Mutlu Hesapçı
90’lar Türkiye’sinde bir büyüme hikâyesi…
“Babam bana çok şey öğretti, o olmasaydı bu hikâye de olmazdı”
“YURT”, dini yurtta kalan on dört yaşındaki lise hazırlık öğrencisi Ahmet’e odaklanıyor. Yakın zamanda dine yönelen babasının beklentilerini karşılamaya çalışan Ahmet’in okul ve yurt arasındaki sıkışmışlığını ve özgürlüğü için verdiği mücadeleyi konu alan film, 90’lı yılların sonu Türkiye’sinin siyasi kutuplaşma atmosferinde geçen bir büyüme hikâyesi. Doğa Karakaş, Can Bartu Arslan, Ozan Çelik, Tansu Biçer ve Didem Ellialtı’nın oynadığı filmin görüntü yönetmenliğini Florent Herry, kurgusunu Ayris Alptekin, müziklerini de Avi Medina yaptı.
‘Yurt’ kendi dünyasını keşfetmeye ve büyümeye çalışan gençlerin sistemin ve ailelerin dayattığı iki dünya arasında sıkışıp kalmalarının hikâyesi… Beyin, ruh ve beden özgürlük isterken, dayatılan bir yaşamın içinde hapsedilme hali ve çoklu hayatın içinde kendi biricik hayatını bulamama… ‘Yurt’ filmi bilinçaltında unutturulmaya çalışılan önemli mevzuları samimi ve cesaretle su yüzüne berrak bir tavırla ortaya çıkarmış bir film.
‘Yurt’ vizyona girdi ve herkesin izlemesini isterim. Filmi izleyenlerin içinde applebab adlı bir kullanıcının yorumu var ki altına imzamı atarım; “sinemadan iki çocuk sahibi bir anne olarak ayrıldım.” Filmin etkisi geçecek gibi değil ve üzerine saatlerce konuşulur. Filmin senaristi-yönetmeni Nehir Tuna ve oyuncusu Can Bartu Arslan ile filme dair uzun sohbet ettik. Filmi mutlaka izleyin ve izlettirin. Hadi sinemaya ‘Yurt’ filmi vizyonda!
‘Yurt’ İstanbul Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödüllerini aldı. Yurt dışından çok özel ödüllerle bu festivale kadar geldiniz. Bütün ödüller için tebrik ederim. Yurt dışından aldığınız ödüller nelerdi, ne hissettin ve bütün bu ödüllerin anlamı ne senin için?
Nehir Tuna: Venedik’te bağımsız sinema eleştirmenlerinin Bisato d’Oro En İyi Senaryo Ödülü’nü, Saint Jean De Luz’da En İyi Yönetmen ile Eleştirmenler Ödülü’nü, Marakeş’te Doğa Karakaş’a En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü ve ayrıca Torino’da Sottodiciotto’da Jüri Özel Ödülü’nü aldık. Ve Fransa’da Annonay’de en iyi filmi aldık. Tabii ki ödüller çok motive edici, çabalarınızın karşılığının görüldüğünü hissediyorsunuz, insana çok güç veren bir şey. Çok uzun sürece yayılan bir iş olduğu için de ayrıca anlamlı. Çünkü içsel olarak kendinizle mücadele ettiğiniz, iç sesinizle sürekli konuştuğunuz uzun bir süreç bu ve hikâyenin sonunda ödüllendirilmek harika. Ödüller size anlam katıyor, kendinizi tazelemeniz için önemli.
“Filmin kişinin hayatından izler taşıyor olması ekstra bir duygusallık gerektiriyor”
Sinema bir hayal ve fikir satma işi aslında ve çok zor bir iş. Cesur bir hayali, tırnak içinde bir otobiyografik, hayatından bir kesiti hayata geçirmek de zor olmalı.
Nehir Tuna: Evet, bir filmin onu çeken kişinin hayatından izler taşıyor olması ekstra bir duygusallık gerektiriyor ve o duyguları katarak hayaline doğru ilerlemeyi de sağlıyor. Ama aynı zamanda o sizin belki biraz daha yumuşak karnınız olmakla birlikte aslında en güçlü kasınız da olabiliyor. Bunu yapmak için içinizde yanan bir ateş var ve bu sürekli harladığınız bir şey aslında. Çok önemli bir motivasyon kaynağı, yılmamanızı sağlayan bir durum bu, en azından ilk film için hissettiğiniz bu. Daha önce kısa film yapmış olsanız da insanlara yeterince ulaşamayabiliyorsunuz ama ilk uzun metraj film ile insanlar sizi fark etmeye başlıyor ve sizinle, sinema dilinizle, hikâye anlatıcılığınızla ilgili bir fikir sahibi oluyor. Ve bu çok heyecanlandıran bir şey.
“Hikâyeme inanmamı ve dört elimle sarılmamı sağlayacak motivasyonlar yol almamı sağladı”
Kaç yıllık bir süreç bu? İlk ne zaman fikir ve hikâye oluşmaya başladı ve ne kadar yılın ardından hayata geçti?
Nehir Tuna: Süreç için çocukluğumdan beri diyebilirim ama 2016 yılında ara ara çalıştığım bir dönem ile başladı hikâye. Hayat bir yandan devam ediyordu ve tekrar bir eğitim sürecine de girdim, sonra pandemi oldu. Beni çok tekrara uğratan zamanlar oldu. Sonra bir saniye dediğim, biraz kenarda durmalı, başka bir şeyler yapabilir miyim çabalarım da oldu. Ama hep arka planda, devam ettiğim, katıldığım Berlin’de, Sundance’de sinema atölyeleri gerçekleşti. Tekrar o süreci tazeleyen, hikâyeme inanmamı ve dört elimle sarılmamı sağlayacak motivasyonlar yol almamı sağladı. Bu süreçte yapımcım TN Yapım’ın desteği de çok önemliydi, hikâyeme inandılar ve birlikte tamamladık bu yolu.
Arada boşluklar olsa da bunu yapacağını biliyordun zaten değil mi?
Şöyle düşün; bir araba ile gidiyorduk ama külüstür bir araba ve arada benzin takviyesi yapıyormuşçasına al ve git diyecek bir sürü şeyler oldu ama şimdi bunları çok değerli görüyorum. Bir süre sonra önündeki o sisler dağılıyor ama o sis hep var ve onunla birlikte yolda yürüyorsun. Ve o biraz böyle sana yol gösteriyor, yol açıyor. O mentorluklar ya da o girdiğin şeyin getirdikleri hayaline uzanan bir filme dönüşüyor.
“Büyümemem gereken bir hikâyenin içine çoktan girmiştim”
Can Bartu bu proje sana nasıl geldi?
Can Bartu Arslan: Filmimizin oyuncularından Didem Ellialtı beni görüp Nehir'e öneriyor. O zamana kadar Nehir ile tanışıklığımız yoktu. Ben daha sektörde okullu da değildim, alaylı bir şekilde oyunculuk yapıyordum. Nehir ile tanıştık ve bana işi anlattı. “Böyle bir film var, sebeplerimiz bunlar, sonuçlar bunlar, gideceğimiz yol bu.” “Ben inandım sana, bunu yapmak isterim” dedim. 2017'de “Ayakkabı” adlı kısa metraja başladık ve onu çektikten sonra Nehir şöyle diyordu; “Sakın büyüme...” Büyümemem gereken bir hikâyenin içine çoktan girmiştim. Ve süreç aslında 2017'den bu zamana kadar geldi. Uzun metraja baktığımda tabii ki çok heyecanlıydım çünkü birlikte beraber prova aldığımız süreçler vardı. Filmin genel çatısını birlikte kurduk ve ben büyümemeye çalıştım… (Gülüyor.) O yolda olma hissini çok sevdim, durmadan bir şey aktarıyorduk birbirimize. O anda olmak tabii ki çok heyecanlı ve öğreticiydi. İşin sonunda Venedik'te filmi, bizi görmek daha başkaydı ve anlamı çok büyüktü.
Can Bartu’ya ben bayılıyordum zaten, filmi izleyince buluşmanız ne güzel olmuş diyorum.
Nehir Tuna: Can ile hikâyemiz “Ayakkabı" ile başladı. O hikâye Yurt filminin Hakan karakteri üzerinden oluşturduğum bir kısa filmiydi. Uzun metrajda ise Hakan, Ahmet'in en yakın arkadaşı olarak, Ahmet üzerinden ilerlen bir hikâyeye dönüştü. Bu süreçte Can Bartu’ya uzun metraj da yapacağız ‘Böyle bir yolculuğa var mısın?’ dedim. Zaten hep görüşüyorduk, ilişkimizi hep taze tutuyorduk. Ahmet'i oynayacak oyuncu Doğa Karakaş’ı da bulunca provalara başladık. O provalar bir süre sonra sahneyi sadece oynamak değil de aslında çekerek yapmak üzerine ilerledi. Benim için de, onlar için de öğretici ve heyecanlı bir süreç oldu.
“Aslında beni heyecanlandıran şey sanata dair bir şey yapmaktı”
Filmi okuduğun zaman hikâyede ne seni etkiledi, ne hissettin?
Can Bartu Arslan: İlk başta kısa metraj ile başladığımızda alışılmışın dışında bir şey vardı, bunu gördüm zaten. Tabii ki de yapılan, işlenen birçok film var siyah beyaz ama Nehir ilk söylediğinde “bir dakika ya farklı bir şey var burada” dedim. 2017 yılında 17 yaşında onların vermiş olduğunda böyle bir kısa metraj çizgiden, ortaya bir sonuç çıktıktan sonra bir durdum ben. Evet, ana akımda da işler yapıyordum ve bu çocukluğumdan gelen bir şeydi ama burada başka bir şey, başka lezzet vardı. Aslında beni heyecanlandıran şey sanata dair bir şey yapmaktı. Ve o yolda olmak özellikle Nehir ile onun bakış açısının farklılığında; derdi, cümlesi olan bir işin içinde olmak benim için önemliydi. Çünkü bir mesajı vardı ve bu mesajın dışında bir yaşanmışlık vardı. Nasıl diyeyim nüans var ya orada olmak istedim. Buna hani tam böyle, hani şudur diyemem ama karakteri yaratmak, oluşturmak diyeyim daha doğru. Karakteri oluştururken Nehir ile birlikte paslaştığımızda şu şöyle, böyle olabilir derken aslında karakterin inşası çok heyecanlıydı. Çünkü bir yönetmenle daha önce bu kadar birebir bir temasta olmamıştım üstelik bir karaktere dair birlikte bir şey tasarlamamıştım ki bu beni daha canlı kıldı ve ayakta tuttu. Mesleğime dair öğrenim olarak birçok kapı açtı bana diyebilirim.
“Can’ın daha önceki işleri çok da benim bildiğim şeyler değildi”
Nehir, Can Bartu’yu oyuncu olarak seçmen çok isabetli olmuş diyebilirim.
Nehir Tuna: Can'ın kendine has bir konuşma tarzı var, beni etkileyen. Geldiği yeri sahiplenen, çok saygı duyan, tipik bir şehirli genç gibi kendini oradan soyutlamayıp, şımarmayan duruşunu sevdim. Neysem oyum duruşu, tıpkı canlandırdığı Hakan da öyle bir yerden geliyordu. Filmde Hakan bir yokluktan geliyor ve kendiyle barışık, o sahip olamadıklarıyla da olduğu gibi ve her türlü kendini kabul etmiş bir karakter, onun farkında ve bir mahalle kültüründe büyümüş. Bunların her birinden parçalar aslında Can'da da mevcut, onunla da çok barışık olduğu için çok yakın hissettim o anlamda. Can’ın daha önceki işleri çok da benim bildiğim şeyler değildi, her ne kadar Didem biliyor, öneriyor ve övüyorsa da ben orasında değildim. Can ile ilk tanıştığımızdan itibaren zaten bir saygı uyandı bende, oradan o duyguyla devam ettim diyebilirim.
“Merak ettim, böyle bir sohbette olmak istedim o karakterle”
Sen karakterine dair neler söylersin Can?
Can Bartu Arslan: Merak ettim, böyle bir sohbette olmak istedim o karakterle. O çok güzel bir çizilmiş karakterdi gerçekten. Ve aslında Hakan gibi özellikle o yaştaki gençler hayatın içerisinde belirli alanlarda, iş alanlarında, kulvarlarda bir var olma çabası içinde. Hakan’ın da o yurdun içerisinde bir var olma çabası var. Kendi serüvenimle benzeştirdiğim noktaları da vardı. Hakan’ın ulaşmaya çalıştığı bir yer var, kendi hayatımda da ulaşmaya çalıştığım bir yer var. Belki maddi değil, benimki manevi ama ikimizi eşleştirdiğimde biraz derdini anlayabiliyorum. Karakterin derdini anlamaya başladığınızda içinde kendimce gördüğüm başka kapılar açılıyor ve o karakterin daha derinine dalabiliyorsunuz. Çünkü toplumun içerisindeki ilişkiler günden güne zaten yüzeysel bir anlam taşımaya başlıyor. O karakterin bu derinliği, insanın kendi derinliğine ulaşmasını sağlayan bir yerdeydi benim için. Ve hani onu anlamaya çalıştığım, anlamaya başlıyorum dediğim yerleri senaryoyu okuduğumda da yakaladım. Nehir'le 2017 yılında ilk konuştuğumuzda bu karakter beni ayakta tuttu. Kendimden bir parçayla ortak bir yer buldum, oradan devam ettim. Hakan çok kalabalık bir aileden geliyor ama ben tek çocuğuyum. O kalabalık olma duygusunu çok yaşayamadım ama o kalabalıklığı hissetmeye çalıştım o karakterin içerisinde ve bende başka bir noktayı açtı.
Nehir Tuna: Savaşçı bir tarafı var, bir mücadele veriyor ve ailesinden uzakta yaşıyor. Hakan’ın ailesi çok kalabalık bir aile ama hiçbir zaman izinlere gitmez ve sürekli yurtta kalır. Orasını kendi mekânı yapmış ve her şeyi ona göre organize etmiş. Yurtta kendine güzel bir hareket, özgürlük alanı yaratmış. Kurallara uyan, dik başlı olmayan ama istediği şeyi de yapan bir insan Hakan. Can Bartu'da o var; hedef odaklı, çalışkan ve saygıda kusur etmeyen. Çok ortak şeyleri var aslında.
“Çocuklar o baskıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar”
Filmi yapmaktaki derdin neydi?
Nehir Tuna: Aslında benim derdim çocuklar üzerinde o kurulmaya çalışılan yani çocuklara bir şey öğretirken bunu böyle neredeyse sevgi tandansında değil de sanki belki korkutarak, parmak sallayarak yapıyor olmaktı. Tabii onlar da öğreniyorlar ve o öğrenme sürecinde de neyi nasıl öğrendikleri çok önemli. Bir çocuğa bir şey yapma dediğinizde onu zaten yapmak istiyor ve genelde yapma dediğinde yapıyor. O disipline ederken, o tabii ki tamamıyla bir özgürlük ya da başıboşluktan bahsetmiyoruz ama orada iletişim kurulurken yapılan uygulamalar hep çocukların böyle bir başkaldırı göstermek isteyeceği bir şeye dönüşüyor. Ve çocuklar o baskıyla ne yapacaklarını bilmiyorlar.
“Ben çocukların daha özgür bırakılmaları tarafındayım”
Ödül konuşmanda tüylerim diken diken oldu. “Bu ödülü benim onunla geçireceğim yılları benden alarak onunla olmaktan beni mahrum bırakan, ancak bu travmayı çözmem için sinema aşkımı her zaman desteklemiş olan babama ithaf etmek istiyorum” dedin.
Nehir Tuna: Babam bana çok şey öğretti, o olmasaydı bu hikâye de olmazdı. Ben, çocukların daha özgür bırakılmaları tarafındayım. Bu her seçimle ilgili olabilir; mesela işte beden dersinde futbol oynamak zorunda bırakılmak gibi bir tutum bile olabilir. Herkesin böyle aynılaştığı, o farklı renklerin hiçbir zaman kendini bulamadığı bir durum içindeyiz. Her çiçek her toprakta yetişmiyor. Çıkış noktam kendi hikâyemden oldu. Evet, benim de böyle bir yurtta kalma sürecim oldu. Hep ailemi mutlu etme çabası içindeyim, ama kardeşim öyle değildi, onu da yurda verdiler ama iki hafta hiç okula gitmedi baktılar çocuk üçüncü haftanın sonunda okulda kalacak diyerek onu yurttan aldılar. Ben öyle değildim, her girdiğim ortamda elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederim. Dolayısıyla benim yurtta kalış hikâyem uzun sürdü, zordu çünkü evimiz yurda da yakındı. Gündüzleri okul dönüşü yurda giderken arada sinemaya kaçmaya başladım, zamanla film izlemek en büyük alışkanlığım oldu. Bu durum beni biraz daha kendime getirdi, mutlu etmeye başladı. Sinemayla tanışınca da sevgi beslenmeye, oradan bir şeyler öğrenmeye başladım ve yalnızlığıma arkadaş geldi.
“Daha barışık bir yerden bakmaya sinema sayesinde başladım”
Çıkış yolun aslında senin kurtarıcın ve o aydınlanma sinema sayesinde olmuş değil mi?
Nehir Tuna: O sıkışmışlık olmasa belki bu kadar sinemaya sarmayacaktım, evet; her şey bir sebeple oluyor. Hem babama karşı, aileme ya da işte tüm olan şeylere karşı böyle daha barışık bir yerden bakmaya sinema sayesinde başladım. Çünkü öyle olmak zorunda, sonuçta onları kucakladığımızda aslında bizi biz yapan şeyleri fark ediyoruz. Biraz daha kendini buluyorsun hayatta, yoksa bana bunu hayat nasıl yapar diyerek hayata küsüp de devam edebilirdim.
Yurt kavram olarak o kadar şey barındırıyor ki içinde… Ben de kasabada yaşarken uzaklıktan dolayı kısa bir dönem yurtta kalmıştım ve çok acayip bir tecrübeydi.
Nehir Tuna: Aslında yurtların çok enteresan bir öğreticiliği de var, çünkü o kadar farklı şehirlerden insanlar bir arada yaşıyorlar ki, çok kültürlü bir ortam, bir anlamda çok eğlenceli de... Bu şekilde görebilmek dışarıya çıkınca oluyor, benim kafamın oraya gelmesi çok uzun zaman aldı. Çok kalabalık bir ailede doğdum ve aileme çok düşkündüm. 6 yaşıma kadar babaannem, dedem, halam, amcam bir çiftlikte hep birlikte yaşadığımız, el üstünde tutulduğum bir ortamdı. Ondan sonra daha bireysel küçük çekirdek aile modunda kendi evlerimize taşındık, 10-11 yaşına kadar da öyle gitti. Oradan sonra böyle bir anda tamamen o çekirdek aileden kopup yapayalnız bir yere, yurda düşünce bende ters tepti. Belki başka bir çocuk için daha farklı bir şey olabilir ama beni kırmıştı.
“Umut sahip olduğumuz en büyük şey”
Bir yurda yerleştiriliyorsun bambaşka bir şeyin içindesin. Çocuksun ve ürkütücü gelebilir her şey. O yaşlarda bir çocuk için kendi yolunu ve özgür dünyasını kurabilmesi de çok zor ama Ahmet bunu başarmak istiyor.
Ahmet üzerinden baktığımızda evet, kesinlikle içsel bir özgürleşme var ve bunu eninde sonunda başaracak. Orada bir şekilde o koşullarla barışmak ve onunla yaşamayı öğrenmek çok içsel bir dönüşüm ve umutlu bir şey, sonuçta bunu öyle tasarlamak istedim. Umut olmadan yaşamayı hayal bile edemiyorum. Umut, sahip olduğumuz en büyük şey belki, o yüzden umut hep vardı hikâyemde. Bu filmi yapma sürecime bile baktığımda, yani o uzun süreci atlatabilmenin en büyük motivasyonu, o sarıldığım, var olan, bir gün yapabilecek olma düşüncesiydi, hayaliydi. Dolayısıyla o Ahmet'te de, Hakan'da da var, aslında her karakterimde var. Bir gün işte şöyle olacak ve ben istediklerimi elde edeceğim gibi bir düşünce, benim tamamen tüm her şeyime sinmiş bir şey bu inanç.
“Dine karşı nedir bu tutku, bu heyecan?”
Ahmet özgürleşmek isterken babası gibi de olmayı istiyor…
Ahmet babası gibi düşünebilmeyi, onu gerçekten anlamayı çok istiyor. Dine karşı nedir bu tutku, bu heyecan? Rol modeli de babası aslında. Evet, gerçekten onu anlamak istiyor ve bunun için de çok çabalıyor. Nedir buradaki tat, o tada ben de bakmak istiyorum diyerek ulaşmak istiyor oraya aslında. Anlamak istiyor, tüm çabası aslında bunun üzerine ve bunu yapabilirse babasını da mutlu edebileceğini ve onunla aynı frekansta olabileceğini düşünüp çabalıyor. Ve ama tabii ki yetişkinlerle çocuklar arasında çok farklılıklar var. Çocukların farkındalıkları yetişkinlere göre tabii ki daha yüksek ve yetişkinlerin arada yaşanmışlıkları var. O babası gibi yaşamadı ki o bilince gelsin ya da o babasının geçtiği yollardan geçmedi ki. O, tırnak içinde o günahları işlemedi ya da o özgürlüğü tatmadı. İnsanın kendi yolculuğunda, o tamamlanmasında bunu bizzat deneyimleyip böyle bir şeyi tercih etmesi çok daha anlamlı, o inandığı şey her ne ise…
“Kocaman herifler bana evcilik kurmuşlar ve oynuyorum”
Can Bartu sen büyürken özgür müydün?
Can Bartu Arslan: Babam çok genç kafada biri, genç de aslında. (Gülüyor.) Hem futbolcu hem oyuncu olmak gibi böyle iki alternatifi de aslında bana sunmuş biri. ‘Ne yapmak istiyorsun’ dedi ‘Bilmiyorum’ dedim. O zamanlar hem futbol oynayıp hem karate de yapıyordum. Çocuk oyuncu olarak başladığım için hikâyeye, o zaman şöyle düşünüyordum; kocaman herifler bana evcilik kurmuşlar. Bu çok güzel değil mi! Evet, ve zevkli. Böyle yapacaksın, tamam. O oyun güdüsünde olmak çok güzel bir şeydi. Toplumsal bir çerçeve var, o çerçevenin dışında bakabildiğim bir yerdi orası, oyunculuk yani oyun alanı. Oyun oynuyorum ve yetişkinler bana eşlik ediyorlar, bir dakika ya burada çok lezzetli bir şey var diyerek onun peşinden koşmaya gittim. Sağ olsun bu yolda da annem inanılmaz destekçi oldu. Ailem hep yanımdaydı ve ben de özgür seçimler yapabildim.