırım işe yaramıyor değil mi?
Yaşadığım süre içerisinde sistemleri istediğim yönde değiştirmek gibi bir beklentim de, planım da yok ve hatta değişsin diye çabaladığımız hiçbir sistemin, bizim yaşam süremiz içinde değişmeyeceğini biliyor gibiyim. Zira bireyin 1 senede öğrenebildiği bir şeyi toplumun -yeni bir sistem üretebilecek kadar- geniş bir kesiminin öğrenebilmesi yani bunun bir kültür haline dönüşebilmesi için belki 20 belki 30 sene geçmesi gerekir. Yani, insanın bireysel ömrüyle toplumların ömrü, birbiriyle senkronize ilerleyen olgular değillerdir.
Bu sebeple, doğru bulduğum ahlakla yaşayıp güzel bir çiçek tohumu üretmek ve o tohumu bir çocuğa yani geleceğe bırakmaktan başka çabam yok benim. Çocuklarımızın güzel çiçeklerle dolu güzel ormanlarda yaşayabilmesinin tek yolunun da bu olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işlerin sonuçlarına değil de; güzel, ahlaklı ve kadim faydalarla dolu olup olmadıklarına odaklanarak yaşamamız, geleceğin kendisini belki kurtarabilir kanaatindeyim.
Kendi yüzleşmelerimi yaşamaya çok evvel başlamış olduğum için çıktı bu kitap
“Bu dünyada seni en çok ve en iyi kandıran yalancıyla tanışmak mı istiyorsun? Aynaya bak” dediği yerdeyiz kitapta da yazdığın gibi. İnsan neden kendine de yalan söylüyor ve sen bu kitabı yazarken ne kadar yüzleştin kendinle ve insanlarla?
İnsan, şişirip durduğu egosu ve bilinçaltındaki gerçek kendisiyle aynı vücutta yaşar. Ve ego, her zaman yalan söyler, söyletir. Yenildiği her şeye güzel bir elbise giydirir insan. Mutsuzluklarını allar, pullar, süsler, gelin gibi çıkartır davetlere. Kendisini tanrısal gördüğü için de, egonun genel eğilimi kendisini onaylamaktır. İnsanın her şartta kendisini onaylaması için ise, kendisine yalan söylemesi kaçınılmaz tabii. Bu kitabın yazarı ise, kendi yüzleşmelerini yaşamaya çok evvel başlamış olduğu için çıktı bu kitap. O sebeple yazım aşamasında değil, ondan çok önce başlayan bir alışkanlık bu benim için. Tam bir yüzleşme yaşadığımı, her şeyi hallettiğimi falan iddia etmiyorum sakın yanlış anlaşılmasın. Yüzleşmenin gerekliliğinin farkına vardığım zamanlardan bahsediyorum.
Ölümlü olduğunu bile bile daha çok yaşamak adına bütün çabası insanın ama öleceğini de unutarak yaşıyor. Aslında bütün meselenin kaynağı bu gibi geliyor. Kitabında diyorsun ki; “Yüzyıllarca biz öldük… Şimdiyse, ölme ve bedel ödeme sırası, dünyayı bu hale getirenlerde ve buna göz yumanlarda belki?”
O gün gelecek mi?
İnsanın kurduğu hiçbir sistem, hiçbir imparatorluk sonsuza kadar sürmez. Çünkü insan, özünde bölücü ve yıkıcı bir varlık. Dengeler değiştiği sürece sistemler de değişecektir elbette. Dünyadaki bu düzenin de sonu gelecektir buna eminim ama yerine gelenin bundan daha vahşi olmayacağını kimse garanti edemez söz konusu “insan”ken. Bu güç mücadelesini bir savaş kabul edersek, size bu savaşların nasıl veya ne zaman bitebileceğine dair temel düşüncemi, bir şiirle daha iyi anlatabilirim sanırım.
Bu savaş da bitecek bir gün sevgili..
Ve biz o gün seninle, birbirine düşman bu siperlerin tam ortasında buluşacağız.
Aynı soluk ışığı altında oturacağız ayın, o toprağın kan sıcağına hem de.
Senin bayrak dalgası saçların, benim savaş karası içim..
Benim savaş karası içim titrerken usulca nemli ve kızıl rüzgarın altında,
Herkesin öldüğü bir kıyımda ayakta kalan son iki insan olduğumuzda bitecek tüm savaşlar.
Ve gün gelecek, “biz”siz kalmamak için durmayı öğreneceğiz.
Ki o gün.. kim kimi öldürürse, tüm insanlığı öldürmüş olacak zira.
Ve yine o gün çünkü..
İkimiz de tek başına kalacağımızı bildiğimizden, durmayı da bileceğiz.
Uğruna yaşayacak..Hatta uğruna öldürecek bir neden bile kalmadığı için,
Korkmayı ve durmayı öğreneceğiz.
Bu savaş da bitecek bir gün sevgili..
Birimizin sırtında kan, yüzünde bin acı, gözlerinde korku,
Birimizin ellerinde kan, yüzünde bin pişmanlık, gözlerinde korku..
Duracağız, bitecek bu savaşlar,
Uğruna yaşayacak…
Ve uğruna öldürecek bir nedenimiz bile kalmayana kadar öldürebildiğimizde
Beşiktaş hayata bakışımın bütün anlamını temsil eden bir yapı
Kollarını bir kartal gibi açmak ve karakterin kızına doğru yol alması… Beşiktaşlısın ve baba olduğun için mi bu duyguyu kullandın kitabında, anlamı nedir bu duygunun?
Bu konulara girersek oralardan nasıl çıkılır bilmiyorum ama kısaca deneyeyim. Beşiktaş benim hayatımda sadece bir alan kaplamaz. Hayatımın, hayata bakışımın bütün anlamını temsil eden bir yapının kendisidir esasen. Bu sebeple; karar alma, erdemli davranış, cesaret vb gibi benim için kadim olan duyguları ve değerleri anlatmam gerektiğinde en uygun simge olarak kulübümün sembolü olan kartalı kullanmam, benim için en doğal yol gibi geliyor. Romanda bahsi geçen kız çocuğunu ise; benim korumacı, fedakar “hayır” diyemeyeceğim taraflarımın tümünü karşıladığı için kullandım.