Gece Gündüz Çalışmanın Sosyolojisi
Bir insanın hayatını idame ettirmesi için çalışması gerektiğini elbette anlarım. Ama gece gündüz çalışmak tam olarak ne anlama gelebilir? Kitap okumadan, film izlemeden, müzik dinlemeden gece gündüz çalışmak gerçekten iyi bir şey midir? Öyle olsa bile bu övünülecek bir şey midir?
Sanırım zamanımızın en önemli özelliklerinden biri de “gece gündüz çalışan” insanlarla çevrili olmak. Siyasette, kamu sektöründe, üniversitede sürekli olarak birileri “gece gündüz çalışmak”tan söz ediyor. Hatta “gece gündüz çalışmak”la övünüyorlar. Açıkçası eskiden bu tür ifadelerle bu kadar sık karşılaştığımı pek hatırlamıyorum. Her şeyin bir sosyolojisi olabileceği gibi bu meselenin de toplumsal zihniyette neye karşılık geldiği epeydir kafamı kurcalıyordu doğrusu. Son günlerde karşıma çıkan birkaç örnek, bazı şeylerin biraz daha yerine oturmasını sağladı. Artık “Gece Gündüz Çalışmanın Sosyolojisi”ni yazmanın vakti geldi sanırım.
Öncelikle şunu kesinlikle belirtmek isterim: Ben gece gündüz çalışmanın pek matah bir şey olduğunu sanmıyorum. Hatta gece uyuyup, gündüz çalışmanın hem bireysel hem de toplumsal sağlık açısından daha iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce çok saygı duyduğum bir psikanalistin şöyle dediğini çok iyi hatırlıyorum: “Asgari bir ruh sağlığı için düzenli uyku ve cinsel hayat en temel koşuldur.” Yani gece gündüz çalışmanın insan sağlığına pek iyi gelen bir şey olduğu söylenemez. Ama benim bu yazıdaki hedefim konunun tıbbi, ruhbilimsel tarafı değil. Konunun daha çok sosyolojik yönüyle ilgileniyorum.
Bir insanın hayatını idame ettirmesi için çalışması gerektiğini elbette anlarım. Ama gece gündüz çalışmak tam olarak ne anlama gelebilir? Örneğin gece gündüz çalışan biri kitap okuyabilir mi? Müzik dinleyebilir mi? Sinemaya, tiyatroya, sergiye, konsere gitmeye vakit ayırabilir mi? Gece gündüz çalışan birinin herhangi bir hobisi, eğlencesi olabilir mi? Spor, egzersiz yapabilir mi? Beslenmesine özen gösterebilir mi?
Meseleye başka bir açıdan da bakabilmek mümkün aslında. Gece gündüz çalışan bir insan ne kadar ibadet edebilir? İnancının kendince gereklerinin ne kadarını yerine getirebilir? Yıllardır sekülerleşmenin aslında çalışmanın ibadete ikame edilmesi olduğunu söyleyip, yazıp duruyorum. Ve örneğin İslamcı okuryazarlar bundan epey rahatsız oluyorlar. Bu kadar çok çalışmanın bir sekülerleşme işareti olmadığı söylenebilir mi? Üstelikle günümüz koşullarında. Tanrı hakkında, kendi varoluşu hakkında, hayatın anlamı hakkında, o ana kadar yaşadığı hayatın muhasebesi hakkında düşünmeye bile vakit ayıramayacak kadar çok çalışmanın, gece gündüz çalışmanın bir mümine katacağı tam olarak nedir?
Aslında söylemek istediğim çok basit: Hayatın niteliğini belirleyen aynı zamanda manevi, kültürel, estetik beslenme değil midir? Bir insanın bu açılardan kendini inşa edecek, dolduracak, yenileyecek her şeyden uzak kalma pahasına bir çalışmayla varacağı nokta aslında kendini tüketmek anlamına gelmez mi? Kitap okumadan, film izlemeden, müzik dinlemeden gece gündüz çalışmak gerçekten iyi bir şey midir? Öyle olsa bile bu övünülecek bir şey midir?
Üniversitede Gece Gündüz Çalışmak
Dilerseniz değerlendirmelerimi içinden geldiğim üniversite camiasıyla sınırlandırayım ve yazının başından beri ortaya koymaya çalıştığım akıl yürütmenin doğal sonucu olarak bazı soruları sıralayayım. Özellikle de üniversitedeki çok önemli koltuklarda oturanlar için. Bu ülkenin rektörleri, dekanları yeterince kitap okuyorlar mıdır sizce? Bir yılda kaç film izliyorlardır, kaç konsere gidiyorlardır? Hayatlarında kaç kez müzeye, sergiye vakit ayırmışlardır? Spor yaparlar mı mesela? Hobileri var mıdır, varsa nedir? Örneğin düzenli olarak evlerinde eşleri ve çocuklarıyla yemek yiyorlar mıdır? Çocuklarının veya torunlarının ödevlerine yardımcı oluyorlar mıdır? Evlerine dair hangi sorumluluğu paylaşıyorlardır? Yıllık izin kullanıyorlar mıdır? Yıllık izinlerinde seyahat ediyorlar mıdır? Bu seyahatlerde nerelere gidiyorlardır?
Son zamanlarda üniversite rektörlerinin, dekanlarının çok sık kullandıkları bir söylem bu: Gece gündüz çalışmak. Peki tam olarak gece ve gündüz ne yapıyor bu insanlar? Üstelik gece gündüz çalıştıklarını iddia ettiklerine göre ciddi bir gece hayatları olsa gerek! Ne de olsa bizde gece hayatı biraz da evin dışında geçirilen zaman anlamına gelmez mi? Bundan yine yıllar önce bir öğrencim, hazırlamakta olduğu teze yönelik bir saha çalışmasının ham sonuçlarını benimle paylaşmıştı. Sanırım tezini de tamamlayamadı ama sonuçlar bana çok şaşırtıcı gelmişti. 35 yaş üstü, şehirli, evli, yükseköğrenim görmüş, orta ve orta-üst sınıf erkeklerin akşam yemeklerini evlerinde aileleriyle yeme oranını dindar ve seküler gruplamasıyla karşılaştırıyordu. İlginç bir biçimde dindar erkeklerin akşamları evde yemek yeme oranları sekülerlerden biraz daha düşüktü. O zaman benim pek aklıma yatmamıştı bu sonuçlar ama sanırım bunun bir nedeni de bu yazının konusu olan gece gündüz çalışmaktı.
Bu insanların aileleriyle vakit geçirmek, ibadet etmek, kitap okumak, müzik dinlemek, filme ya da konsere gitmekten imtina ederek elde ettikleri fazla zamanda çok önemli işler yapıyor olmaları muhakkak elbette. Ama nedir tam olarak bu çok mühim işler? Hatta isterseniz daha basit bir şekilde de sorayım: Bir rektör, bir dekan tam olarak hangi işlerle iştigal eder? Çünkü Türkiye ortalamasında üniversitede yöneticilik aynı zamanda kişinin esas işi olması gereken akademisyenliği, hocalığı ikame eden bir şey olarak da algılanır. Kişinin yöneticiliği boyunca bu tür işlerden tamamen çekilmesi gayet doğal karşılanır. İdarecilik pek bir mühimdir çünkü. Yoksa koltuk mu demeliydim?
Gece Gündüz Siyaset
Benim elbette sorduğum bütün sorulara dair bazı cevap önerilerim var. Bunların bazıları yaşanmışlıklara, akademik muhabbetlere, medyaya yansıyanlara vb. dayanıyor. Kimseyi kırmadan, gücendirmeden olabildiğince soyut sosyolojik tahlillerime girişeyim o zaman artık. Yani gece gündüz çalışırken tam olarak ne yapıyorlar bu insanlar? Daha çok da adamlar elbette.
En birincisi şu: Düpedüz siyaset yapıyorlar. Kendi deyimleriyle gece gündüz siyaset yapıyorlar. Ofiste, toplantıda, senatoda, yemekte, kahvede, kampüste kısacası her yerde öncelikle siyaset yapıyorlar. Özellikle koltukların siyasetin tensipleriyle, talimatlarıyla dolduğu bir dönemde bunu böyle olması zaten eşyanın tabiatına gayet uygun.
Bu arada biraz konu dışına çıkma pahasına, bu tensip ve talimat meselesinde son zamanlarda farkına vardığım ve bana çok komik gelen bir durumu da sizlerle paylaşmak isterim. Belki epey bir zamandır geçerli olan bir şeydir ama ben daha yeni fark ettim. Artık muhalefet partilerinin yöneticileri de kendi liderlerinden aynı kavramlarla söz ediyorlar. Dediğim gibi yazının konusu olmadığı için uzatmayacağım ama onlara kısaca şunu söylemek isterim: Eğer 20 yıllık iktidarı yenmek istiyorsanız önce onun dilini, söylemini yeneceksiniz. Tensiplerle, talimatlarla yol yürüdüğünüz her anda mevcut iktidarı konsolide edersiniz. Benden söylemesi!
İsterseniz ben yine üniversite kampüslerine geri döneyim. Liyakatle, mesleki/akademik performansla, insani değerlerle değil de siyaseten atanan bir yöneticinin işi siyasete dökmemesini beklemek fazla saflık olur. Elbette işlerini yaparken vicdanlarını tamamen yok saymayan birileri de vardır. Ama bunların pek fazla olduğunu düşünmek de ayrıca saflık olur. Yani gece gündüz çalışırken yapılan iş esasında öncelikle, üniversiter, akademik, bilimsel bir iş değildir. Gündelik siyasi iktidar ağının dünyevi ihtiyaçlarını pek hak-hukuk tanımadan karşılamaya çalışmaktır. Bazen medyaya, sosyal medyaya düşen akademik ilanlardan, yapılan atanma sınavlarındaki bazı süreçlerden, doçentlik sınavlarındaki iş bitiriciliklerden gece günüz çalışmakla aslında ne kastedildiği az çok anlayabiliyoruz.
Üniversitelerin sayısının düzenli olarak artmasından ama üniversite diplomasını değerinin iyice düşmesinden, kontenjanların dolmamasından, dolmayan kontenjan sorununu çözmek için standartların iyice düşürülmesinden, neredeyse boş kâğıt verenin üniversiteyi kazanır hale gelmesinden, mezun öğrencileri çoğunlukla işsiz ya da garson ve kasiyer olarak görüyor olmaktan anlıyoruz üniversitede gece gündüz tam olarak ne yapıldığını. Ya da neyin, nelerin yapılmadığını.
Eski bir öğrencim, yeni açılan üniversitelerin birine öğretim üyesi olarak atanmıştı. Geçenlerde beni aradı. Fakültelerindeki hoca ve personel sayısının toplam öğrenci sayısından fazla olduğunu söyledi. Birkaç öğrenciyle lisans dersi yaptığını ifade etti. Telefonda bana söylediği hiçbir şeyin olumlu, genç bir akademisyen için heyecan içeren, umut verici olmadığını peşinen söylemek isterim. Üstelik bu öğrencim büyük ihtimalle benimle benzer bir siyasi görüşe de sahip değil. Aslında ben tüm akademik hayatım boyunca öğrencilerime asla siyasi görüşünü sormadım. Tahminen öyle söylüyorum.
İşin en ilginç yanı ise bütün bunların herkesin gece gündüz çalıştığını iddia ettiği bir dönemde vuku buluyor olması. Herkes biraz daha az çalışsa, hatta hiç çalışmasa bu işler bu raddeye hiç gelmeyecek belki de. Bu nedenle ben artık gece gündüz çalıştıklarından bahseden üniversite yöneticilerini inanın pek ciddiye almıyorum. Söylemlerinde bu ifadeyi en çok kullananların aslında temsil ettikleri göreve olan liyakatleri en az olanlar olabileceğini düşünüyorum.
Uzun lafın kısası gece gündüz çalışmanın o esnada abesle iştigal etmiyorsanız bir anlamı, değeri vardır. Bu kadar çok çalışarak, çalıştıkları alanın ürününün katma değerini bu kadar düşürebilmek ise gerçekten çok özel bir başarıdır!