Mutlu Hesapçı
Zuhal Olcay: “Derdimi mesleğimle anlatabiliyorum ve öyle var oluyorum”
Geçtiğimiz haftalarda İzmir’e festival için gittim. Bu yolculuk beni farklı heyecanlandırdı çünkü Zuhal Olcay festivalde jüri başkanıydı ve üstelik bir konser verecekti. Konserini izlerken duygudan duyguya geçiş yaptım ve bir kez daha kendisine hayran oldum. Sinemaya en çok yakışan kadın oyunculardan biri benim için kendisi… Onu hem tiyatro sahnesinde hem de şarkı söylerken yıllardır izliyorum ve benim için hep özel bir kadın oldu. Öyle ki festivalde yanına gidip bir fotoğraf bile çektiremedim işin içinde hayranlık olunca insan çekiniyor nedense. Kafamdaki fotoğrafıyla kalsın istiyorsun belki de… Sonra cesaretimi toplayarak röportaj talebimi ilettim, kabul etmesine çok sevindim. Zuhal Olcay ile zoom üzerinden buluştuk ve uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Sözüne, sesine, duruşuna, kendisine ve kurduğu anlamlı her cümleye kalbimi bıraktım. Filmlerini tekrar izledim, kulağımda onun sesiyle o güzel şarkılarını tekrar tekrar dinledim. Sohbetine doyamadım. O güzel sohbetten çıkardığım uzun röportajımızı sizlere sunuyorum. Bugünü Zuhal Olcay günü yapın, röportajımızı okuyun, bir filmini izleyin sonra onun şarkıları dinleyin. Herkese mutlu bir pazar günü dileriz!
3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde jüri başkanıydınız aynı zamanda da onur ödülü aldınız, tebrikler. Çok yakıştı size onur ödülü almak…
Çok teşekkürler. Onur ödülü alacağımı bilmiyordum, sürpriz oldu ve hiç hazırlıklı değildim, şaşırdım. Bilseydim belki böyle bir küçük konuşma, minik birkaç bir şey söylemek isterdim. Çok sağ olsunlar, beni çok gururlandırdılar, onurlandırdılar. Hoşuma gitti ödül almak, böyle bir şeyden kim mutlu olmaz ki!
Film ve müzik dendiğinde iki alanda da yer alan ve içinde olan az kişi var. Bu anlamda tam sizi tamamlayan bir ödül oldu ayrıca.
Evet, güzel denk geldi. Hem film hem müziğin içinde olduğu bir festivalden ödül almak çok güzel. Ayrıca Vedat Sakman ile sahneye çıkmayı da özlemiştim, o da çok iyi geldi.
“Koşacağım yoksa düşerim, koşacağım”
Festivallerde yer almak, sahneye çıkmak, ödüller almak size neler hissettiriyor?
Gerçekten paranın satın alamayacağı şeyler var. Bunlar nedir? Onur, saygı, sevgi... İnsanlar da hep bu yüzden bir iz bırakmaya çalışıyorlar. İnsanlar ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar parası olursa olsun bir şekilde iz bırakacak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Belki de buna örnek yeni yaşanan olay; deniz altında ölüp giden trilyonerler. Yani neden? Çünkü tarihe geçmek istiyor. Ölümü göze alıyor, korkuyor ama gidiyor. Dolayısıyla mesleğim, bu mesleği de tamamen kendi irademle seçtim. Çocukluğumdan itibaren oyunculuk eğitimi almak istedim. Seçtiğim bu meslek ne güzel ki bana istediğim mesleksel tatmini de getirdi. Çok parayla satın alınamayacak güzel duyguları, güzel statüleri de getirdi. Tabii ki mutluyum, tabii ki çok hoşuma gidiyor. Fakat yaşam her ne kadar sınırları belli bir süreç olsa da yani doğuyoruz, yaşıyoruz ve ölüyoruz. O belli bir zaman dilimi için doğuyor. Onun dışına istesen de taşamıyorsun. Ama yine de şunu kendime şiar edindim; koşacağım yoksa düşerim, koşacağım. Sonuna kadar sağlığım ve her şeyim el verdiği sürece mesleğimi yapmak ve yol almak istiyorum.
“Bu ruhla doğmuşsanız başka seçeneğiniz yok”
Bu ülkede ben koşsam da bir karşılığı yok gibi bir duyguya girebiliyor insan. Koşmaktan yorulduğunuz, sizin böyle hissettiğiniz dönemler oldu mu?
Doğru, haklısınız ama bu hangi meslekte yok ki? Bu ruhla doğmuşsanız başka bir seçeneğiniz yok. Eğer ben başka çok daha fazla para getiren, daha sıkıntısız ama kişiliğime, ruhuma aykırı bir işte olsaydım daha mutlu olmazdım. Ama sorunuzun asıl temeli şu yani, ülkenin şartları içinde hangi işi yapsak daha kolay ki? Yok. Onu dediğimiz oluyor tabii, olmaz mı?
Yasaklar, engellemeler, otosansürler, sansürler, şartlar, işte sayamayacağımız binlerce şey ya da bir üniversite eğitimci olduğunuzda da akademik olarak baskı var. Yani hangimiz kolay var oluyoruz ki burada? Dolayısıyla ben bütün bunlara rağmen seçtiğim meslekten son derece memnunum. Hiçbir zaman, ara sıra tabii düştüğüm oluyor ama derdimi mesleğimle anlatabiliyorum ve öyle var oluyorum. Şimdi siz gazetecisiniz ve kelimelerle bir şeyler ifade ediyorsunuz, derdinizi kelimelerle anlatıyorsunuz. Ben de bütün içimdeki o zehri, o öfkeyi, kızgınlığı, mutluluğu ya da bir sürü duyguyu ancak sahne üzerine çıktığında aktarabiliyorum. Benim aktarma yolum da bu, başka türlüsünü bilmiyorum. Biraz böyle birkaç cümle kuruyorsam işte ne ala çok az röportaj veriyorum zaten. Röportaj meselesine de çok inanmıyorum artık. Ama ara sıra böyle sizin gibi güzel insanlarla konuşmak hoşuma gidiyor. Ben de derdimi en azından sanatımla haykırabildiğim için, anlatamaya çalıştığım için mutluyum.
“Ben bu okulda okuyacağım, ben burada olacağım, başka yolu yok”
Çocukluğumdan beri oyuncu olmak istiyordum dediniz, bu durumu kendinizde nasıl keşfettiniz?
Hiçbir şey böyle çok kolay, tesadüfen olmuyor. Tabii ki tesadüfen bu işi seçenler, içinden coşarak gelenler de vardır ama benim için şöyle oldu; konservatuar piyano bölümünün çok değerli öğretmeni Nimet Karatekin benim teyzem, öbür teyzem Devlet Tiyatrolarında oyuncuydu, eniştem Devlet Operasında operacıydı. Ankara'da teyzemi ziyarete gittiğimizde Cebeci’deki konservatuarla ilk o zaman tanıştım. Dedim ki; “ben bu okulda okuyacağım, ben burada olacağım, başka yolu yok” o zaman daha ilkokul ikinci ya da üçüncü sınıftaydım. O küçücük yaşta o atmosferi kokladım ve yerimi bulduğumu düşündüm. Ondan sonra da ısrarla dönmedim kararımdan. Okulu bitirdikten sonra direkt konservatuar sınavlarına hazırlandım ve kazandım.
Aslında şanslıydınız aileden kaynaklı bir durum ve kuşaklara aktarılan bir yetenek hikâyesi var.
O ortamı tanımasaydım ya da tiyatrocu olan teyzemin İstanbul'a turneye geldiklerinde o kulisi, o sahneyi, sahne gerisini görmeseydim nasıl bir yol bulurdum? Yine su akar yolunu bulur muydu? Ne olurdu bilmiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim şanslıyım demek ki.
“Evita müzikaline kadar hiçbir zaman bunu profesyonel olarak şarkıcılığa çevirmek anlamında bir fikrim yoktu”
Hem oyunculuk hem şarkıcılık anlamında özel bir isim olmayı nasıl başardınız, bunun da hayalini kuruyor muydunuz?
Çok kuruyordum. Şarkı söylemeye hep bu çok klasiktir belki ama yani gerçekten üç yaşından itibaren başladım. Bu kızın kulağı çok iyi, bu kız çok iyi şarkıcı diyorlardı. Bir de ailede çok sanatçı olduğu için onlardan dinliyorum, duyuyorum ve bana şarkılar söyletiyorlar. Ben de severek söylüyorum, şarkıcı olmayı çok istiyordum. Ben aslında önce opera bölümüne girmek istedim sonradan tiyatrocu teyzemle o tiyatro atmosferini görünce tiyatroya çok aşık oldum. Ama küçük yaştan itibaren şarkı söylemeyi seviyordum. Ama şimdi şöyle bir şey var tabii şarkı söylemeyi seviyorsun ve işte şarkı da söyleyebiliyorsun da nasıl olacak? Bu nokta da şanslıyım güzel insanlarla yolum çakıştı. Evita müzikalini oynarken herkes çok şaşırdı “aa sen ne kadar güzel şarkı söylüyorsun” diyerek benim şarkı söyleyebildiğimi gördüler ve müzikali dinleyenler acayip şaşırdılar. Oysa benim için çok doğal bir şeydi. Çocuk yaşlarımdan itibaren ben kendi kendime devamlı konserler verirdim zaten aile arasında ya da dostlar arasında hep şarkı söylerdim. Bu kızın sesi çok güzel. Hadi bize bir şarkı söyle, hadi bize bir şarkı söyle falan filan yıllar böyle geçti. Ama Evita müzikaline kadar hiçbir zaman bunu profesyonel olarak şarkıcılığa çevirmek anlamında bir fikrim yoktu. En fazla müzikallerde oynardım ki oynadım Evita oldu, arkasından kendi tiyatromuzda müzikallerde oynadım. Ama Evita provalarının sırasında Mehmet Teoman koltuğunun altında bir projeyle bana gelince her şey değişti. “Küçük Bir Öykü Bu” isimli proje ile bana geldi. Bir kere muhteşem, çok tiyatral bir şey. Bir kadının uzunca bir süreci içine alan panoraması, hayata bakışı, büyüyüşü, ergenlikten işte kadın olmaya geçişi, aşkı, aşkın bitişi, dünyaya bakışı çok güzel dramaturjik bir yapı var. Üstüne Vedat Sakman besteleri yapacak. Şimdi geriye dönüp baktığımda ne kadar şanslı olduğumu şimdi görüyorum. O zaman için “aa ne kadar güzel, hoşuma gitti, ben bunu yaparım” dedim. Genellikle de hayatımın en makas değiştiren, önemli kararlarını hep on saniyede vermişimdir. Sadece on saniye. İçgüdülerime çok güveniyorum. Bir şeyi çok uzun “yapayım mı yapmayayım mı” diye düşünüyorsam genellikle yapmamayı tercih ediyorum. Çünkü benim için ilk anda hissettiğim ve karar verdiğimi yapmak çok önemli ve doğru sonuçlar doğuruyor. Şarkıcı olmak istiyordum ama doğru insanları ben aramadım, onlar beni buldular ve çok güzel bir yola çıktım. Ve müziği ondan sonra hiç bırakmadım. Bu işe profesyonel olarak arz talep meselesini yaratana kadar hep devam ettim, yaptım. Bir dönem tiyatroya çok ağırlık verdiğim için ara verdiğim bir dönem oldu müziğe. Yani müzik, televizyon, sinema, tiyatro bunların hepsini bir düzen içinde aksatmadan yapmaya çalıştım. Sanıyorum iyi de yapmışım.
“Başarım insanların dikkatini çekti ve en hızlı davranan Mehmet Teoman oldu”
Mehmet Teoman sizi nasıl bulmuş?
Evita Müzikali o dönem çok sükse yaptı. Türkiye'de Evita oynanacak dendiğinde böyle yerler gökler sarsıldı. İlk gece hiç unutamıyorum Harbiye Açık Hava Tiyatrosu 5 bin kişiliktir orası 7 bin kişi vardı. Çok merak uyandırdı müzikal ve çok başarılı oldu. Oradaki başarım insanların dikkatini çekti ve en hızlı davranan Mehmet Teoman oldu.
Çok acayip ya, çok güzel hikâye.
Şans işte, şans. Mehmet Teoman hızlı davrandı, tak karar verdi. O proje kafasında bir yerlerde duruyormuş “Tamam” demiş, “İşte tiyatrocu, oyuncu, hikâye anlatıcı, şarkı söyleyebiliyor, işte ben onunla bu işi yaparım” diye bana geldi. Güzel bir el dağıtıldı, ben de o eli bir güzel oynadım diyeyim özetle. Her zaman şunu söylerim önce kartların güzel olması lazım, eğer o yoksa bazen ne yetenek ne çalışma maalesef çok fazla işe yarayamayabiliyor.
“Benim planım bu değildi, ben dünyaya bunun için gelmiş olamam”
Çok hayal kurar mısınız ve kurduğunuz hayallerin çoğu gerçekleşti mi?
Gerçekleşti evet. O zamanlar konservatuvarı bitiren herkesi devlet tiyatroları direk kadroya işe alıyordu. Düşünsenize siz gazetecilik yapıyorsunuz bitiriyorsunuz gazeteniz hazır. Geçiyorsun orada çalışmaya başlıyorsun. Ne güzel değil mi? O zamanlar böyleydi. Ben bu koşullar içinde birkaç yıl çalıştıktan İzmir Devlet Tiyatrosu'na geçtim çünkü evlenmiştim ve kızımı orada dünyaya getirdim. Bir gün çok iyi hatırlıyorum yani bunu unutmam mümkün değil yürüyüşe çıktım, İzmir'in tepe semtlerinden birinde böyle yürürken döndüm şöyle aşağıya baktım. Uzun uzun düşündüm ve yaşım daha 24-25 çok gencim daha çocuk sayılabilirim. Çocuğum var, Devlet Tiyatrosu'nda oyuncuyum güzel, maaşım var, her şeyim var fakat “Benim planım bu değildi, ben dünyaya bunun için gelmiş olamam” dedim. Tam bu cümleyi kurdum kendime; “Dünyaya gelme nedenim bu olmuş olamaz. Bu kadar olamaz…” Ve tam o günlerde yine şans işte ama biraz da yeteneklisin, güzelsin, dikkat çekiyorsun. Rahmetli Okan Uysaler İstanbul’dan arıyor “Film çekeceğim, oynar mısın?” Yine 10 saniyede evet dedim. İşte öyle başladı her şey ve değişti.
“Benim için hayatta, başkalarında da aradığım en önemli şey şudur; tutarlılık”
Yıllardır bir çizginiz var, eğrilip bükülmüyorsunuz yani böyle savrulan başka başka türlü kalıplar içine giren biri de değilsiniz. Bu yapınız mı yoksa özellikle belirlediğiniz ve çizdiğiniz bir yol mu?
Benimle ilgili tespitleriniz karakterle ilgili bir şey. Kendimi yetiştirme yöntemim ki o da karakterle ilgili bir şey, dünyayı nasıl algıladığınızla ilgili bir şey. Benim için hayatta, başkalarında da aradığım en önemli şey şudur; tutarlılık. Benim için tutarlılık çok önemli. Yani bugün böyle söyleyip yarın böyle söyleyen biri benim arkadaşım olamaz mesela. Haa tamam fikirler değişir, tabii ki birçok şey de sana yeni biçimler verir, birazcık oraya eğilirsin, birazcık tutarlılık demek; yani mıh gibi durmak değil ama genel anlayışta, omurga anlamında bir tutarlılığın olmak zorunda. Benim için bu çok önemli. Hayatımı da hep bu anlayış üzerinden yürüttüm. Bu benim kişiliğim, anlatabiliyor muyum? Mesele birine bir söz verdiysem onu yapmazsam ben rahat edemiyorum. İzmir’de sizinle röportaj yapacağım için söz verdim ya bunun sözünü mutlaka tutacağım, en basit örnek bu aslında kendim için öyleyim, anlatabiliyor muyum? Belki de bencilce bir şey, ben buyum yani. Bunu oynayamazsınız, bunu mış gibi yapamazsınız. Eğer mış gibi yaparsanız bir yerde mutlaka bir fire bir açık verirsiniz. Tamamen karakterle ilgili bir şey.
“Sen ne zaman şöyle star oyuncu gibi davranacaksın?” derler
Siz Zuhal Olcay’sınız kendinize gelin diyenler oluyordur, kibirli ve ünlüyüm diye gezen, oynayan biri de değilsiniz… İnsan biraz şımarmaz mı?
Yok, bu hiçbir zaman olmadı bende, ya bunu başarabilmek istiyorum bazen. Ben bu durumu yani ünlü olmak, tanınmak aslında mesela bu bayağı bende farklı. O yüzden fedakârlık yapmadım. Beni her yerde görebilirsiniz mesela sokakta, AVM'de, Ankara'da, burada, bir köyde, sokak arasında bir kafede. Canım orada oturup kahve içmek istiyorsa oturup içerim. Hatta bu yüzden biraz kızımdan, “Sen tanırsın”, en yakın arkadaşım Zeynep Özbatur’dan ve başka arkadaşlarımdan “Sen ne zaman şöyle star oyuncu gibi davranacaksın?” derler. Arkadaşlarımla çok konuşuyoruz bu konuda. Gerçekten önemsemiyorum, çok önemli bulmuyorum bu mevzuyu.
Normali bu aslında belki de o yüzden farklı ve özelsiniz. Ben şunu biliyorum kendimi defalarca tanıştırdığım ünlüler var tırnak içinde demek isterim.
Benim o yüzden kompleksim bile var bu konuda. “Ben ne zaman bir star oyuncu gibi davranmayı öğreneceğim” diye artık çok geç tabii, geçmiş olsun. Mesela öyle davranmam gereken yerlerde oynuyorum. Evet, mümkün olduğu kadar oynuyorum tabii.
“Haluk ile oyunun provalarına 21 Ağustos’ta başlıyoruz”
Bu ülkede oyuncu olmak nasıl bir durum, özellikle bir kadın olarak oyuncu olmanın zorlukları neler?
Şöyle kariyer olarak buna zorluk mu, talihsizlik mi deriz, ne deriz bilmiyorum ama ben sinemayı, sinema yapmayı çok seven bir oyuncuyum. Ama ne yazık ki kadın rolleri çok az. Hele belli bir yaştan sonra , + 50'den sonra işte ya annesiniz ya büyükannesiniz. Kenardan kıyıdan salak sepet roller oynamaya mahkûm ediliyorsunuz. Bu mesela benim için gerçekten bu ülkede olmanın en talihsiz taraflarından biri. Onun için hep dua ediyorum; iyi ki tiyatro yapıyorum, iyi ki tiyatro var. Tiyatroda güzel roller oynama şansım her yaşta ve her zaman olacak.
Tiyatroyu hiç bırakmadınız ne güzel, ayrıca son yıllarda aldığımız en güzel haber Haluk Bilginer ile tekrar aynı sahnede olacaksınız.
Evet, heyecanlıyız, 21 Ağustos’ta provalara başlıyoruz.
“Haluk'la oynamayı özledim, O da benimle oynamayı özledi. Aslında iki oyun arkadaşı birbirimizi bulduk tekrar”
Peki bu fikir nasıl ortaya çıktı, nasıl bir araya geldiniz, bunu nasıl başardınız?
20 sene önce baya maceralı bir şekilde boşandım. Şimdi dönüp baktığımda o zamanlar tabii ki çok üzüldüm. Eee yani ama boşandım herkes gibi. Yani bunda bir şey yok, bir beis yok. Ama tabii ki deneyimlerim, yaşadıklarım onlar bende her zaman saklı duruyor. 20 sene geçtikten sonra hatta 21 sene artık çok da önemsememeye başlıyorsunuz hiçbir şeyi. Biraz da büyüyorsunuz, yaşlanıyorsunuz. Dünyaya başka türlü bakmaya başlıyorsunuz. Tabii bu durum bütün yaşlananlar için geçerli değil. Yaşlandıkça acılaşan insanlar da var. Keşke hiçbiri olmasa. Haluk böyle bir teklif getirdi daha doğrusu bir kere karşılaştık “Bir oyun yapsak falan filan…” 3-5 sene önce konuşmuştuk. Haluk, Fransız Eugène Ionesco’nun “Kel Şarkıcı” oyununu getirince hemen atladım “Niye olmasın” dedim. Güçlerimizi 20 sene sonra yeniden birleştirip böyle bir serüvene atılıyoruz. Çünkü Haluk'la oynamayı özledim, O da benimle oynamayı özledi. Aslında iki oyun arkadaşı birbirimizi bulduk tekrar.
“Siz bizi çalışırken bir görseniz o anda ne dünya, ne evren, ne Türkiye, ne o, ne bu her şey duruyor”
Heyecanlı mısınız?
Heyecanım şu, inanın tek heyecanım var; bu oyun güzel çıksın, iyi çıksın.İnsanlar bunu çünkü her halükârda gelecekler, merak edecekler. Bizi bir arada görmek, sahnede bu oyunu izlemek, oyunu bilenler, Eugène Ionesco’yu sevenler, bizi merak edenler, bizi görmek isteyenler, tabii ki hepsi gelecekler. Çok güzel bir sezon olacağından hiç şüphem yok. Ama tek derdim güzel olsun, gerçekten 12'den vursun, bunu istiyorum. Yoksa onun dışında siz bizi çalışırken bir görseniz o anda ne dünya, ne evren, ne Türkiye, ne o, ne bu her şey duruyor. Sadece işe kendimizi veriyoruz ve o süreci çok seviyorum, özledim. Bu prova sürecini çok seviyorum. Ve o süreç benim ağzımı sulandıran bir süreç. Çok zevk aldığım bir süreç. Onu yaşayacağım için mutluyum ama finali de iyi olsun istiyorum, inşallah güzel bir oyun çıksın.
“Bütün erkekler benim gibi kadınlardan kaçıyorlar”
Nasıl yaş aldınız, demlenerek şarap gibi kadınsınız diyoruz biz size…
Ben biraz bakımıma özen gösteren bir insanım. Kiloma dikkat ederim, uykuma dikkat ederim çok alkol kullanmamaya çalışıyorum. Yaşımı mümkün olduğu kadar yaşamaya çalışıyorum. Çok spor yapıyorum, yaz kış yüzüyorum, kış aylarında bile haftada 4 kez yüzerim yüzmeyi çok severim. Kendime bakmaya çalışıyorum. Zihinsel olarak da iç huzurumu dengede tutuyorum.
Ben erkek olsaydım sizin gibi bir kadınla birlikte olmak isterdim…
Nerede… Bütün erkekler benim gibi kadınlardan kaçıyorlar.
Yaa, sizi örnek aldım ama benden de kaçıyorlar, görünüyor şu an için :))
Erkekler edilgen kadınları daha çok seviyorlar, bizim gibilerden korkuyorlar herhalde ne bileyim. Bir de benim tabii bonus olarak yanında şöhret de var, ben o konuda umudumu kaybetmiş biriyim.
Sizin gibi bir kadını niye bir adam bırakır ve gider?
İnsan denen kompleks yaratık öyle tuhaf bir yaratık ki neden bırakıp gittiğini ya da neden onu yaptığını muhtemelen yapan da bilmiyor. Ruhunun karanlıklarında, derinliklerinde neler var, neler yok bilemeyiz ki yani bildiğim bir tek şey var; bu ülkenin genetiğinde erkeklerin çok güçlü ya da çok güçlü demeyeyim de güçlü diyeyim ayakları üzerinde duran, fikirleri olan ve fikirlerinin arkasında korkusuzca duran kadınlara çok fazla tahammülü yok gibi bir izlenimim var benim. Sevmiyorlar… Sevmiyorlar, kendilerini çok iyi hissetmiyorlar onun yanında herhalde öyle gibi. Tabii çok derin bir konu sabahlara kadar konuşuruz ama genel olarak böyle bir şey görüyorum ben.
“Büyük olasılıkla çıkmayacak bence, inanmıyorum çünkü öyle birinin varlığına artık”
O yüzden mi yalnızsınız? Ben de neden yalnız olduğumu sorguluyorum, sizin cevabınızdan kendime düşen dersi alırım belki…
Muhtemelen öyle diyebiliriz fakat bu bende giderek bir tercih halini almaya başladı. Bundan da çok mutlu muyum, hayır değilim ama pek bi rahat ettim böyle. Arkadaşlarıma şunu diyorum; ben bu halimden o kadar memnunum ki eğer bir gün hayatıma biri girer ve onunla yaşamaya karar verirsem evlenmek falan demiyorum yaşamaya, birlikte yol almaya, yaşlanmaya karar verirsem şundan emin olun ki çok doğru, çok iyi, çok istediğim birini seçmişim demektir. Ama onu da hayat, kader çıkarır mı, çıkarmaz mı hiç emin değilim. Büyük olasılıkla çıkmayacak bence, inanmıyorum çünkü öyle birinin varlığına artık. En azından kendi çevremde yok!
“Aşkı bulduğunda yaşayacaksın, bittiğinde de gitmeyi bileceksin”
Aşka inanıyor musunuz?
Aşka inanıyorum, aşk güzel yaşanması gereken duygu, ne güzel ama hop 3 yılda bitiyor ve bu gerçeği herkes biliyor. Aşk sevgiye evriliyormuş da efendim sevgi önemliymiş de tamam o da olur… Aşk denen şey güzel bir şey 2-3 yılda aşk bittiğinde hemen yenisini bulabilsek, öyle bir şey de yok o da olmadığına göre aşkı bulduğunda yaşayacaksın, bittiğinde de gitmeyi bileceksin bence böyle.
“Hep aşkı tercih ettim”
Bugüne kadar ki tercihlerinizde hep aşkı mı tercih ettiniz?
Evet, hahaa… Allah beni kahretsin hep aşkı tercih ettim.
Normal birini bulayım da sevgi olsun demediniz mi?
Yok, yok demedim rahatıma bakayım olmadım. Hep böyle aşkın peşinden koştum iyi ki de öyle yaptım, yapım bu napayım, bunu da değiştiremiyorum. Şunu da göz ardı etmeyelim; aşkın peşinden koşmayıp günlük hayatı kolay, konforlu yaşamak için ilişkilerini sürdüren insanlar da var, onların içinde bu durumdan hiç mutlu olmadığı halde zorluk içinde mecburiyetten sürdürenler de var. Ama şöyleleri de var; o kadar derinliksiz ve sığlar ki günlük hayattan ya da yaşamdan bekledikleri o kadar net ki para, rahat yaşam, işte çoluğum çocuğum olsun, Avrupa’ya, Amerika’ya gideyim, onu yapayım, bunu yapayım onlar mutlu. Ama onun dışındakiler eğer birazcık derinliği varsa düşünüyorsa, hissediyorsa bu yaşam denen şeyi çoğu mutlu değil, onu görüyorum, gözlemliyorum.
Aslında çok mutlu aşk yok şairin dediği gibi…
Mutlu aşk zaten yok ama sevgiye evriltip de o arkadaşlığı sürdüren insanlar da var, onlar ne güzel bulmuşlar bir şeyi ama o aşk değil. Dostluk, arkadaşlık, yarenlik, yoldaşlık o da çok güzel ve değerli, asla küçümsemiyorum ama aşk değil. Aşk denen şey yaşanıyor ve bitiyor.
“Ayrılmanın da vahşi bir tadı var demiş ya Attila İlhan”
Aşk yaşamaya devam edelim bence…
Aşkı bulduğun zaman hiç önüne arkasına sağına soluna bakmayacaksın, dibine kadar yaşayacaksın o öyle kolay gelen bir şey değil, geldi mi yaşamak lazım sonunu da düşünmeyeceksin, bitecek nasıl olsa… Biteceği günde biter. “Vahh vahh bu şimdi bitecek hay Allah” diye yaşamayacaksın. Hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayacaksın sonra da gitmen gereken gün gideceksin ya da o gidecek yani. Biri gidecek yani… Ayrılmanın da vahşi bir tadı var demiş ya şair Attila İlhan.
“Tiyatro yapacağım, ilk kez tiyatro yapacakmışım gibi heyecanlıyım”
Nasıl bir döneminizi yaşıyorsunuz?
İnanın sanki mesleğe yeni başlıyormuş gibi heyecanlıyım. Ne güzel tiyatro yapacağım sanki ilk kez tiyatro yapacakmışım gibi heyecanlanıyorum. İyi bir dönemimdeyim kendimle barışık ama tabii ki var olan şeyleri hiç yok sayamam hayvanlara üzülüyorum, insanlara çok üzülüyorum göz ardı edemem onları ama bir kenara koyarsam her şeyi; iyi, sakin, kariyerimde de istediğim çizgide yeni yapacağım şeylere heyecanımı barındırarak hayatımın güzel bir döneminde olduğumu söyleyebilirim.
“O kıza sadece bakar, şefkatle gülümserdim ona”
Bugünkü Zuhal Olcay, o çocuk Zuhal Olcay’a baktığı yıllar sonra ikisi karşılaşıyorlar ona ne demek isterdi?
Aaa geçen bu soruyu sordum kendi kendime, hatta yanımda kızım ya da Zeynep vardı yine… Eski filmimi gördüm ya da eski bir fotoğrafıma baktım ve dedim ki; şu kız karşıma gelse, o kızı da tanıyorum ya tabii içini de biliyorum büyük bir şefkatle ona gülümserdim ama hiçbir şey anlatamazdım anlamazdı ki, hiçbir şey anlamazdı. Sadece bakar, şefkatle gülümserdim ona. İnanın geçen gün bu sorunuzu konuştuğum için aklımda şimdi cümlelerim; o kıza çok tatlı gülümserdim, şefkatle bakardım ama hiçbir şey söyleyemezdim, söylemezdim anlaması mümkün değil çünkü.
O çocuk zaten bugünkü Zuhal Olcay’a yolculuğunda eşlik etti ve hazırladı.
O çocuk içimde bir yerde duruyor ve ben onu büyük bir şefkatle çok seviyorum.