Mutlu Hesapçı
“Biraz daha zorlaşıyor gibi görünse de umut çoğalacak, inanıyorum”
Erdal Beşikçioğlu’nun Otomatik Portakal müzikalinde geri sayım başladı...
Anthony Burgess'in kült eseri ‘Otomatik Portakal’ rap müzikali olarak Tatbikat Sahnesi'nde! Elvin ve Erdal Beşikçioğlu'nun birlikte uyarlayıp yönetmenliğini üstlendiği oyun, Şanışer, Sokrat St, Ados, Kamufle, Redo ve Müjde Kızılkan gibi çok değerli rap ve alternatif pop müzik sanatçılarını 18 kişilik koroyla sahnede buluşturuyor. Dansın ve rap müziğinin, edebiyatla buluştuğu eser, tiyatro sahnesinde provokatif bir rap müzikaline dönüşecek. Müzikal için heyecanlı bekleyiş başladı çünkü ‘Otomatik Portakal’ 28 Eylül’de Zorlu PSM’de seyirciyle buluşmaya hazırlanıyor. Provalarını ziyaret etme şansı yakaladığım oyunu, Erdal Beşikçioğlu ve Alex rolü ile ilk kez tiyatro sahnesine çıkacak olan Sarp Palaur (Şanışer) ile konuştum.
‘Otomatik Portakal’ çok önemli bir roman, okuduğum zaman beynim yanmıştı. Karaktere kızdım, hikâyenin ortalarında hak verdim sonra ben de kötülüğü meşrulaştırıyor muyum dediğim bir okuma süreci geçirmiştim. Sizin için eserin önemi nedir ve neden sahneye taşıma kararı aldınız?
Ben distopik edebiyatı, 21. yüzyılın postmodern gerçeği olarak görüyorum. Bundan 20 yıl önce yazılmış ve bugünü anlatan birçok eser benim dikkatimi çekiyor. ‘Fahrenheit 451’ olsun, akabinde ‘Otomatik Portakal’ olsun verdiği mesajlar ve teknolojinin gelişmesiyle insanın kendi içerisinde düştüğü çatışmayı çok güzel anlatan hikâyeler. Otomatik Portakal'da da başkarakterimiz Alex'in sistem karşısında seçme ve seçilme hakkının elinden alınmasıyla beraber yani insanları otomatikleşen, kendi istedikleri kimliğe sokan bir yapıyla karşılaşıyoruz. Hikâyede bir ergen gencin olgunluk süreci içerisinde vatandaş olma bilinci, seçme hakkı elinden alınarak gerçekleştiriliyor. Tabii bizim sahne adaptasyonumuz sinema filmiyle ve kendi içerisindeki romanıyla böyle birebir bir yansılama şeklinde olmuyor, kendi coğrafyamızın kaderinden de bakmamız gerekiyor hikâyeye. Biraz da bizden bir şeylerin olması gerekiyor ki o karakterle kendi içimizdeki o empatiyi kurabilelim. Alex de 16 yaşında bir genç çocuk, tıpkı bizim ülkemizdeki 16 yaşında Anadolu lisesine başlamış ve daha sonra imam-hatip lisesinden mezun olmuş ve bu öğrencilerin elinden seçme hakkı alınarak “Bu okullarda okuyacaksınız” denilmiş bir sistemin ürünü aslında. Biz de buradan yola çıkarak hikâyeyi bugünkü seçim sonuçlarının aslında müsebbibinin ne olduğunun biraz daha tahlilini yapmak istedik ki bu eser de bu konuda bizi çok heyecanlandıran bir eserdi. Ve bunun üzerine sahne çalışmalarına başladık.
“Sarp hem kendi özel hayatında, hem mesleğinde zaten bu protest tavrı üstüne giymiş ve o şekilde yaşayan biri”
Eseri rap müzikali olarak sahneye taşıyorsunuz, neden?
Anthony Burgess'in yazdığı kendi içinde bir dili var, ‘Nasdaq’ diyorlar bu dile. Yani Rusça kelimelerle kendi içerisindeki İngilizce kelimelerin birbirine meç edilip o sınıfın kendi arasında konuştuğu bir alt kültür dili olarak yorumlamış Anthony Burgess bunu. Bizim bunu Türkçeye uyarlamamız çok zor tabii ki çevirisi bile çok zordu. Ama bu lezzeti verebileceğimiz kendi içimizde o rap kültürü, o alt kültürün net sesi olan o söylencenin uyabileceğini düşündüm ve bence çok oturduğunu da düşünüyorum. Böylelikle yazarın kendi içerisindeki dilini çok daha protest bir dille bizim sade vatandaşın ağzından aktarma biçimine sebep oldu rap. Tabii kolay değil bir metni alacaksınız, o metnin içerisinde sözleri çıkartacaksınız, bu sözleri belli bir ritim içerisinde söyleyeceksiniz. Bu librettoların oluşturulması çok zordu tabii ki. Ama çocuklar dirayetli çıktı bu konuda. Olmazsa olmazlarımızdan Sarp'ın karakteri Alex, zaten Alex'i bulmasaydık Otomatik Portakal’ı yapmamızın bir manası yoktu. Sarp hem kendi özel hayatında, hem mesleğinde zaten bu protest tavrı üstüne giymiş ve o şekilde yaşayan biri. Ve müzikal için de Sarp başta olmak üzere bu öncü lisanı, öncü dertleşmeyi yapan arkadaşlarla bir araya geldik ve beraber bu hikâyeyi anlatmaya çalıştık.
Alex’i nasıl buldunuz?
O da çok tesadüf ve ilginç bir hikâye. Bundan yıllar önce Elvin ile bir İngiltere gezisinde National Theatre'nin birkaç oyununa girdik, kütüphanelerinde gezerken ‘Otomatik Portakal’a denk geldim sinema senaryosundan yola çıkarak oyunlaştırmışlardı. “Bunu alalım bir gün belki işimize lazım olur” demiştim. Aradan zaman geçti rapçi genç tayfanın bir albüm hazırlığı olduğunu söylediler ve benim de albümde bir tirat okumamı istemişler. Gel zaman git zaman ikna ettiler ve bu tiradı okuduk. Sonrasında o albümde Sarp'ın parçası dikkatimi çekmiş ve “Kimmiş bu adam” demiştim. Daha önceden de Susamam şarkısıyla tanıdığım biriydi ama çok derinlemesine araştırmamıştım. Bir baktım ki ‘Ludovico’ diye albümü de var adamın “Bu çocukla bir görüşmemiz lazım” dedim. Sarp geldi, oturduk ve “Bu ‘Ludovico’ ‘Otomatik Portakal’daki tedavi edilme yöntemi falan nereden çıktı bu” dedim. Otomatik Portakal eserini çok sevdiğini söyledi ve beklenen zaman gelmişti “Hadi bunu sahneye taşıyalım” dedim. “Nasıl olacak bu iş?” dedi. “Zor olacak ama böyle bir maceraya girmek ister misin?” dedim. O da “Girerim” deyince bütün hikâye üst üste gele gele bugüne kadar geldik. 28 Eylül’de de oyunumuz başlıyor.
“Gençlerle ben çok ilgileniyorum”
Bu kitapta en çok beğendiğiniz ve sorguladığınız şey ne oldu da sahneye uyarlama kararı aldınız? Sizi tetikleyen şey neydi?
Oradaki bir gencin seçme ve seçilme hakkını elinden almak ve sistem içerisine kendine uygun bir profile dönüştürme hikâyesi asıl bu işi yapmama sebep oldu. Eğer gençleri siz kendi içerisinde yönlendirmeden ya da çok büyük bir baskı altında tuttuğunuz zaman, onlar kendi içlerindeki sevgiyi, neşeyi farklı şekilde dillendiriyorlar. Bizim karakterlerimizde de maalesef bu böyle, şiddet onlar için neşeye bir övgü haline dönüştürülüyor. Daha sonra bu genç karakterin işlediği bir suç yüzünden de hapishaneye ve ondan sonra da bilime kurban edilerek din, bilim ve siyaset üçgeni içerisinde nasıl bir prototip haline getirildiğini anlatıyor. Gençlerle ben çok ilgileniyorum, tiyatro olarak da çok ilgileniyorum. 45 yaşındaki bir insana bir yaştan sonra bir yol göstermeniz 18 yaşında ya da 16 yaşında bir genci yakalamanızdan çok daha zor. O yüzden bu hikâyede bir dönemin genç kitlesinin şapkasını önüne koyup değerlendireceği, sorgulayacağı ve kendini bulacağı bir hikâye... Bu hikâyeyi yapmaktan da çok keyif alıyorum açıkçası. Ama asıl derdim benim, bu gençlik ve Türkiye'nin bugünkü kitaba bakış şekli. Türkiye'den Anthony Burgess’in bölgesinin Otomatik Portakal’ına baktığımız zaman bunu görüyorum; Anadolu lisesinde okuyan, öğrenim gören bir gencin imam- hatipten mezun olması gibi… Mevzu bu!
“Bir baskı rejimiyle bunun gelmemesi gerekiyor, hikâyede de onu anlatıyoruz”
Bu noktada da umutsuz kalıyoruz değil mi? Belki siz şanslı kuşaktınız ben birazcık sonundan yakaladım diye düşünüyorum ama…
Umutsuzluk diye bir şey yok hiçbir zaman çünkü seçmen yaşı gün geçtikçe gençleşen, durmadan kendini yenileyen bir seçmenin de kendi içinde sisteminin bir şekilde ona uyum sağlaması da gerekiyor. Nasıl emeklilerimizi korumak sosyal devletin göreviyse, gençlerimizi de enerjilerine göre yönlendirmek devletin sorumluluğunda olması lazım ama bunun da özgürce olması gerekli. Bir baskı rejimiyle bunun gelmemesi gerekiyor, hikâyede de onu anlatıyoruz biz zaten.
Peki, bu noktada umutsuzluk diye bir şey yok diyorsunuz. Nasıl bir umut var? Ben şu an çok fazla umut göremiyorum açıkçası.
Düşünsenize benim kuşağım radyoyla büyümüş, benden sonra gelen televizyonla büyümüş, televizyondan sonra gelen bilgisayarla büyümüş. Bilgisayardan sonra tabletler gelmiş şimdi cep telefonları elimizde. Yani birbirleriyle iletişim şekilleri, birbirleriyle haberleşme şekli dünyaya açılan kapı bakımından tabii ki umut verici. Kendilerine göre iyi ya da kötü değerlendirebilecek binlerce seçenek var önlerinde artık dünyaya açılmış durumdayız. Biz sadece radyo tiyatrosu dinleyerek büyüdük baktığımız zaman. Şimdi ise böyle bir çeşitliğin içerisinde tabii ki insanın umudu var. Doğruyu yanlışı seçebilecek, neyin yalan neyin gerçek olduğunu görebileceğimiz binlerce platform var. E bu durumda ülke de gençleşen bir ülke, bu durumda biraz daha zorlaşıyor gibi görünse de umut çoğalacak, inanıyorum.
Peki, bu noktada sistem ne kadar baskı yapsa da işte girdikleri okul seçimlerini kendiliğinden değiştirse de insanın değişmesi zaten kendisine bağlı ve onu kimse engelleyemez.
Sistemi de değiştirmesi tamamıyla bir bireyin kendi sorumluluğu diyorsun.
“Böyle gelişen bir gençliğin sistem karşısında nereye evrileceğini emin olun ben de merak ediyorum”
Evet aslında öyle düşünüyorum yani.
Ama tabii yani eskiden yoktu, eskiden gazete girerdi gazeteyi okumak zorunda kalırdık ama şimdi seni uyarıyor “Haber düştü şu habere bir bak” diye. Böyle gelişen bir gençliğin sistem karşısında nereye evrileceğini emin olun ben de merak ediyorum.
“Üçüncü dünya savaşı yaşıyoruz şu anda”
Sistemin nereye evrileceğini ben de merak ediyorum ama dünya nereye gidiyor, gittikçe kötüleşen bir dünyanın içinde miyiz? İnsanlar çok kötü ve iyilik yok gibi…
Öyle, üçüncü dünya savaşı yaşıyoruz şu anda, çok ciddi bir şekilde üçüncü dünya savaşı yaşıyoruz. Bu da bu devletlerin kendi içerisinde kendi baskın karakterlerinin karşılığı, o yüzden oluyor zaten bunların hepsi de. Ama iyi ve kötü kavramı hani bazılarına göre kişiden kişiye değişir ama kurallar varsa eğer iyi ya da kötü kavramı da kendi içerisinde ona göre değerlendirilmelidir.
“Çağın en önemli hastalığı görünür olmak!”
Çağın en önemli hastalığı ne peki?
Görünür olmak! Sosyal medyada olsun, orada olsun, burada olsun… Görünür olmakla çok büyük bir derdimiz var bizim. Ne söylediğiniz değil, ne kadar popüler olduğunuzla ilgilenilen bir durumdayız ki bence bu bir moda ve gelip geçici olarak görüyorum. Şiiri popüler kültürün öldürebileceğine inanmıyorum açıkçası.
“Şiir kendi içerisinde yine galip gelecektir”
Ben de inanmıyorum.
Yani bir süre sonra zaten şiir kendi içerisinde yine galip gelecektir. Bu uzun uzun konuşmalarınızın hepsi dörtlükler halinde, çok daha net bir şekilde anlaşılacak. Bir dil oluşuyor şu anda sosyal medya dili olarak tıpkı Anthony Burgess'in kitabında yaptığı o ‘Nasdaq’ dili de sosyal medyada oluşmaya başladı.
“Onun kendi içerisinde yaşadığı vicdan azabına üzülüyoruz”
Keşke görünür olan vicdan ve adalet olabilseydi… Bunu yasalardan bağımsız söylüyorum aslında. İnsanın kendi içinde tutarlı bir adalet anlayışı olmalı diye düşünüyorum. Ve vicdanın da ona eşlik ettiği bir duruş gerekli. O zaman dünya yaşanılabilir olurdu.
Bence de öyle. Saygıyla ilgili bir şey bu. Yani nefes alan her canlıya saygı duyduğunuz zaman ister istemez bu erdemli tavır da peşi sıra gelecektir. Biz oyunda da zaten Alex karakterini kendi içerisindeki o vicdani çatışması sonucu sürüklendiği yolculuğunu seyrediyoruz. Nasıl başladı ve bu vicdan çatışması yüzünden nereye geldi? O yüzden o karaktere başta kızıyoruz, nefret ediyoruz ama kendi içinde sistemin otomatikleştirdiği bir makineye dönüştürdüğü insanoğluna da bir taraftan üzülüyoruz. Tabii ki sonra onun kendi içerisinde yaşadığı vicdan azabına üzülüyoruz. Nereden başlıyor ve nerede bitiriyor ve bizi bu yolculukta kendimizle ne kadar baş başa bırakıyor? Bence eserin gücü de orada zaten!
“İnsanoğlunun eğer bir vatandaş ise otomatikleşmesi mümkün değil”
Geldiğimiz çağ teknoloji, internet, yapay zekâ derken bambaşka sanal bir alem. Öyle ki yapay zekâ ile makineleşebilen insan yaratma çabaları da sürüyor. Sizce insanlar makineleşebilir mi yoksa beyin olarak çoktan ele geçirildik mi?
Bana soracak olursanız yapısına ters insanın. Basit bir örnek vereyim; bir insanı ödediğiniz ücretlerle besliyorsunuz fakat bu ücretler yetmeyip aç kalmaya başladığı zaman ister istemez şalteri atıyor, otomatikleşmesi mümkün değil yani o tepkisini göstermek zorunda. Diğer hayvanlardan ayıran en büyük özelliğimiz bizim düşünebilme yetimiz. O yüzden insanoğlunun eğer bir vatandaş ise otomatikleşmesi mümkün değil. Ama bir tebaa içinde iseniz orasını bilemem, bilmediğim konular onlar.
“Sorduğumuz sorulara seyircilerimizle beraber bir cevap arıyoruz aslında”
Sanatın gücü çok önemli bu noktada. İnsanın makineleşmesini engelleyen, sorgulatan ve tartışma yaratan bir alan. Bu noktada sanatın insana etkisi ve seçtiğiniz projelerdeki derdiniz nedir?
Sanat kendi içerisinde etkileşim olarak morfik bir alan yaratır. Morfik alan nedir? Peşinde sürüklediği insan kitleleri. Yani moda kendi içerisinde morfik bir alan yaratır. Ve bir bakarsınız ki herkes aynı pantolonu giymiştir, blucinin gelmesi de yaratılan bir morfik alandır. Din de morfik bir alandır. Şimdi sanatla dinin çatışması da zaten yarattığı bu morfik alan yüzündendir. Bir tanesi iyi insan olmayı vaat eder, ötekisi neden ve sonuçlarını irdeler. O yüzden din ve sanat her zaman çatışmıştır. Bu sadece bizim dinimiz için değil, dünya dinleri içerisinde de bu böyledir. Bu çatışmanın da ben faydalı olduğunu düşünüyorum açıkçası. O yüzden de buradan besleniyoruz biz, bu yolda ilerliyoruz, bu soruları soruyoruz. Ve sorduğumuz sorulara seyircilerimizle beraber bir cevap arıyoruz aslında, bizim maceramız bu.
“Askere gitmemek için oyuncu oldum ben”
Hayata gelme sebebiniz oyuncu olmaktı diyebilir miyiz, ne kadar bilinçli bir tercihti?
Yok ya... Askere gitmemek için oyuncu oldum ben. Hiç öyle oyuncu olayım durumunda değildim. Üniversite sınavına girdik, hiçbir yer almadı yabancı dile de gitmek, tercüman olmak istemedim. “Ne yapalım o zaman? Tiyatro yapalım” dedim, öyle bir maceraydı benimki… Alelade hadi gidelim dediğim en azından asteğmen olarak askerlik yapacağız er olarak yapmayalım diye baba zoruyla okuduğum bir üniversitedir. Babam da sanatçı olmamı çok fazla istemedi açıkçası ama ya er olacağız ya subay, “Oğlan o zaman git ne okuyorsan oku” dedi ve ben de öyle başladım. Okuduktan sonra dönemler başka bir dönemi açtı. Antik başka bir döneme açtı. Klasik başka bir döneme açtı. Distopya başka bir döneme açtı. Yani tuhaf bir yolculuktu. Sonra çok sevdik tabii ki.
Yıllar geçince de “Evet doğru işteyim” mi diyorsunuzdur.
Her seferinde “Ulan niye biz bu işi yapıyoruz” deyip ondan sonra seyirciyle buluşturduğumuz her oyunda aynı empatiyi seyirciden gördüğümüz zaman doğru bir yerdeymişiz diye bakıyorum.
Behzat Amir hikâyesi ne olacak peşinizi bırakmayan, bu durumdan memnun musunuz? Herkes Behzat Amirime selam söyle dedi valla.
Bilmiyorum ki yani hikâye çıktığı sürece devam eder. Ne kadar güzel vicdani hukuku çok güzel anlatmışız demek ki, keyifli tabii keyifli olmaz olur mu?
“Her zorlukta yine eğer filizlenecek bir şey çıkartabiliyorsak topraktan daha ne olsun”
Mutlu musunuz, hayat yolunda mı?
Tabii ki değil. Satın alım güçlerine baktığınız zaman yapmak istediğiniz işle korkunç defactolar var ama bir şekilde insan gücüyle, insan azmiyle bunların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Yani bunlar olmayınca da yaşamın bir anlamı yok, başarmanın bir anlamı yok. Ama her zorlukta yine eğer filizlenecek bir şey çıkartabiliyorsak topraktan daha ne olsun.
“Çok uzun süre müziğim salt nefretten oluşuyordu”
SARP PALAUR (ŞANIŞER)
Yaptığın müzikle ne anlatmayı tercih ediyorsun?
Yani, ben... Ben AKP hükümetinde büyümüş bir çocuğum, dolayısıyla çok çiçek böcek geçmedi bizim ömrümüz. Üstelik teknolojik gelişmeler sayesinde birinci dünya ülkelerinde nasıl yaşandığını, olanakların bizimkine göre ne kadar geniş olduğunu görmüş biriyim. Dolayısıyla kendimi ifade edebilecek bulduğum her alanda bu eşitsizliği, bu adaletsizliği, bu haksızlığı anlatmaya çalıştım. Çünkü uykularımı kaçırdı başka türlüsü.
“Bence sorun insanın doğasında”
En büyük dert ne oldu?
Bir süre yaşadığın coğrafyaya lanet okuduktan sonra fark ediyorsun ki aslında sorun bir adamda, tek adamda, bir hükümette, bir iktidarda, bir ülkede, bir coğrafyada da değil. Bence sorun insanın doğasında yani biz böyle canlılar olduğumuz için böyle bir sistemde yaşıyoruz ve sonrasında fark ediyorsun ki o çok imrendiğin birinci dünya ülkeleri de gençlere sundukları refahı başka ülkeleri sömürerek elde ediyorlar.
Yani sorun insanda.
Bence de öyle. Biz hâlâ primitif duygularla, güdülerle hareket ediyoruz bence. Dünyanın bu kadar kötü bir yer olmasının müsebbibi de bu güdülerimiz.
“Benim şarkılarda anlattığım şeyler Erdal Abi’nin dikkatini çekmiş”
Heyecanlı bir projenin içindesin. Erdal Bey ile tanışman nasıl oldu? E tabii ki de eminim “İyi ki tanıştım” demişsindir.
Arkadaşlarımız bir tane toplama hiphop albümü yapıyordu, ben de oraya bir şarkıyla girdim. Sonra Erdal Abi’ye de projenin girişinde bir tirat okumasını rica etmişler. O da albümdeki şarkıları dinleyince benim anlattığım şeyler dikkatini çekmiş.
Neydi onlar?
İstanbul'dan gitmekle ilgili bir şeydi yani İstanbul'da yaşamanın ne kadar zor olduğu. Aslında yaşamaya değil de hayatta kalmaya ve belli bir zümrenin içinde olmaya, o zümrenin içinde kalmaya ya da bi üst sınıfa atlamaya, mahalle değiştirmeye çalıştığımız parkur gibi bir yer İstanbul. Bu duyguları anlattığım bir şarkıydı. Erdal Abi onu beğenmiş sonra benim diskografime bakmış ve orada yıllardır kafasında kurduğu Otomatik Portakal müzikali için “Aleksimi buldum” demiş.
“Ne olduğunu anlamadan ben kendimi Alex olarak buldum”
Alex'i oynayacaksın, çok acayip bir şey yani değil mi?
Hayatta yapabileceğim bir şey değil. Normal şartlarda biri bana böyle bir şey söylese teşekkür ederim, güzel deyip devam ederim. Bir müzikal mi yapsak? Hocam ben oynayamam dedim, oynama sadece rap yap dedi. Tamam, o bildiğin bir şey çıkarım sahneye ben rapimi yaparım. Sonra ne olduğunu anlamadan ben kendimi Alex olarak buldum.
Oyunun bütününe baktığında rap şarkıları ne kadar yer alıyor bir müzikalde?
Erdal Abi bana geldiğinde “Kısıtlı bir vakit var hızlı hızlı bu işi çıkarmamız lazım” dedi. Ben de dedim ki; “Ben bunun şarkılarını kısa süre içinde yazamam. Bir de tabii o eserin içeriğinden şarkılar yazmak da çok zor”... Bir de ben şarkılarımı çok uzun sürelerde yazıyorum. O dedi ki; “Sen zaten benim hayalimdeki şarkıları yazmışsın.” Benim şarkılarım hep yakın Türkiye geçmişini anlatan şarkılar. Hem sosyal tarihimizi hem politik tarihimizi anlatan şarkılar yakın geçmişten bahsediyor. Dedi ki; “Benim zaten bunu adapte ediş biçimim bu olacak. Dolayısıyla sen zaten yazılması gereken şeylerin çoğunu yazmışsın. Az bir şey var yazman gereken onlara da bakarsın nasıl istiyorsan öyle yaparsın”... Ve sonra gerçekten Erdal Abi o kadar güzel irdelemiş, o kadar güzel çalışmış ki üstüne bana geldi dedi ki; “Şu şarkını, şu şarkını, şu şarkını kullanıyorsun”. Gerçekten inanılmaz ince bir çalışmayla yazdığım şeylerden oyunu yeniden yaratmış, kitabı yeniden yaratmış gibi. Bize çok bir şey kalmadı yazacak, dört tane falan yeni şarkı yazdık geri kalanları benim eski şarkılarım ve bence sen de izleyince şaşıracaksın. Ben de hiç tahayyül edemiyordum bu tamamen Erdal Abi’nin kafasındaki bir vizyondu. Ben de bir yere oturtamıyordum şarkılarımı ama bence sen de şaşıracaksın işi izlediğinde, oluyormuş Otomatik Portakallı ve gayet oluyormuş.
“Türkiye'de dik durabilen, omurgalı, gerektiğinde ses çıkarabilen, gücün yanına yanlamadan işini özgürce yapabilen neredeyse kimse yok”
Çok güzel yaaa şarkılarının gün gelip böyle bir tiyatro sahnesinde böyle bir eserin içinde Erdal Beşikçioğlu'nun yönetiminde buluşması, herhalde hayalini kursan zor.
Tabii ki çok güzel. Hayalini bile kurmazdım bir kere kendimi zaten öyle tiyatro sahnesinde, bir müzikalin içinde falan asla düşünmedim bugüne kadar. Yani en uç hayallerimde de öyle bir şey yoktu. Tabii ki şarkıları bile düşünmedim ve ayrıca Erdal Abi dışında biri bana bu proje ile gelseydi de kabul etmezdim.
Zaten başka biri de bu eser ve rol ile sana gelmezdi, o kadar özgür başka bir kafa bu riski göze almazdı, riske girmezdi diye düşünüyorum.
Evet. Aynen öyle, aynen öyle. Türkiye'de dik durabilen, omurgalı, gerektiğinde ses çıkarabilen, gücün yanına yanlamadan işini özgürce yapabilen neredeyse kimse yok.
Sen derdini özgürce anlatabiliyor musun?
Ben anlatıyorum tabii ki yıllar geçtikçe baskı ortamı güçleniyor bu da hepimize otosansür olarak geri dönüyor, bunu kabul etmemek ahmaklık olur. Dolayısıyla kültür sanatla uğraşan herkesin bir eser, bir kültür eseri yaratırken kendini kısıtladığı durumlar oluyor içinde bulunduğu coğrafyalardan ötürü. Gel gelelim bununla daha iyi bir dünya idealinden vazgeçmek arasında çok uzak bir mesafe var. Kendini bazı konularda kısıtlaman gerekebilir ama bu senin güce yanlamanı ve tamamen artık keşke dünya böyle olsaydı ama olmuyor ne yapalım, bana ne kardeşim diyerek çiçek böcek bir hayatın içerisine düşmeni gerektirmiyor. Benim de bulunduğum yer böyle bir yer.
“Sen neysen yaptığın iş de o oluyor”
Anlaşılabildiğini düşünüyor musun, istediğin kitleyi yakaladın mı?
Sen neysen yaptığın iş de o oluyor. Benim kendimi yakın gördüğüm sosyo-politik grup Türkiye'nin belki yüzde onunun içinde olduğu gruptur. Dolayısıyla seninle aynı şeyleri hissettiği için, seninle birlikte yol yürüyen kitle de bu kadar oluyor. Bunun farkında olduğunda önce iç huzurunu tahsis ediyorsun ve diyorsun ki; zaten olacağı budur ama yıllar geçtikçe şunu fark ettim, yaptığım işler sadece benim gibi düşünen insanların mastürbasyonu olmaktan ileri gitmiyorsa doğru bir şey yapmıyoruzdur. Bizim de tabii ki eğlenmemiz, müzik dinlememiz gerekiyor, benim gibi düşünen insanların da onların da başucu şarkılarına ihtiyacı var. Onların da yorgun bir günün ardından evet bu dünyanın ben de anasını satayım, böyle dünya mı olur demeye hakkı var muhakkak. Fakat bu işte, o sanatın dönüştürücü gücünü kullanmamak anlamına geliyor. Dolayısıyla belki bir 5-6 sene önce falandır artık dedim ki; yazdığım şeyleri benim gibi düşünmeyen insanların beni anlamasını, benimle empati kurmasını ve hatta onların fikirlerini de değiştirebileceğim bir düzlemde yapmam gerekir ki bir işe yarasın.
Yumuşak bir geçiş yapayım ve köprü kurayım diyerek müziğini dönüştürmeye mi başladın?
Evet, ondan sonra daha kapsayıcı olmaya çalıştım çünkü çok uzun süre müziğim salt bir nefretten oluşuyordu. Fakat sonrasında daha kapsayıcı, daha tane tane anlatan ve benim gibi düşünmeyen insanları irite etmeden belki benim açımdan da bakmalarını sağlayacak şekilde bir dönüşüme sokmaya çalıştım.