Mutlu Hesapçı
“Bizim için en önemlisi tasarım yaptığımız kişiyi anlamak”
Çok uzun süredir özellikle pandemiyle birlikte hepimiz şehirden uzak bir yerde yaşamayı hayal ediyoruz. Az insanın olduğu doğal bir yaşamın içinde var olmak istiyoruz.
Geldiğimiz nokta evlere kapanmak oldu.
Hem koşullardan hem de eski sosyal ortamların olmamasından dolayı evimiz nefes aldığımız en önemli alan haline geldi. Artık sosyalleşmelerimizi evlerimizde gerçekleştiriyor ve huzuru kendi evimizin içinde buluyoruz. Ev insan için çok değerli, korunaklı bir dünya ve zamanla önemini daha çok anladık. Yaşam alanlarımızı kendimize göre elimizden geldiğince ve bütçemiz yettiğince yeniden düzenlemeye başladık. Çünkü insanın huzuru yakaladığı ve kendisiyle baş başa kaldığı tek yer kendi yaşam alanı. İnsan her nerede ve nasıl yaşıyorsa, o alanı nasıl yaşatabiliyorsa hayat o denli güzelleşiyor çünkü.
Kendimi yeniden keşfettiğim bir dönemde acaba ben kimim ve nasıl bir yerde ve evde yaşamak isterim sorularını sorarken buldum ve bu noktada çok özel bir insanla tanıştım.
İnsanın yaşam alanlarını A’dan Z’ye tasarlayan ruhunu ve enerjisini katan çok özel bir isim Kamil Taner.
Kendimi tanıma yolculuğunda ve yaşam alanımı belirleme noktasında zihnimi açtı. Mesele barınma meselesi değil, mesele kendini tanıyarak yaşama becerisi.
Kamil Taner, “Holistik Tasarımcı”, aynı zamanda San Francisco Mimarlık Enstitüsü’nde profesör. Ayrıca tasarladığı mobilyalarla İtalya’da yapılan uluslararası tasarım yarışması A Design Awards’ta ödül kazandı.
Yaptığı yaşam alanları dünyanın önemli dergilerinde örnek gösteriliyor ve kendisi yerelden evrensele uzanan bir köprüde yaşamları tasarlıyor.
Kamil Taner’e mesleğinden yola çıkarak merak ettiklerimi sordum. Herkese kendi tasarladığı, içinde huzurlu ve mutlu hissedeceği bir yaşam dileriz. İyi pazarlar.
Mutlu olacağımız bir hayat, mimari açıdan nasıl tasarlanır?
Holistik bir tasarım anlayışıyla tasarlanabilir. Kısaca beyni, vücudu, ruhu, psikolojiyi, düşünceyi, davranışları, anlayışları, hisleri, etnografik çevreyi, hareketleri, ergonomiyi, enerjiyi, sürdürülebilirliği, spiritüelliği fiziki alana entegre ederek insanın sağlığını ve mutluluğunu ön plana alarak en optimal tecrübeyi ortaya çıkarmak üzere tasarlanır.
“Yaşadığınız alanda huzurlu olabilmeniz, dinlenebilmeniz, yenilenebilmeniz gerekiyor”
Siz insanın yaşam alanlarını A’dan Z’ye tasarlayan holistik bir tasarımcısınız. İnsanın yaşam alanları neden bu kadar önemli ve günümüzde bu lükse sahip olmak bir ayrıcalık değil mi?
Bence günümüzde bu lüks değil gereklilik. Etrafınıza dikkat ederseniz bir sürü insan artık sağlıklı yaşama geçmiş durumda. Vücutlarına sağlıksız olan bir yemek sokmak istemiyorlar. Sağlıklı yemek bir şekilde doktorlardan ve hastanelerden uzak durmanın formülü olarak gösteriliyor. Bu vücudunuz ve ona iyi bakmalısınız ancak vücut tek başına yeterli değil. Vücut ile birlikte beyin ve ruhun da sağlıklı olması gerekiyor. Yaşadığınız alanda huzurlu olabilmeniz, dinlenebilmeniz, yenilenebilmeniz gerekiyor. Yaşadığınız alan günün en az 12 saatini veya fazlasını geçirdiğiniz bir ortam. Bu ortam sizin karakterinize, psikolojinize ve hayat anlayışınıza göre ne kadar huzurlu ve rahat ise o kadar kendi doğanıza geri dönersiniz. Stresiniz azalır, tekrar yüzünüz gülmeye başlar ve akışa girersiniz. Sizin beyin ve vücut olarak rahatlamanıza, sakinleşmenize, yavaşlamanıza sebebiyet verir ve hayatı daha net görmeye başlarsınız. Örnek vermek gerekirse: Müşteriniz çok yoğun çalışan bir insansa evinin içini beyaz renk yapmayı düşünebilirsiniz. Beyaz insanların kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan bir renktir. Bunu yeşil veya mavi yaparsınız rahatlık ve huzur ortaya çıkartır. Sakin olan bir insana ise kırmızı rengi düşünebilirsiniz çünkü kırmızı enerjik ve tutku, pembe yaparsanız şirin ve romantik hislerini ortaya çıkartır. Mekânda kullanacağınız duvar renginden koltuk rengine, formlara, zemine kadar hepsi kişiyi etkiler. Diğer taraftan müşteriniz 190 cm uzunluğunda bir kişiyse mutfağınızın ve banyo tezgâhlarını 95-100 cm yükseklikte yapmayı tercih etmelisiniz çünkü bu kişinin tezgâha sürekli eğilmesini engelleyerek bel ve boyun fıtığı riskini azaltabilirsiniz. Bence günümüzde bu bir lüks değil aksine gereklilik.
“Ben bütünlüğe inanıyorum”
Mimari ve mobilya tasarımlarınızla Fransa’dan İtalya’ya uluslararası alanda aldığınız birçok önemli ödülünüz var ve San Francisco Mimarlık Enstitüsü’nde mimarlık bölümü profesörüsünüz. Mimari ile birlikte mobilya neden önemli ve sizin tasarımlarınız bu noktada nasıl ayrılıyor?
Bu konuda birçok farklı yaklaşım var. Ben bütünlüğe inanıyorum. Mimari, iç mimari, mobilya bir bütünün parçaları. Bunlar birlikte harmoni oluşturdukları zaman ortaya çıkan bambaşka bir duygu oluyor. Biz insanlar hislerimizle yaşayan varlıklarız. 5 duyumuz bizleri yaşamla birleştiriyor. Bir mimari yapıyı gördüğümüz zaman veya güzel bir restorana girdiğimiz zaman içimizden “wow” kelimesini söylüyorsak bunun sebebi o anda gördüğümüz mekânın bize hissettirdikleridir. Renklerin bize verdiği duygular, desenlerin mekân ve renklerle uyumu, formlar, yükseklikler, alçaklıklar, ölçüler, doğal ışık, aydınlatmalar, mobilyalar ve her şeyin birleşimi bize bu kompozisyon sayesinde ortaya çıkan hisler uyandırır. Biz bu duyguları yaratmaya çalışıyoruz. Belki de hisler önceliğimiz olduğu için farklı oluyoruz.
“Tasarımlarımızda ilhamı hep müşterilerimizden alıyoruz”
Tasarımlarınızda ilhamı nelerden alıyorsunuz?
Tasarımlarımızda ilhamı hep müşterilerimizden alıyoruz. Bizim için en önemlisi tasarım yaptığımız kişiyi anlamak. Bu nedenle müşterilerimizle çok vakit harcıyoruz. Onların hayat anlayışlarını, yaşam felsefelerini, zevklerini, yaşam şekillerini, alışkanlıklarını hayallerini, düşüncelerini anlamaya çalışıyoruz. Onlar olmaya çalışıyoruz diyebilirim. Tasarım ancak bütün bunları iyice anlayıp hissedebildikten sonra başlıyor.
Mimari bir yapıda sizi etkileyen nedir?
Müşterisini anlamış, müşterisinin hayallerini tasarıma dökebilmiş ve bunu yaparken incelik, zarafet ve detay katılmış tüm yapılar beni etkiliyor.
“Mimarisine hayran olduğum yapılar Ayasofya ve Selimiye Camii”
Türkiye ve dünyada mimarisine hayran olduğunuz yapı hangisi?
Ayasofya ve Selimiye Camii. İstiklal Caddesi’nde kafanızı kaldırıp binalara bakarak yürüdüğünüz zaman hayran kalmamak mümkün değil. Sizi bambaşka biz zaman dilimine götürüyor. Kimi binalardaki detaylar nefes kesici. Pera’da yürümek bir sanat eserinin ortasında yürümek gibi diyebilirim.
“Kırsal ve sahil alanların daha çok şehirlilerle dolmasını beklemenin uzak bir ihtimal olmadığını düşünüyorum”
Çarpık kentleşme Türkiye’nin en önemli sorunu. Artık insanlar şehirden kaçmak ve doğanın içinde basit evlerde yaşamak istiyor. Köy evleri popüler hale gelmiş durumda. Sizin gözlemleriniz nedir, artık başka türlü bir yaşama geçiş başladı diyebilir miyiz?
Bu konu ikilemlerle dolu ne yazık ki. Araştırmalara göre 2025 senesi itibariyle dünya nüfusunun %75’inin büyük şehirlerde yaşayacağı öngörülüyor. Bu da sürekli emlak fiyatlarının artışı, inşaat maliyetlerinin yükselişi, pahalılık, daha fazla kalabalıklaşma ve bunlarla birlikte bir sürü yeni problem anlamına geliyor. Diğer taraftan teknolojinin gelişmesiyle gelen uzaktan çalışabilme imkânı şehirli maliklere kırsal ve sahil alanlara göç edebilme imkânı tanıyor. Uzun seneler şehirlerde yaşayıp yıprananlar daha kolay, doğayla iç içe ve şehre göre yaşaması daha basit hayatlar hayal ediyorlar. Şu anda Karadeniz ve Ege, İstanbul’daki şehirlilerin tercih noktaları halinde. Kırsal ve sahil alanların daha çok şehirlilerle dolmasını beklemenin uzak bir ihtimal olmadığını düşünüyorum.
“Antikaların önemi gün geçtikçe artıyor”
Eskicilere de aynı oranda ilgi var. Antika pazarları, Çukurcuma gibi yerler çok popüler oldu. Artık anneanne ve babaannelerimizin sakladığı eski eşyalar gün yüzüne çıkıyor ve değer kazanıyor. Eskiye ilgiyi tasarımlar açısından nasıl yorumluyorsunuz?
Bence toplumumuz içerisinde antikaların önemi gün geçtikçe artıyor. Bunlar yaşanmışlığı olan ürünler ve kimileri kendi dönemlerinin önemli tasarımları. Bu ürünleri tekrar hayata döndürmek mekânlar içerisinde yaşatmaya çalışmak esasında bir kültür, bir anlayış. Avrupa ve Amerika’da, Japonya’da eskiyi korumak, restore etmek, yaşatmak kültürlerinin bir parçası olmuş. 50-60 yaşında bir arabaya binmek, 70 senelik bir saat takmak, büyük babadan kalma bir hırka giymek, anneden kalma bir elbise giymek, takı takmak, eski yapıları yenileyip yaşamak, 1950’lerden bir Mid-Century modern koltuk, sehpa almak cool, yapıcı ve sürdürülebilir olarak görülüyor. Kişilik olarak zaten ben eskilere tekrar hayat kazandırmaya çalışan bir insanım. Bu benim hayat tarzımın içerisinde yer alan felsefelerden bir tanesi.
“Bir tasarımcı olarak müşterinizin bütçesine göre çözümler üretebilirsiniz”
Yaşam alanımızı sizin gibi profesyonel ve başarılı isimlere tasarlatmak pahalı bir şey mi? Malum kiralardaki fahiş artışlar gündemdeyken biraz lükse kaçan bir durum değil mi?
Ben Bauhaus, Mid-Century modern ve Japon felsefesini uygulayan bir insanım. Bu dönemlerin önemi ürünleri ve mimariyi tasarım olarak üst noktaya taşımaya çalışırken bunu en basit, yalın ve toplumun erişebileceği fiyat aralığında yapabilmeye çalışmaktı. Tecrübeliyseniz, yeterli derecede malzeme bilginiz varsa, tasarımların nasıl yapıldığına ve üretildiğine hâkimseniz ve bunu ayrıntılı olarak ustaların inisiyatifine bırakmayacak şekilde çizebilirseniz… O zaman siz bir tasarımcı olarak müşterinizin bütçesine göre çözümler üretebilirsiniz.
“Kişiler arasındaki iletişimin bu noktada çok önemli olduğunu düşünüyorum”
Tasarımcı olarak en zor şey nedir?
Bunun çok kişisel olduğunu düşünüyorum. Bence müşterinizi anlamadıysanız çok zor bir durumla karşı karşıya kalmış durumdasınız. Bu durumda ne yapsanız kendisi mutlu olamayacaktır. Ben kişiler arasındaki iletişimin bu noktada çok önemli olduğunu düşünüyorum. Müşteriniz tasarım ile ilgili hiçbir konuya hâkim olmak zorunda değil. Bunun farkında olmanız gerekiyor. Siz bu nedenle oradasınız. Müşterinizi aydınlatmalısınız ve rahatlatmalısınız. Kendisi tam olarak ne istediğini bilmiyorsa siz bunu ortaya çıkartmalısınız.