BİR YANGININ KÜLÜNÜ...
Bir virüs gelip adaleti yeniden kurdu. Ya da biz öyle sandık. Oysa test yaptırmak da, yatak bulmak da, hatta ölmek de sınıfsal meselelerin pençesinde kıvranıyordu.
Geçtiğimiz haftayı da gürültülü, patırtılı, yayın yasaklı, yayın yasağı haberine yayın yasaklı, ekran karartmalı, aslında uçmayan şeyhler, onları uçuran müritlerle dolu ve elbette Korona’nın gölgesinde testli, aşılı, sosyal mesafeli ve maskeli (?) halde geçirdik.
“Şeffaflık” denen ne idüğü belirsiz şey her zamanki gibi lafta kaldı, başımıza gelenleri “tahminler” eşliğinde anlamaya çalıştık.
Öyle ya, iki büyük şehrin belediye başkanları vaka sayıları hakkında artık dayanamayıp konuşmaya başlamıştı. Biri “İstanbul eşittir Türkiye” diyordu, diğeriyse “Ankara’da bir günde kaç kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz “
Akşamlarımızın vazgeçilmezi turkuaz tabloysa hergün bir başka verisini kaybederek sade bir takvim olma yönünde emin adımlarla ilerliyordu.
Korku filmlerini andıran karanlık mizansenler içinde tarikat şeyhleri çocuklara “Rüyamda gördüm, hanımım olacaksın” mavallarıyla cinsel istismarda bulunuyordu. Bu karanlık arka bahçelerde olup bitenlerse “yayın yasakları” eşilğinde saklanmaya çalışılıyordu. Yayın yasakları haberlerine de yayın yasakları getirilerek...
Olan biteni içselleştirmekte ve onunla sahici bir temas çabasında oldum olası tembel olan aydın davranışı, Batman’da günlerce tecavüze uğrayıp, yaşadıklarının ağırlığına dayanamayarak intihar eden bir kadını öznesi yapıp, boyutsuz, derinliksiz analizler yapmak üzere kalemi eline alıyordu. Öyle ya, "Batman’daki genç kızların ya dağa çıkmak ya da kentte görev yapan asker, bürokrat biriyle evlenmek şeklinde iki seçenekleri vardı; bekaretini kaybetmiş genç kızlar da intiharı kurtuluş olarak görüyordu" Ne kolaydı indirgeyivermek, alt metinlerde kolaya kaçma mesajları vermek, kibiri ölen birinin üzerinde bile sergilemekten kaçınmamak, tepeden dillerle, kolaycı saptamalarla yaşananıların ağırlığını sıfırla çarpmak.. Hem de bunları “bir arkadaşın” anlattıklarına dayandırmak. Tepkilerin ardından gelen sözüm ona “özür mesajı” bile samimiyetsizliğin sağlamasını yapmanın ötesine gidemiyor, “Tamam anladık, siz iyilikten ne anlarsınız” horozlanmasını ete kemiğe büründürüyordu.
Ama kantarın topuzu kaçmıştı bir kez, teraziye gelmesi de pek olası değildi. Bu kez de ilgili cümlelerin yazarı hakkında savcılık tarafından soruşturma açılıyor, düşünsel düzlemde tartışılıp kapatılabilecek bu konu, pek çok konu gibi kriminalize ediliyordu.
Ali Babacan’dan sonra Binali Yıldırım’ın da Covid-19 testinin pozitif olduğunu açıklaması –bu arada haber sosyal medyada dolaşmaya başladığında Yıldırım’ın danışmanı haberi ışık hızıyla yalanladı, yalanlama mekanizması fonksiyonunu çoktan yitirmiş, adeta “Zanaat körelmesine” deva pratiğine dönüşmüştü- nicedir tartışılan bir konu tekrar gündeme geldi. “Bu virüs bizi eşitlemiş miydi, yoksa her şey sınıfsal mıydı?”
Zihnim bu düşünceler arasında umarsızca gezinirken aslında her şeyin her zaman sınıfsal olduğunun ispatı bir gerçek öyküde takılı kaldı. Bu Pazar’ın öyküsü bu olsun o zaman..
Evet, her şey sınıfsaldır!
Paris, 19. yüzyıl sonu..
Fransız devriminin etkilerine endüstri devriminkiler de eklenince kentte göz alıcı değişimler başlar. III.Napolyon döneminde Baron Haussmann, Paris'te büyük bir imar planlamasına girişir. Kentte geniş bulvarlar açılır, ulaşım, konut, temiz su gibi altyapı çalışmaları ile kentin eski sağlıksız koşulları giderilir. Burjuvazi yeni bir yaşama ve başka tür bir sosyalizasyona yelken açmıştır artık. Paris lüks ve modaya hükmetmektedir.
Tüm bu iklimin içinde 1885’de ilk kez kurulur Bazar de la Charite. Paris’teki Katolik Fransız aristokratları yardım ve hayır yapma amacıyla kurmuşlardır bu organizasyonu. Ne yazık ki ömrü kısa –sadece 12 yıl- sürecektir.
Yaz sezonunun ilk organizasyonu olarak planlanan etkinlik genellikle Mayıs ayında gerçekleştirilir, rahibeler ve papalık elçileri etkinliği kutsamak için ilk Pazar günü diğer aristokratlarla birlikte alanda arz-ı endam ederler.
Düzenlenen son organizasyon 1897’dedir. Pazar mekanı olarak 19 rue Jean Goujon'da seksen metre uzunluğunda, on üç metre genişliğinde boş ahşap bir hangar kiralanır, binanın içine karton, mukavva, bez ve ahşaptan eski Paris'i taklit eden bir ortaçağ caddesi tasarlanır.
Birkaç gün süren etkinlikte ziyaretçilerin eğlenmesi esas hedeftir, bunun için tekstil ürünlerinin satıldığı tezgahlar ve oyun bölmeleri oluşturularak zenginlerin para harcaması sağlanır. O yıl ilk kez eğlencelere bir yenisi eklenir, Bazar de la Charite'in organizasyon komitesi başkanı Baron Armand de Mackau'nun isteğiyle film projeksiyonu yapılması kararlaştırılır. Organizasyondaki gösterim aynı zamanda sinemanın sosyeteye ilk tanıtılışı olacaktır. Bu tarih öncesinde de Paris'te sinema gösterimleri düşük bir ücret karşılığında yapıldığından ekonomik açıdan alt sınıf olarak değerlendirilecek kitleler sosyeteden çok önce sinema ile zaten tanışmıştır.
O yılki ziyaretçiler arasında tanınmış bir isim de vardır. Bavyera Dükü'nün kızı, “Sisi” olarak bilinen Avusturya imparatoriçesi Elizabeth ve Napoli Kraliçesi Anne'ın kızkardeşleri Düşes Sophie D'Alençon etkinliğin ikinci günü olan 4 Mayıs'ta Bazar de la Charite'i ziyaret eder.
Saat 15:00 sıralarında papalık elçisi gelir ve ayrılmadan önce kısa bir süre için Düşes Sophie D'Alençon ile sohbet eder. Saat 16:00'da pazar mekanında tahminen 1000 -1600 kişi vardır.
Felakete sadece dakikalar kalmıştır. Film gösterimi başlar.
O dönemde filmlerin nitrat tabanlı olduklarını, projeksiyon cihazlarında; ışık kaynağı olarak o günün şartlarında elektrik kaynakları hantal ve taşınması zor kabul edildiğinden eter-oksijen lambası kullanıldığını burada hatırlatalım.
Felaketin ardından projeksiyon cihazının operatörü ifadesinde; gazı biten cihazın lambasının vidalarını söktüğünü, izleyenlerden birkaç dakika beklemelerini istediğini, tankın içine likiti boşalttığını, ancak eline ve giysilerine likit bulaştığını, o sırada ortam karanlık olduğu için yardımcısından ışık istediğini, bu isteğini bir kez daha tekrarladığını, yardımcısının masanın üzerindeki kibriti alarak yaktığını, iki saniyeden daha kısa bir süre içinde bir çatırtı duyduğunu ancak o an fimlerin alev aldığını belirtecektir.
Yangın 16:05-16:15'de çıkar, saniyeler içinde kolonlarda asılı perdeleri tutuşturak tavandan aşağıya sarkan tenteye ulaşır. Birkaç dakika içinde katranla kaplı kağıt ve ahşap çatı alevler içinde kalmış, tavandan düşen yanan parçalar yer döşemelerinin de yanmasına neden olmuştur. Katranın yanması sonucu ortamı duman kaplar. 16:55'de tavan çöker. Yaklaşık 100 kişi çöken tavanın altında kalır, birkaç kişi kaçanların ayakları altında ezilir. İtfaiye yangını saat 17:35'e kadar söndüremez. O güne ait kalan birkaç fotoğraf yangından sonra yanmaya devam eden kalasları göstermektedir.
Yaşamak da ölmek de bazıları için lükstür
Yangında 126 kişi ölür. Kurbanların sadece 6'sı erkektir. Yangının ardından basına, kurbanları kurtarmaya çalışan erkeklerin kahramanlık hikayeleri yansımıştır. Ancak, bu hikayeleri çürüten iddialar da vardır. Yangının soruşturmacısı M. Bertalus yaptığı araştırmada birçok erkeğin yangından kaçarken ilkel ve korkak davrandığını, bazı genç erkeklerin çıkışları kapattığını, bazılarınınsa kaçarken bastonlarıyla kadınların yüzüne vurduğunu, bir kadının parmaklarının kırıldığını, bu kişilerin isimlerinin bilindiğini ve bir daha Paris sosyetesine kabul edilmelerinin mümkün olmadığını ifade eder.
Kurbanların büyük bir kısmı yakınları tarafından teşhis edilebilir ve bu teşhislerde kurbanların üzerlerinde bulunan mücevherlerin çok yardımı olur. 30 kurbanın cesetleri ise tanınamayacak kadar yandığından kimliklendirilemez. Hatta görgü tanıkları ifadelerinde cesetlerin bazılarında alyansların el kemiklerine kaynadığını ve erimiş tarakların kafataslarına yapıştığını gördüklerini söylerler.
İşte bu 30 kimliklendirilemeyen ceset aristokratlara hizmet veren dişhekimleri çağırılırak oluşturulan komisyonca teşhis edilir. O zaman da bugün olduğu gibi diş hekimliği hizmeti lüks olarak algılanmakta ve sadece aristokratların diş ağrılarına deva olmaktadır.
O cesetlerden biri de Düşes Sophie D'Alençon'a aittir. Bir aristokrat olması, aynı zamanda botanist olan bir diş hekimine gidiyor olması ve yapılan tüm tedavilerinin diş hekimi tarafından çizimlerle kayıt altına alınmış olması Düşes’in bir mezarının olmasını sağlar.
Testten aşıya, yoğun bakımdan mezara sınıfsal meseleler
Bir virüs gelip adaleti yeniden kurdu. Ya da biz öyle sandık. Oysa test yaptırmak da, yatak bulmak da, hatta ölmek de sınıfsal meselelerin pençesinde kıvranıyordu.
Bir yanımızda ayda sekiz test yaptıran milletvekilleri vardı, öbür yanımız hala rutin teste reva görülmeyen ve ölen ve öldükten sonra dahi haklarını alamayan sağlık çalışanlarının acısıyla sarılıydı.
Madem ölüme giden yolda bile eşitlenemiyorduk, O halde elimiz kolumuz bağlıydı.
Çünkü virüs öldürmüyordu, o bile bizim sınıfsal çaresizliğimize teslim olmuştu.