Kızılcık Şerbeti ve Ömer
Her iki dizi de başladıkları sahici yerde kalamadıklarında, dolayısıyla kendi iddialarından vazgeçtiklerinde ve ‘tüketiciye’ bütünüyle teslim olduklarında bile bir hayli öğretici sayılır.
Kızılcık Şerbeti ve Ömer’den -esas olarak dinsellikten beslenen iki dizi filmden söz ediyoruz- geç haberim oldu ve yayınlanmalarından çok sonra izleme fırsatı buldum. Diziler devam ediyor ve anladığım kadarıyla bir seyirci kitleleri de var. RTÜK cezalarından, uyarılarından vs. belli ki bir kamusal ilgi de söz konusu. Geçerken değinelim, artık RTÜK’ün yahut Diyanet’in doğrudan müdahil olmadığı bir tartışma konumuz olabilecek mi, pek emin değilim.
Ömer, İsrail dizisi Shtisel’den uyarlama. Kızılcık Şerbeti ise “özgün bir hikâye.” Fakat Ömer’in de birçok bakımdan tabii bir şekilde yerlileştirildiğinden söz edilebilir. Hatta epeyi dibe vurmuş bir ev kadını olan Nisa, Shtisel’deki orijinalinden daha başarılı duruyor. Yine de mekân olarak Üsküdar değil de Çarşamba seçilebilirdi diye düşünüyor insan. Fakat bunu düşünür düşünmez, Türkiye, son yılları, egemen incinmişliği akla geliyor ve derhal bu düşünceden vazgeçiyorum. Kızılcık Şerbeti’nde müdire hanımın disiplinciliğinin arka planındaki Kemalizm ve Cumhuriyet tutkusu da anlaşılır nedenlerle silindiğinden benzer bir hafifletici sebepten söz edilebilir. Burada temanın ‘düşmesi’ ve “tutumun çocuksulaşması” riski nasıl gölgelenebilirdi diye pek kafa yorulmadığını söyliyebilir miyiz? Yine de anlayışı kaybetmemek gerekir. Her iki dizinin din[1]darlara, sekülerlere, yoksul mahalle hayatına dair klişeleri, ezberleri, neredeyse karikatürleşme pahasına tekrar ettiği de belirtilebilir ama dizilerin başarısı, tam da klişeleri ve ezberleri ‘canlandırmakta’ yatıyor. Öncelikle, gerçeklik tam da ve ancak klişede kendisini ifade ettiğinde ‘yakalanabildiğinden’, sonra da zaten bu klişenin arkasında derinlikli ve kusursuz bir bütünlük olmadığından.
Bu vesileyle bir kere daha farkına vardım ki Türkiye’de seyirci sayısının en yoğun olduğu vakitlerde yayınlanan diziler uzun, çok uzun, hatta bir hayli uzun. Seyreden oturup seyreder ben karışmam; işin iktisadî bir veçhesi de var, bu da açık. Yine de bu ‘uzatmanın’ bayağı kültürel bir boyutundan, belki niteliğinden söz etmek gerekiyor. Zaman, muhtevanın yeniden üretilmesine, hikâyeye yeniden can verilmesine, çatışmaların derinleştirilmesine, konunun zenginleştirilmesine fayda sağlayabilir. Bir ihtimâldir. Gelgelelim, uzatma, bütün bunların tam tersiyle de sonuçlanabilir. Bu da bir ihtimâldir. Ve genellikle ikincisi olur. Türkiye’de açılış kapanış törenleri, kurdele kesmeler, dost sohbetleri, geyikler, müskirat sofraları, dedikodular uzatılır, uzatılır “dibini bulmak” için ilave emekten kaçınılmaz. Fakat uzatmak, önünde sonunda gerilimi düşürür; bunu gidermek için dozajı arttırmak gerekir. Bu nedenle Kızılcık Şerbeti giderek temanın ezildiği bir entrikalar kolajına dönüşüyor. Baştaki iyi kötü tercihlere dayanan kimlik, topluluk, sınıf vurgu anlamını yitiriyor. Ömer edilgen duygusallığın kalesi hâline geliyor ve bu duygusallık bireylerin diğer özelliklerinin önüne geçiyor. Herkes atacağı, atabileceği adımdan imtina ederek, başlarındaki felâketi çoğaltacak duygusallığa yenilmenin erdemine aldanmış gözüküyor. Oysa mesela Müge Anlı, kararsızlıkların ve belirsizliklerin handiyse hiç olmadığı, duygusallığın pek para etmediği ve insanların neredeyse canavarlaşabildikleri mevcut bir durumu, herhangi bir müdahale filân olmaksızın üstelik, cömertçe sergileyebiliyor.
Kızılcık Şerbeti ‘yukardakilerin’, Ömer ‘aşağıdakilerin’ hikâyesi. Buna rağmen, patriyarkların, matriyarkların bolluğundan, ailenin boğuculuğundan, ilişkilerin çözülmüşlüğünden, bireylerin, ailelerin, kamusal ve özel hâllerinin çelişkilerinden oluşan bir yığın ortaklıktan da söz edilebilir. Her iki dizi de, karşılaşan tarafların ‘kendilerinde de’ sorunlu bloklar olduğunu göstermeyi başarıyor; karşılaşma esnasında ve sonrasında, problemler artıyor, tekrar etmek gerekirse, bunları yaratan bir önce var –sonra, bu öncenin izlerini takip ediyor.
Ömer dizi olarak biraz daha dezavantajlı bir yerden başlıyor: seyirci toplamakta pek başarılı olduğu gözüken bir mahalle mitine yeniden müracaat ediyor. Bu mahallenin gerçekliği tartışmalı; bir kere, mahallenin iktidara getirdiği bir siyasi ta[1]rafın, TOKİ’yle, müteahhit ordularıyla, mutenalaştırma politikalarıyla neredeyse öldürdüğü bir varlıktan söz ediyoruz. Mahalle mitinin diğer kurucu ögeleri fazlasıyla göstermelik. Dayanışma, yardımlaşma, iyilikseverlik. Yatalak babaanne bile, kendini bulup kötücüllük kraliçesine dönüşebiliyor. Tıpkı Pembe Hanım gibi. Kocası ve oğluna yönelik sahiplenici ilgisiyle, patriyarka karşı iktidar mücadelesini bir alt düzeyden sürdürmekten gına gelmiş Pembe Hanım, gözü karardığında elinden geleni ardına koymuyor.
İmam Efendi kravatlı, oğlan sonradan bağlamayı da öğrendiği bir kaşkole sahip. Kıyafet, kadınların tesettürü hariç, görünürlüğe bir katkı sunmuyor. Baba imam, oğul müezzin tapuda mesai arkadaşı da olabilirler. Her ikisinin dinselliği, handiyse meslekî. Zaman zaman tartışılan konulardaki liberal yorum, oğlanı belirli bir varlığa dönüştürmüyor. Otoriteyle yüzyüze gelmemek, gelememek, müezzini her adımında biraz daha sinik kılıyor. Mahallenin tutunduğu geleneğin hasadı, kolu kanadı ve kalbi kırık insanlar. Nasıl müdire hanımın disiplinciliğinin kendisini meşrulaştırdığı ideolojik arka plan silindiyse, imamın ve müezzinin dindarlığı da, geleneksel ama artık bir hayli göstermelik ‘iyilik’ momentlerini bir kenara bırakırsak, ezan okumak ve namaz kılmaktan ibaret kılınarak sınırlandırılmış. Dinsel tutum, bildiğimiz kötü gelenekçilik ve esas[1]sız bir muhafazakârlıktan fazlası değil. O da, aile ve kadın-erkek ilişkilerine gelince, bu sefer, “kendini kaybedip” olmadık yollara tevessül edebiliyor.
Kızılcık Şerbeti Türkiye’de seküler tutumun kadınlar üzerinden ve daha çok aracılığıyla yürüdüğünü başarıyla gösteriyor -ve her iki dizi de, aslında Türkiye’deki verili polemiklerin büyük bir kısmının kadınlar hakkında, üzerinde ve dolayımıyla gerçekleştiğini belgelemekte. Buna rağmen, dizilerin feminist bir perspektifi ‘dayattığını’ söyleyemeyiz. Kötülük esasında cinsler arasında neredeyse mutlak bir eşitlik var. Vurgulanması gereken bir başka husus, erkekliğin sefâleti. Bilgelik yaşına veya patriyark olma şansına sahip olmaya gelinceye kadar erkekler, vesayet taşıyıcıları. Din, gelenek, çağdaşlık vs. Dizilerin bu içgörüyü öne çıkarmasına bayıldım. Denildiği gibi: erkekler büyümüyor. Onları büyüten, para, iktidar, konum. Bu obez ve sağlıksız bir büyüme. Problemler arttıkça patlama riskini de barındırıyor ve nitekim, ilk kriz ânında patlıyor.
Kızılcık Şerbeti ve Ömer sekülerlerin ve dindarların bir “hayat üslûbu” yaratmadaki başarısızlıklarını sergiliyor. Karşı karşıya gelen hayatların çatışma nedeni, eğlenme pratikleri, alkol ve cinsellikle (buna örtünme vs. dahil) sınırlı nerdeyse. Değerler söz konusu olduğunda durum pek parlak değil. Tecrübeleriyle oportunizmini gizlemeyi başaran göçkün matriyark Sönmez Hanım’ın dediği gibi: “Çok sıkıldık artık herkeslerin bu değerlerinden.” Değere bağlı imtiyaz talebi, elbette değeri öncelemiyor, öncelenen her zaman başka bir sebep. Dindarların aileye yönelik tutkusu, bir kere artık bütünüyle sınıfsal faktörlerce belirleniyor. Öte yandan bu olguyu gizlemeye yönelik premodern bir örüntüyü ihtiva ediyor hâlâ. Kutsallık örtüsü altında, paternal otorite ve mülkiyetin korunduğu, özel olanın kem gözlerden saklandığı bir “toplanma alanı” olarak örgütlenmiş bir müessese bu. Beklentileri ve sorumlulukları artırıyor ama beklentiler gerçekci değil ve sorumluluklar üstlenilemeyecek kadar ağır. Bireylerin güvendelik hissini mümkün kılan, yaralanmayı yıkılmayı ve hatta borçlanmayı asgariye indiren daha sahici bir varoluşa bu nedenle yer bulmak zorlaşıyor. Her iki dizi de gösteriyor ki içinde yaşadığımız bataklığın sadece politik boyutları yok ve mesele her zaman sandığımızdan biraz daha derinde. Bunun için benzeri dizilerin sayısının çoğalması ve daha cesur olmalarından hepimizin öğreneceği şeyler var. Ayrıca her iki dizinin de, muhtemelen seküler bir ekip tarafından kotarılması tesadüf olmasa gerektir. Dindarlar bu toplumda epeydir başlarına ne geldiğini, neyi yapıp yapmadıklarını düşünme konusunda pek istekli değiller. Bu isteği ellerinden neredeyse tümünden almış iktidar isterisinin sanıldığından daha yıpratıcı etkilerini sonuna kadar yaşayacaklar, bu sebeple, ister istemez hikâyelerini hep başkalarından dinlemek zorunda kalacaklar. En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn Twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz. Her iki dizi de başladıkları sahici yerde kalamadıklarında, dolayısıyla kendi iddialarından vazgeçtiklerinde ve ‘tüketiciye’ bütünüyle teslim olduklarında bile bir hayli öğretici sayılır.
- Diziler ve bunlarla ilgili tartışmalardan haberdar olmamı sağlayan, yazıyı okuyup eleştirilerde bulunan Hacer Kılıçaslan’a teşekkür ederim.
- Şöyle demişim: “Shtisel diye bir İsrail dizisi var; orada Hasidiklerin günümüzdeki hayatı bir biçimde temsil ediliyor ve oldukça gerçekçi bir üslup var. Bir dostum diziye gösterdiğim ilginin abartılı olduğunu, aynı şeyin, benzer bir dizinin Müslümanlar tarafından yapılması hâlinde görmezlikten geleceğimi iddia etti. O da biliyor ki, öyle bir diziyi burada yapmak zor. İlk tepki, kaçınılmaz olarak dinin elden gidiyor olacağıdır. Şurada burada öğretiye sığmayan, ötede beride bir Müslümanın asla cür’et edemeyeceği bir ayrıksılık ürünün bütünü hakkında karar vermek için yeterli sayılacaktır çünkü. Müslüman gerçekliği ve bu gerçeklik içinde yaşayan insanların herhangi bir süblimasyona müracaat etmeden, insan ilişkilerinin müphemliği ve sıradanlığına razı olarak anlatılabileceğine dair bir hissiyatım yok maalesef. Belki yanılıyorumdur. Göreceğiz.”
- Gülsüm Ekinci, Kızılcık Şerbeti’nde tanıdık klişelerle (hat sanatı ve jip, “bana abla diyeceksin!” de dahil) Nursema’nın dramına eğiliyor ve hikâyeyi bir hayli tanıdık buluyor.